KİTAP TANITIM FRAGMANI
SON YIL
1- YILSONU KABUSU
Kar yağışının ani ziyaretleriyle, bir görünüp bir kayboluşları ile şaşırtmayı sürdürdüğü şehir yeni yıla merhaba demek üzere gün saymaya çoktan başlamıştı. Şehri-i İstanbul. Alışkanlık olduğu üzere giyim kuşam mağazaları, dükkânlar, bakkallar üç liralık, ziyadesi ile dandik ve tabii ki kanserojen kar efekti beyaz köpük ile cama yazılar yazıyorlardı ‘‘Hoş geldin Yeni yıl.”
Kar İstanbul’un bir müddettir hasretle beklediği bir şeydi. En son adam akıllı kar yağalı neredeyse 20 sene kadar olmuştu ve o zaman da evlerin borularındaki sular bile donmuş, musluklardan su gelmez olmuştu. Yaşanan pek çok rezillik de cabası. Ama yine de özlenen bir şeydi bu bazı insanlar tarafından. Zaten sokakta soğuktan donanlar kimin umurunda ki?
Kar uzun yıllardır hep bir umut yağmaya başlar fakat fazla bir varlık gösteremeden dururdu. Bu seferde öyle olmuştu. Maalesef ki o güzel doğa şovundan geriye bembeyaz sokaklardan çok kahverengi çamur ve balçıkla dolu sokaklar kalmıştı yine geriye. İnsanın değdiği her yer beyazlığını ve saflığını kaybetmeye mahkum değil mi hem? İnsanların dokunamadığı; el ayak değdiremediği yerler, çatılar, ağaçlar insanlara mesaj verircesine bembeyaz ve güzel görünüyordu. Karlı bir yılbaşı yaklaşıyordu sanki. Bu şehrin hem kendisinin, hem de içinde yaşayanların çokça istediği bir şeydi. Kim istemez ki yaptığı yılbaşı alışverişinden sonra evine yürürken adımları yere bastıkça o ezilen karın çıkardığı kırt kırt sesini o kar sessizliği içinde duymayı ya da o buz gibi sokaktan sıcacık evine girmeyi. Kim istemez ki bunları? Herhalde bir tek sıcacık evi olmayanlar...
“3 gün.” diye geçirdi içinden İlkay tüm bunları düşünürken elindeki çayını yudumluyordu sıcacık evinde. İçinde bulundukları yılın lanetinin bitmesine yaklaşık sadece 71 saat kalmıştı yaptığı ufak hesaba göre. Pek de güzel bir sene olmamıştı zaten. Çocukça bir umutta dense, Polyanna’cılık ta dense herkes yeni yılda bir şeylerin değişmesini ister. Şimdiye kadar rast gitmeyen işler Noel babanın o ağız dolusu kahkahaları ile birden rayına oturacak ve her şey güllük gülistanlık olacak sanki. Bu düşüncenin kendisine de ağız dolusu kahkahalar atacak pek çok insan vardır elbet. Ya da ‘’ Müslüman yılbaşı kutlamaz ‘’ ekibi de elinde kağıtlarla tebliğe çıkarsa üstüne tadınız hepten kaçar. Ama tüm bu olanlar umut denen zehirin damarlarda dolaşmasını engellemiyor.
İlkay bir yandan çayının demini incelerken bir yandan da “ yılbaşıydı, hediyeydi derken ne kadar açıldık acaba? ” diye düşünmeden duramıyordu. Bir “ aylık “ içeri girmişti yine. “ Hayırlısı ” deyiverdi kendi kendine..
İlkay bir sanatçıydı ve elleri ile harikalar yaratabilecek iken kendisi için çizgi çubuk sayılabilecek dergilerle uğraşmak zorunda kalan, çiçek böcek çizmek zorunda kalan biriydi. İstediklerini bir türlü yapacak fırsatı bulamıyordu, içindeki sanatı kâğıda ve ekrana aktaracak zamanı bulamıyordu ekmek parası işlerinden. Oysa iş hayal kurmaya geldiği zaman pekâlâ Pixar’ ın bile ağzını sulandıracak projeler çıkabiliyordu ondan. Ya da çizgi romanlar. Gerekli vakit ve nakitle Mc Farlane’e rakip olmasını ne engelleyebilirdi? Sadece memleketin mevcut ahvali. Bunları düşünürken içinden çoğunlukla da dışından fark etmeden küfürler eden biriydi. Soğuyan çayını bir yudumda dikledi.
1
Eşi Özlem ise playstation’da her zamanki gibi favori araba yarışı oyununu oynuyordu. Hayal gücüne, hayal kurmaya ve evreni titretecek muhabbetlere geldiği zaman sınır tanımayan bir görüye sahipti oda. Çalan kapı zilinin ardından getirdiği ise Adem’di. Alın bir hayalperest, bir şanssızlık, kadersizlik, kısmetsizlik abidesi daha. Birbirini iyi bulmuş bir kadro oturup sohbete başladığı zaman, zamanın kantarının topuzu hızlı kayar ve akışındaki algı oldukça değişkenlik gösterirdi.
Bilgisayardı, telefondu, filmdi oyundu, en son ne çıktı onu izledin mi, buna baktın mı derken yine nasıl geçti saat, ne oldu ne bitti anlaşılmadı pek. Gecenin ileriki saatlerine kadar devam eden muhabbette Adem çok boktan geçen hayatına rağmen yine de neşeli görünüyordu. Zaten bir insan sırf somurtmak için misafirliğe gider mi? Tabi buna bir misafirlik denirse. Ama konu rüya ve kabuslara geldiği zaman Adem tedirginleşmişti. Sanki konu kapansın ister gibi bir tavırlar sergilemeye başlamıştı. Özlem’in anlattığı binanın cesetlerle yapılmış harcı ve tavandaki mezarlar, yerdeki çıkıntı insan kemikleri ile ilgili kasvetli kabusta sanki daha bir germişti onu ve ardından kaçınılmaz soru geldi Özlem’den. “ Sen bu aralar rüya kabus bir şeyler gördün mü Adem? ”
Adem anlatsam mı anlatmasam mı daha hayırlı olur acaba diye düşündü. İlkay’da bu tedirginliği hissetmiş bakışları değişmişti. Biraz önce onca şeye rağmen yine de yılbaşından, ondan bundan konuşurken neşeli olan, espriler yapan Adem şimdi yüzüne gölge düşmüş gibi bir ifadeye bürünmüş, koltukta oturduğu yerde bile sinmişti. Bu değişim İlkay’ı da tedirgin etmişti. “ Anlatmak istemiyorsan anlatma Adem.” deyiverdi. Ama çoktan bu rüya-kabus neyse nedir acaba diye bir merak içine düşmüştü aynı eşi gibi. “ Valla Özlem abla anlatmasam olmayacak artık ”
Adem bir garip olmuştu. Daha önce gördüğü bir rüyayı anlatırken de bu kadar tedirgin olduğunu fark etmişlerdi. Özellikle İlkay gerçekten Adem’in gördüğü rüya dan ne kadar etkilendiğini, anlatırken nasıl ürperip rahatsız olduğunu hatırladı. O zaman anlattığı rüya da gayet ilgi çekiciydi. “ Geçen seferki rüya dan binlerce sayfalık roman çıkarmıştı bu manyak, şimdi ne acaba ” diye geçti içinden. Özlem ise “ hadi anlat anlat “ diye iyice heyecanlanmıştı.
“ Valla Özlem abla, İlkay abi bilemiyorum nasıl anlatayım ama çok garip bir rüyaydı. Allahtan hepsini hatırlamıyorum. Gece fazlasıyla terlemiş bir halde uyandım. Saat 4 falandı. Öyle bir ruh haline girmiştim ki bir daha uyumaya bile kalkmadım. Hatta söylerken utanıyorum ama ışığı televizyonu açmak zorunda kaldım. Bir daha o rüyanın içine girme riskini göz önüne alamazdım ”
“ Aaayyyy çok heyecanlandım “ dedi Özlem, bir yandan gülümsüyor bir yandan da merakla devamında gelecek olan cümleleri bekliyordu. “ Hayır olsun inşallah “ dedi İlkay.
“ Bir dakika anlatma tuvalete gidiyorum “ dedi ve “ al bir sigara yak, tedirgin oldun “ diyerek kendi paketinden bir sigara tuttu. Bir tanede kendisi yaktı ve esininde fark ettiği üzere tuvalete değil banyoya gitti. Özlem heyecanı kaçırdığı için biraz kızmış, birazda sigara ile banyoda ne yapacağını merak etmişti. İlkay lavaboya gitti ve kapıyı kapattı. Bir elinde sigarayı tutarken diğer eli ile yüzüne su vurdu. Aynada kendine baktı. Gecenin geç saatlerine varmış olmaktan ve uykusuzluktan gözlerinin beyazı kana bulanmış, rengi feri de atmış gibiydi. Sarı saçlarına da biraz su vurdu ve geriye attı. İrkilmiş bir ifadesi vardı ama içeridekinden farklı olarak bu ifade daha kötü şeyler hissettiğini gösteren, hatta bas bas bağıran bir ifadeydi.
Kendi rüyası ‘’kabusu’’ aklına geldi. Tüm gücüyle gırtlağını sıkıyordu hasmının ve tüm gücünü kullanıyordu. Avucunun arasındaki gırtlak sanki o sıktıkça daralıyordu ve hasmı gitgide daha yüksek hırıltılar çıkarıyordu ama dakikalar önce ölmesi gerektiği halde hala saldırmaya çalışıyordu. Bunun faydası olmayacağını anladı ve hasmını tutup ileri fırlattı rüyasında. Duvara çarpan adamın ağzından kan püskürdü. Bu pis kokulu kanın bir kısmı yüzüne gelmişti. Tüm duygularından arınıp adamın hafif uzun saçlarından tutup duvara tüm gücüyle ve defalarca vurmaya başladı. O vurdukça duvar önce hasmının ılık kanıyla ıslandı, sonra et ve beyin parçaları yapışmaya başladı. Adam ise hala hasta hasta gülüyordu tabi çıkardığı o hiç de insani olmayan seslere gülmek denirse.
“ İlkaaaaaaay ” diye ona seslenen eşinin sesi ile irkilerek gerçek dünyaya döndü. Elinin acısını hissetti. Yanan sigarayı tutan eliydi bu ve ateş eline kadar yürümüş, uzun burunlu bir kül oluşturmuştu. Sigarayı yere attığını bile umursamadan tekrar musluğu açıp yüzüne biraz daha su vurdu. Havluyla kuruladı yüzünü ve kendine ve yüz ifadesine çeki düzen vermek için son bir kez daha aynaya baktı. Bu hisleri yaşadığını eşine belli etmek istemiyordu ve bu kabusu da anlatmamıştı zaten. Anlatmaya da niyeti yoktu.
2
Banyodan çıkıp yerine oturdu. Eşi özlem mavi gözlerini ona dikmiş sanki sakladığı şeyi öğrenmek istiyormuş gibi irdeliyordu. “ Neyse sonra anlarız ” deyip Adem’e döndü. Adem koltukta gitgide küçülüyordu sanki. Kârı koca hep bir ağızdan “ hadi anlat “ dedi.
“ Peki anlatıyorum. Bu biraz garip. Belki de ben bildiğinizden daha da deliyim. Yani zaten öyleyim de neyse geçen seferki gibi hani o İsa’lı şeytanlı rüya vardı ya onda olduğu gibi ne zaman uyudum, ne zaman rüya gördüm, rüya mıydı hatırlamıyorum. Ama bu gerçek olamaz. Gerçi sanki diğeri gerçek miydi? “
Güldü. Ama ortam bir gram olsun hafiflememişti. Kendisi de. “ Yılbaşı günü olmalı. Beş, dört, üç falan diye sayarken inanılmaz bir gürültü duyuyorum. Yer yerinden oynuyordu. Gökyüzü 3 tane güneş doğmuş gibi yakıcı bir şekilde aydınlanıyordu. İnanılmaz bir histi. Derken evin içine ışık doluyor ve evimiz yıkılıyor. Evet yıkılıyor. Daha doğrusu nasıl diyeyim tavan çöküyor. Ben bina çöktü sanıp kendimi balkondan aşağı atıyorum ama gözlerimi açtığım zaman bakıyorum bina yerinde duruyor gürültü devam ediyor. Sanki biri bir şeyler söylüyor. Bir şeyler konuşuyor ama öyle ki tüm dünya duyacak kadar yüksek bir ses. Yerdeki cam kırıklarından bakıyorum kendime. Her tarafım paramparça, ağzımın içine bakıyorum dişlerimin bir kısmı ikiye kesilmiş, kimisi köküne kadar dışarı çıkmış gibi uzamış sanki, kimisi kopmak üzere incecik bir ete tutunmuş duruyor. “
“ Allah Allaaaaah ” diye söylenirken bir yandan çayları tazeliyordu Özlem. “ Teşekkür ederim abla, abla, ablaaaaa ” Bardak dökülen demden taşalı 2 saniye olmuştu. Özlem kendine geldi. “ Ah ah ah, bir bez alıp geliyorum “ Sehpadan aşağıya damlayan çay sessizliği bozuyordu. Özlem ise mutfakta elinde bez ile sanki transa geçmiş geçen gün kendisinin gördüğü ve pekte anlatmaya niyetinin olmadığı rüyayı düşünüyordu. Daha çok tekrar yaşıyordu.
Kocası zor durumdaydı. Bunun gerçek olduğuna inanamıyordu. Öyle ki sabah olup ta uyandığı zaman Allah’a defalarca kez dualar etmişti. İlkay çoktan ölmüş olması gereken birisi ile ölümüne bir kavganın içindeydi. Ne olduğunu tam olarak anlayamamıştı. Kimdi, neydi göremiyordu. Çok korkunç sesler duyuyordu. Tek isteği bu kabusun sona ermesiydi çünkü bunun bir kabus olduğunu anlayabilmişti. Titredi, kendine geldi. İçeri gitmeli ve dökülen çayı silmeliydi. Öyle de yaptı. Bu sefer garipliği sezmek için dikkatli gözlerle inceleyen İlkay’dı. Çünkü 2 dakikadır mutfaktaydı Özlem.
Ortalık toplandıktan ve çaylardan ilk yudumlar alındıktan sonra gözler yine Adem’e çevrildi. Adem ortamın gitgide ağırlaştığını ve gerildiğini hissediyordu. “ Keşke baştan hiç anlatmasaydım “ diye geçti içinden. Ama olan olmuştu artık istese de bitirmemezlik edemezdi. Zaten tam olarak hissettiklerini anlatmıyordu. Sadece olanları anlatıyordu. Çünkü rüyanın hissettirdiklerinde insanlıktan çok uzak hisler vardı. Hem de zevk verircesine...
3
“ O andan itibaren, yani dedim ya hani yerdeki cam parçalarında kendimi gördükten sonra çok saçma hareket etmeye başlıyorum. Sokağın sonuna doğru yürümeye çalışıyorum. Evde ne oldu, abim mi öldü, anneme bir şey mi oldu umurumda bile değil. Sokağın sonuna doğru yürüyorum ve gitgide titremeye başlıyorum. Artık kendimi kontrol edemez hale gelene kadar tiril tiril titreyip üşüyorum. Bir kedi geliyor önüme. Simsiyah bir kedi. Bacaklarıma sürünüp oyun istiyor. Benimse aklıma çılgınca bir fikir geliyor. Kediyi ensesinden tutuyorum. Kedi şaşkın şaşkın bana bakıyor. Ensesini biraz sıkınca kafasını geriye yaslıyor. Tam istediğim gibi ”
İlkay Adem’e dikkatlice bakıyordu. Sanki biraz sonra söyleyeceği şeyler çok güzelmiş gibi bir heyecan kaplıyordu sanki. Bu durum hiç hoşuna gitmemişti. Hayvanları ne kadar sevdiği herkes tarafından bilinen biriydi İlkay ve bu kabus olduğuna göre o kedicik hakkında kötü şeyler duymak onu çok tedirgin edecekti. Hayal gücü yüksek birisi olduğu için zaten Adem’in tüm anlattıkları gözünde aynen canlanıyordu. Ayrıca Adem’in yüzünde beliren bu ifade hiç hoşuna gitmemişti.
“ Boynundan ısırıp koca bir parça kopardım ” dediği zaman Adem sanki irkilmişti İlkay. Hissettikleri başına gelmişti işte. Gözünün önünde film gibi canlandı o sahne. Kedinin acı ile çıkardığı ses, o ısırılıp koparılan parçanın o paramparça dişler ile dolu ağızdan yere tükürülüşü. Berbat bir sahne olmalı diye düşündü. Hem Adem evde kedi besleyen biriydi ve bir an için onun neler hissettiği hakkında da empati kurmaya çalıştı.
“ O parçayı tükürdüm ve o zavallı kedinin kanını içmeye başladım. Kedi can havliyle suratımı cırmık içinde bırakıyordu ama umurumda değildi. Tek umurumda olan gırtlağımdan içeriye ılık ılık akan o kandı. Titremem geçiyordu içtikçe. Kendime geldikçe de daha fazla emiyordum. Sağlam kalan son birkaç dişimle yarayı daha da kanırtıp daha fazla kanın akmasını sağlıyor, bir yandan da kedinin ensesini daha fazla sıkıyordum. Güç ile doldum sanki ve kediyi işim bitince omzumun arkasından geriye fırlattım ”
Özlem ürpermişti. Bir eşi İlkay’a bir Adem’e bakıyordu ve eşinin aksine bu görüntüyü gözünde canlandırmamaya çalışıyordu. Zaten kendi gördüğü o kabus psikolojisini bozmaya yetmişte artmıştı bile. Kan lafını duymak bile artık hoşuna gitmemeye başlamıştı. Bu rüya bir an önce anlatılsın ve bitsin istiyordu hatta “ anlat, anlat ” diye ısrar ettiğine bile çoktan bin pişman olmuştu.
Adem’in ise dili açılmıştı artık. Ok yaydan çıkmıştı ve artık takılmadan ve fazla ara vermeden anlatıyordu. Yudumladığı güzel çayın soğuyor olmasını bile umursamaz hale gelmişti öyle ki. “ O an gökyüzünden kan yağmaya başladı. Yerlerdeki balçıklı, kimi beyaz olan kar kan kırmızıya bulanıyordu ve o aydınlık yok oldu. Gökyüzü tekrar zifiri karanlığa bulandı. Ben ise SON YIL, İLK AY dedim. Neden dediğimi bilemedim ama gözüm gökyüzündeki kızıla çalmış dolunaya takılmıştı. Beni bir göz gibi izliyordu.”
“ İLK AY ” sözünü duyunca İlkay iyiden iyiye rahatsız olmuştu artık. “ Derken koşarak sizin eve geldim ve kapıyı zorlamaya başladım ”
Bu sözün üstüne artık gözler fal taşı gibi açılmıştı artık. Karı koca içinden aynı anda aynı şeyi hatırladı. “ Aman Allah’ım, O Adem’di ”
4
Adem artık rüyanın saçmalığını vurgulamak istercesine gülerek anlatıyordu. “ Kapıyı İlkay Abi sen açıyorsun, sanki olanlardan haberin yokmuş gibi davranıyorsun ve beni görünce şaşırıyorsun. Olaylardan haberin yokmuş gibi derken benim duyduğum o sesler, gökyüzünün aydınlanması, sonra birden kararması falan. Ben ise içeri girmeden sana dişlerimi gösterip, ben demiştim bak ne oldular diyorum. Sen ne oldu sana gel gel anlat deyip beni içeri çağırırken ve elini uzatırken ben elini alıp ısırıyorum ve biraz kan içmek istiyorum ama sen bir tane patlatıp uzaklaştırıyorsun beni refleksle. Ben iyice hiddetlenip üstüne saldırıyorum. Özlem ablayı görüyorum arkada şaşkın korkmuş ne oluyor diye bakıyor. Ben sana saldırmaya çalıştıkça sen beni geri savuruyorsun ama neden saldırıyorum bilmiyorum, kendim değilim sanki. Bunu yapmak bana emredilmiş gibi sanki. En sonunda boynumdan tutuyorsun ve sıkmaya başlıyorsun. Sonra alıp kafamı duvara vuruyorsun ama bana bir şey olmuyor ben saldırmaya devam ediyorum ”
Adem bir yandan hararetli hararetli anlatırken İlkay ve Özlem’de büyük tedirginlik baş göstermişti. “ Bu kadar olmaz ” diye geçirdi içinden ikisi birden. Aynı rüya...
“ Amma kâbus görmüşsün be Adem, ehe ” Yok. Ne ortam gevşedi ne kendisi. Bas baya kendi gördüğü rüyasında gördüklerini aynen Adem görmüştü ve Özlem’in bilmediği şekilde İlkay da aynı şekilde aynı rüyayı görmüştü. Kapıdan garip seslerin gelmesi, İlkay’ın kapıyı açması ve sonra olanlar. Aynıydı...
“ Sonra aniden uyandım ” diye bitirdi Adem. “ ve işte çok rahatsız oldum. Işıkları açtım, televizyon izledim falan. Aslında bir daha da uyumadım. Bu gece uyuycam artık ”
Bu kadarı yetmişti zaten hatta artmıştı. Diller aynı anda “ hayır olsun inşallah ” derken herkesin içinden çok daha farklı şeyler geçiyordu.
Konu değiştirildi, farklı şeyler konuşuldu. Öyle olmak zorundaydı çünkü hem sinirler gerilmişti, hem akıllar karışmıştı. En rahat olan Adem’di çünkü gördüğü rüyanın aynısının İlkay tarafından görüldüğünü ve daha da kötüsü Özlem tarafından görüldüğünü bilmiyordu. Ama İlkay’da Özlem’de aynı rüyayı görmüş olduklarını biliyorlardı. Ama yine de o an için birbirlerine bunu itiraf etmemişlerdi.
Adem müsaade isteyip eve gitti. Bir iki saat daha oturduktan sonra uykuya daldı ve rüyasız, tatsız ama aynı zamanda kabussuz ve huzurlu bir uyku uyudu.
İlkay ise uyumamıştı ve aklında aynı şeyler dönüp dolaşıyordu. Olayın garipliğine artı olarak bir şey daha kafasını kurcalıyordu. Adem’in rüyayı anlatırken bitirdiği yerde bitmemişti onun rüyası.
Daha fazlası vardı Adem’in anlattığından... Çok daha fazlası...
5
Adem öğlen 13: 15’te uyandığında cep telefonunda bir adet yeni mesaj vardı. Gönderen: İlkay Abi. Mesaj: Müsait olur olmaz ara beni, çok acil konuşmamız gerekiyor...
2: YÜZLEŞME
Adem İlkay’ı aradıktan sonra semtte Ali Paşa Camii’nin oradaki kafede çay içmek ve “ önemli ” konuyu konuşmak üzere yola çıkmıştı. Yolu fazla uzun sürmeyecekti çünkü gitmesi gereken buluşma yeri evine pekte uzak sayılmazdı. Yolda yine o kabusu düşünüyordu. “ Acaba o önemli konu kabus ile mi ilgili? ”
Selamlar verildi, çaylar söylendi. İlkay’ın suratındaki ifadeden bir an önce sadede gelinmesi gerektiği alenen belli oluyordu. Adem ortamın bir anda böyle gerilmesinden rahatsız oldu. İlkay söze girmek üzere derin bir nefes aldı. Adem ise tatsız bir şey geleceği belli diye düşünüyordu. Kendini hazırladı. Ne olabilirdi ki?
“ Adem dün anlattığın rüyanın aynısını bende gördüm. Yani tam olarak aynısı değil. Bir kısmı benim gördüğüm kabusun aynısıydı ve hani dedin ya uyanınca çok rahatsız oldum bir daha uyuyamadım diye bende aynı hissi yaşadım hatta çok daha kötüsünü ”
Açıkçası Adem bu kadar sert bir darbe beklemiyordu. Kendisini hazırlamaya çalışması biraz boşa gitmişti bu durumda. Kim böyle bir şeye rastlar ki hayatında? ” Abi emin misin? Olacak şey değil senin bu dediğin. Ben anlattıktan sonra görmüş olmayasın, etkisinde kalıp falan? ” İlkay çayından bir yudum alıp bir sigara yaktı. “ Hayır, bende 2 gün önce gördüm ve yine hayır dün gece uyumadım bile, bırak rüya görmeyi ”
Aslında bu söylediği tam olarak doğru değildi. Dün gece uyumamıştı bu doğru olan kısmıydı. Ama söylemediği şey gözlerini kapamadan gördüğü hayallerdi. Tabi gördüklerini tarif etmenin en naif şekli onları “ hayal ” olarak adlandırmaktı. Uyur uyanık birçok hayal-halüsinasyon görmüştü ve bunlar korku filmlerinden çıkma kanlı sahneler gibiydi. Psikolojisi çok bozulmuştu ve uykusuzluk biraz örselemişti onu. Gözleri bir önceki geceye göre iyice küçülmüştü. Kan denizinde yüzen yeşil bir adacık gibi görünüyorlardı. “ Bu konuşma bir an önce hallolmalı ve bende yavaş yavaş eve yollanıp uyumalıyım ” dedi bir tarafı içinden, bir tarafı ise ” bu konuşma, bu olay nasıl hallolabilir? ” diye gevelendi.
“ İyi güzelde abi, bu çok saçma. Bu nasıl olabilir? Saf gördün kekliyormusun beni? Nasıl aynı rüyayı görebiliriz? ”
“ Lan ne keklemesi, doğru diyorum. Ya tam olarak aynı rüya değil, senin -derken uyandım- diye bitirdiğin kısmın dahası var, hem de çok dahası ”
“ Abi rüyan nasıl başladı ki benimkinden farklı bitti? ”
İlkay bir sigara daha yaktı anlatacaklarına arkadaşlık etmesi için. Bir yudum çay ile gerginlikten kuruyan damağını ıslattı. Rahatsız boktan hasır taburelerden nefret ettiğini hatırladı belindeki ağrıyla. “ Evdeyiz, Özlem var ben varım. Yeni yıla geri sayıyoruz falan. Derken önce telefonum çalıyor hemen susuyor. Tam telefona yönelicem kapıdan bir tırmalama sesleri geliyor. Sese kulak kabartıyorum. Aniden sert bir şekilde kapı zorlanmaya başlıyor ve sanki yumruklanıyor. Özlem’i salonun en gerisine gönderip gözden bakıyorum. Bunları yapan sensin ama senin de anlattığın gibi üstün başın kan, suratın kan yara. Hemen kapıyı açıyorum. Genç bir çocuk. Tanıyamıyorum neredeyse ama içeri buyur ediyorum. Zaten dün sen anlattıktan sonra hatırladım onun sen olduğunu. Sonra sonra sabahtan beri hatırladıklarımın daha fazlası aydınlandı. Neyse ben ne oluyor, ne oldu sana demeye kalmadan elimi ısırıp parçalıyorsun ve işte anlattıkların oluyor. Buraya kadar tamam. Bundan sonrası... “
6
Adem böldü. “ Abi yani sen benim rüyamın aynısını mı gördün yani, ben dememiş miydim diye saldırmam, beni alıp kafamı duvara vura vura parçalaman, ama bana bir şey olmaması... Sanki ” cümlenin sonunu pek getirmek istemedi.
“ Evet, tam olarak aynı. Ama senin derken uyandım dediğin kısım. Gerçekten sonrasını görmedin mi? ”
Çok saçma sapan bir gerilim vardı. Adem yalancılıkla suçlandığını biran için bile düşünmedi çünkü sonuçta bu bir kabustu ne kadarı hatırlanır, ne kadarı doğrudur bilinmez bir şeydi. Zaten İlkay bu soruyu Adem’in sakladığı bir şeyler olup olmadığını irdelemek için değil öylesine sormuştu. “ Yok abi o anda uyandım ve çok rahatsız uyandım. Doğruldum yattığım yerden falan... “
“ Ben sana ondan sonra olanları yani gördüklerimi anlatayım ” İlkay söze sanki gerçekten olmuş şeyleri anlatacak gibi girdi, ya da olacak...
“ Ben bakıyorum kafanı öyle duvara vurmakla olmayacak, bir an için saçlarını bırakıp elimi bir pençe gibi yapıp suratına vuruyorum. İşaret parmağım ve yüzük parmağım gözlerinin içine giriyor. Gözlerin patlayıp parmaklarımın üstünden dışarı akmaya başlıyor. Baş parmağımı da ağzından içeri sokup suratını bir bowling topu gibi kavrıyorum ve kafanı öyle duvara vurmaya başlıyorum. Ben vurdukça darbenin etkisiyle gözlerin biraz daha dışarı fırlıyor, duvar içine göçmeye başlıyor. Göçen oyukta içinde beyin parçaları yüzen küçük bir kan göleti oluşturuyor. Bir yandan da suratını tutan elimi kapatmaya çalıştıkça gözlerinin altındaki kemikler ve çenen çatırdıyor, ön dişlerinden arda kalanlar önce parmağıma saplanıp sonra kırılıyor, avucumun içi de çenenin alt kısmını parçalıyor, kalan dişlerini döküyor... “
“ Abi gözünü seveyim sadede gel bu iğrenç detayları anlatmak zorunda mıydım içim bir hoş oldu, zaten psikolojimin içine etti kabus, durumları da biliyorsun valla çok rahatsız oldum bu kadar kanlı ayrıntıdan ” Adem gözünde sahneyi canlandırıyordu. Bir yandan da İlkay’ın o sevecen yüzünün sinirlendiği zaman ne bet bir surat olabileceğini düşünüp hayal ediyordu ve gözünün önünde canlananlardan hiç hoşlanmamıştı. İlkay birden kendine geldi. Anlattıklarından sanki zevk alıyormuş gibi bahsediyordu ve yaptıklarını “ başardığı ” şeyler gibi aksettiriyor, övüyordu sanki. Afalladı. “ Neyse ben bunu yaparken arkadan Özlem’in sesi geliyor. İlkay yapma n’olur yapma diye ama dinlemiyorum. Seni sesin kesilene, elin ayağın boşalana kadar ve hareketsiz kalana kadar hırpalıyorum. Sonra da cesedini kapıyı açıp dışarı fırlatıyorum ve sırtımı kapıya dayıyorum. Biraz sonra kapıdan tekrar tırmalama sesleri ve tükürüklü hırıltı sesleri gelmeye başlıyor. “
Adem titredi. Şeytan dürtmüştü. Ensesinden aşağı sırtına doğru soğuk bir titreme yürüdü, ardından yüzlerce iğneler batıran bir karıncalanma bırakarak. Sigarasını tazeledikten hemen sonra ” abi şaka yapıyorum de. Allah aşkına şaka yapıyorum de. Olur mu böyle bir şey. Bu imkansız ”
“ Dün sen kabusu anlatırken bende ilk önce bunu düşündüm. Ama böyle şaka olmaz. Hem diyelim ki bu bir şaka, dur da sana asıl en komik yerini söyleyeyim ” Bunu öyle bir söylemişti ki Adem en ufak bir tebessüm bile edebilmeyi ummuyordu gelecek olan “ en komik yer ” kısmından sonra.
“ Seni, yani sen misin, senin görünümünde karabasan mı o neyse artık kapıdan dışarı fırlattıktan ve kapıyı kapadıktan sonra Özlem’e bakıyorum şokta, şoka girmiş. Tam ona doğru gidicem ilk adımımda bir şeyin üstüne basıyorum, sanki bir şey kırılıyor ayağımın altında. Bir hediye paketi. Anlamıyorum. Masanın üstüne koyup Özlem’e doğru ilerlerken Özlem yaklaşma gelme diyor. Öldürdün onu! Bana neden böyle söylediğini anlamıyorum. Görmedin mi kuduz bir köpek gibi saldırıyordu. Bize zarar verecekti diyorum. Hayıııır diye bağırıyor. Ağlıyor. Çocuk yılbaşı hediyesi almış gelmişti, sen... onu öldürdün... Şoka giriyor. Bir daha bağırıyorum ya elimi parçaladı görmedin mi. Nereye bakıyordun sen diyorum yok hala şokta tam bir tokat atıcam ayılması için elime bir bakıyorum. O ısırık izi yok. Sadece senin, o şeyin suratına tokadı çarptığım zaman elime saplanan bir dişin minik bir yarası var o kadar. Ama nasıl olur diyorum ve benim rüyamda böyle bitiyor ”
7
Birer sigara daha yakıldı. Zihin ve beden bu gerilimin haricinde bir şeylerle meşgul olmalı, sinirler gevşemeliydi. Sigaradan medet umuldu yine. “ Buna ne diyeceksin bakalım ” İlkay cevap bekliyordu. Adem yüzüne dökülen kâküllerini eliyle geri attı. “ Abi 3 ihtimal canlandı şimdi ya kafayı yiyoruz, ya bir şeylerden konuştuk bu benzer rüyalar görmemize neden oldu, ya kafayı iyice yiyoruz diyorum çünkü bu durum bu ihtimali tekrar tekrar gözden geçirmeme neden oluyor ya da bir şey bizimle oyun oynuyor ki dikkat et bunu ihtimaller arasında saymıyorum ” Bişey lafı ağzından çıktı ama ne kastettiğini kendisi bile bilmiyordu.
“ Ne gibi bir şey ” diye sordu İlkay bir yandan kendisi de bir önceki geceden beri düşünüp durduğu konuya geri dönmüştü. “ Ne oluyor ”
Adem ” valla İlkay abi bilmiyorum. Bu kadar tesadüf olamaz herhalde öyle değil mi? ”
“ Adem biliyorsun bu rüyalar sakat şeyler. Özlem görmüş olsaydı, vallahi başımıza bir gelecek var derdim. Ama yine de hayra alamet değil. 2 rüyanın yani senin gördüğünle benim gördüğümden ne çıkıyor? ”
“ Ne çıkıyor abi? ”
“ Sen kendini bir zombi gibi görüyorsun rüyanda ve daha önce gördüğün rüyalardan bir şeylere sinirlenip geliyorsun. Hatırlıyor musun dişlerinin döküldüğünü gördüğün zaman herkese dökülen dişlerini gösterip bakın ben demiştim döküldüler işte diyordun, bu rüyadaki ben demiştim onu işaret ediyor ” Adem sıklıkla ağır kabuslar gören, bunların da etkisinde kalan biriydi. Gördüğü kabuslardan sonra da hayatında kötü şeyler olur, kayıplar yaşanırdı her ne kadar o kayıpları kabul etmeden yaşamaya çalışsa da.
Adem “ Evet, 3. kez dişlerimin döküldüğünü gördüğüm rüyamda herkese göstermeye çalışıyordum bakın işte gördünüz mü döküldü dişlerim diye. Ben kendimi dişlerim döküldü diye senden intikam almak isteyen bir manyak olarak görüyorum ne alaka ” dedi. Kendi kendine sinirlenmişti resmen. Sigarayı küllüğe şeytan taşlar gibi attı.
İlkay’ da gerilmişti. “ Adem bende rüyanın sonuna bakarsak seni elinde hediye bize geldin diye öldürüyorum. Yani aslında ben seni, senin kendi rüyanda gördüğün halinle görüyorum ama Özlem öyle görmüyor, senin gerçek halini görüyor. Yani gerçek halin acaba elinde hediyeyle gelen Adem’mi, kapıyı tekmeleyen Adem’mi? Benim gördüğüm rüyanın başına göre kapıyı tekmeleyen bana saldıran Adem, ama yine aynı rüyanın sonuna göre elinde yılbaşı hediyesi ile bize uğrayan Adem ” dedi. Sonra da ‘’ kardeş iki çay daha getirin ‘’ diye eliyle bardak karıştıran çay kaşığı hareketi yaptı.
“ İlkay abi beynim allak bullak oldu ” dedi Adem. Mevzunun başını sonuna denklemekte artık zorluk çekiyordu.
“ Senin mi benim mi?” dedi İlkay lafın sonunda sesini kısarak zira çay gelmişti ve yaptıkları deli deli muhabbeti çaycı eleman duysun istememişti.
8
“ Şimdi o zaman ortaya çıkan şu. Benim rüyamda Özlem abla benden korkuyor çünkü beni olduğum gibi görüyor. Senin rüyanda da aslında hayal gören sensin, yani hediye paketi gördüğüne göre, senin rüyanda gerçek ben öyle saldıran falan bir zombi değil bildiğin ben ”
“ Yani? ”
“ Abi Özlem abla bir şekilde ikimizin de gerçek halini görüyor ”
İlkay sinirlenmişti. Ne olduğunu anlamadığı şeylerle uğraşmak, hatta içinde boğulmak kimin hoşuna giderdi ki? ” Bu ne biçim iş lan?’’ diye höykürdü koca sesine hakim olamadan.
“ Ah be abi bir anlasam ” diye pıstı Adem. Sonra da “ Abi bir şey diycem. Sen Özlem ablaya rüyanı anlattın mı? ” diye sordu. Düğüm çözülecekse anlaşılan Özlem’in gördüklerinden çözülecekti.
“ Yok, anlatmadım. Yani onu tedirgin etmek istemedim ” dedi İlkay çayın dibini hüplettikten sonra.
“ Abi bu rüya da 3 kişi var. Ben sen ve Özlem abla. İkimizin rüyasına göre Özlem abla gerçek olanı görüp ona göre tepki veriyorsa eğer... “ cümleyi İlkay tamamladı ” oda aynı rüyayı görmüş ve bana söylememiş olabilir ” Biraz gülümsedi. “ Abi aynı rüyayı, aman be ne rüyası bu püsküllü kabusu 3 kişi görmüşse eğer... “ Adem İlkay’ın yüzündeki gülümsemeyi zehir etti. “ bu olay çok daha kötü bir şey demektir ”
“ Kalk Adem kalk gidiyoruz “ İkili aniden zengin kalkışı yaptı. “ Kardeşim hesap alır mısın? ”
Aynı anda Özlem evde oturmuş kapalı televizyonun ekranına bakıyordu. Dün Adem kabusu anlatırken ani tepkiler verip kendi gördüklerini anlatmadığına da hayıflandı, sonradan İlkay’a “ ya inanmayacaksın ama Adem’in anlattıklarını bende gördüm ” diye anlatmadığına hayıflandı. Uzun zamandır hiç içmediği kadar çok sigara içmişti bu sabah uyandığından beri. Ne kahvaltı ne bir şey. Sadece kuru çay.
3. kez boş bardakta sanki çay kalmış gibi yudumlamak istedi. 3. kez “ kendine şaşırarak ” bardağı yerine koydu. Kapalı televizyonun griliğinin içinde kendi görüntüsünün aksine odaklanmış düşünüyordu. Birden sanki evvelsi gün gördüğü kabus televizyonda oynuyormuş gibi görmeye başladı.
Dalmıştı...
9
İlkay elini Adem’in suratına saplamış, çocuğun kafasını sekmez bir ritim ile saniyede 1 kere duvara çarpıyordu. Çocuk bir şeyler söylemeye çalışıyordu ama bir türlü fırsat bulamıyordu. Elleri kolları zangır, zangır titriyordu. Elinde küçük bir kutu tutuyordu sıkı sıkı. Kırmızı parlak bir kağıt ile kaplanıp, mor süs ipleriyle süslenmiş şık bir kutuydu bu. Çığlık atıyordu, İlkay yapma diye bağırıyordu ama hayır. Yokuş aşağı yuvarlanan bir çığı hiç kimse durduramazdı. Sadece ölümün soğukluğu. O soğukluk böylesi bir çığı bile durdurabilirdi ve durdurdu da. İnlemeleri kesildi Adem’in, titremeleri durdu. Elinde sıkı sıkı tuttuğu paket yere düştü. İlkay cesedi bir çöp torbası tutar gibi tiksinerek tuttu ve kapıdan dışarı fırlattı. Arkasını döndü. Direk gözlerinin içine bakıyordu. Haince bir gülümseme vardı kan ve nefret dolu yüzünde. Bakışlarını yere çevirdi tam olarak Adem’in elinden düşen şirin hediye paketine. Yerdeki küçük kutunun üstüne hırsla bastı. Narin bir çıtırtı geldi kutudan. Belli ki ince camdan bir şeyler kırılmıştı içinde. Ama bu çıtırtıyı İlkay’ın çıkardığı kükreme ile kahkaha arası sesin içinde kayboldu. İlkay yaptığından gurur duyar bir eda ile ellerini gösterdi. “ Bak kan ” ... Koyu kırmızı kanla kaplanmıştı, baş parmağına küçük bir diş parçası saplı duruyordu.
Çalan kapı zili ile kendine geldi Özlem. Gelen İlkay ve Adem’di. Girer girmez İlkay eşindeki garipliği sezdi. Yüzü bembeyaz olmuştu. “ Şu Adem’in gördüğü kabus hakkında konuşmamız lazım Özlem ”
Özlem’in korktuğu başına gelmişti...
3: ANAHTAR
Özlem rüyanın kendi gördüğü şeklini anlattıkça her şey daha da ortaya çıkıyordu. Aynı kabusta 3 versiyon. Kimisinin başı farklı, kimisinin sonu. İlkay’ın gördüğü versiyonda İlkay rüya içinde hayal görerek masum Adem’i canavar olarak görüyor ve ona zarar verdikçe yoldan çıkıp psikopata bağlıyor ve insanlıktan çıkıyor. Ama İlkay rüyasında Adem’i zombi olarak görürken Özlem normal hali ile görüyor. Adem’in gördüğü versiyonda Adem başına gelenlerden İlkay’ı sorumlu tutup saldırıyor, insanlıktan çıkıyor. Özlem yine Adem’in gerçek halini görüyor. Özlem kendi gördüğü versiyonda Adem’i normal haliyle görüyor, İlkay’ın da içindeki vahşet uyanmış halini görüyordu. Özlem gerçekleri görüyordu. Yapılan uzun konuşmadan çıkan sonuç buydu.
“ Sıçiym böyle gizemin içine ” İlkay sinirliydi. Kafasında bin türlü tilki dönüyordu. Birde üstüne bu “gizem” fazla gelmişti. Zaten nerde olmaz iş var bunların başına gelirdi.
Artık varılan nokta üstüne yorum yapılamaz hale gelmişti. En azından mantıklı yorumlar. Mantığın bittiği yerden tek bir şey başlardı ve o da başladı zaten.
Saçmalamalar...
10
“ Abi biz olmadık bir konu hakkında konuştuk, ya da olmadık bir şeylerden bahsettik te kızdırdık mı acaba? ” Birbirlerine bakıyorlardı. Gerilen sinirler bir anda boşaldı. Üçü de önce sırıttı, sonra da kahkaha atmaya başladı. “ Evet, bir takım metafizik öğeleri kızdırdık, onlar da bizi sapkın rüyalarla cezalandırdı, Adem şimdi saçmalamaya bir başlarsak bu işten çıkamayız. ”
Adem hak edilmiş bir azar işitmiş yaramaz velet gibi sustu. Bu işten bir çıkış var mıydı ki? Ama bir giriş vardı ve işte sonuç ortadaydı. Birbiri ile kesişen ve gören kişiye göre form değiştiren bir kabus.
“ Peki ya bu gelecekten bir haberse? Yani gerçekleşecek olan bir şeyin öngörüsüyse ” Tam da Özlem’in aklından geçen buydu ve aynı anda İlkay dillendirmişti. Adem hemen araya girdi. “ İyide abi aynı kabusun a’sı b’si c’si var. 3 versiyonu var. Üçü de birbirinden saçma. Ne gerçekleşecek ki? Ben mi sana saldırıcam, sen mi beni durup dururken zombi olarak görüp öldürücen? ” dedi Adem zıpırca. Küçücük bir çocukken o hallerini bile bilen İlkay ve Özlem ile aynı merakları paylaştıklarından, benzer hayalleri kurduklarından dolayı iyi arkadaş olmuşlardı uzun zamandır ve bu sebepten Adem rahatça kendi olabiliyordu onların arasında. Ciddiyet kasmasına gerek olmuyor, saçma da olsa fikirlerinin dinlendiğini düşündüğünden özgür hissediyordu. O yüzden ilk fırsatta sohbete muhabbete gelir, beraber geceleri sabah ederlerdi. Ama bu sefer gece kolay sabah olacak gibi değildi.
“ Her rüya da bir gerçek payı vardır. Atladığımız bir nokta var. Tamam bu evde olanların farklı versiyonları var ama Adem’in gördüğü rüyanın başında olanları ne ben gördüm, ne İlkay sen gördün, öyle değil mi? ” dedi Özlem. İlkay sanki gördüklerini, hatırladıklarını tekrar gözden geçirir gibi odaklandı ve “ Evet, bak bu doğru işte. Biz onları unuttuk kim zombi, kim manyak diye düşünürken ” Özlem yine olayı farklı bir açıya taşımıştı. “ Senin gördüğünü söylediğin şeyler kıyamet. Başka ne olabilir. Gökten kan yağıyor, depremler oluyor, gece yarısı güneşler doğup batıyor. Bunları kim hayra yorabilir? ”
Kısa bir suskunluktan sonra Özlem yüzünü ekşitti. “ Gözlerim ağrımaya başladı İlkay ” Gözlerini ovuşturuyordu. “ Ovuşturma, ya elleme. Neden ağrıyor acaba? ” İlkay yerinden kalktı, gözlerine yakından bakmak için Özlem’e doğru eğildi ve baktı. Görünürde bir şey yoktu. “ Geçer, elleme ”
“ Abi ben artık gideyim, bende kendimi pek iyi hissetmiyorum. Yılbaşı’nda her ihtimale karşı ben buradan uzak durucam, şimdiden yeni yılınız kutlu olsun. Gerçekleşecek bir şey ise bile buraya gelmedikten sonra bunu engellemiş oluruz. Zaten rüyanın-kabusun hangi versiyonu gerçekleşirse gerçekleşsin olan bana oluyor anasını satiym. Ha eğer kıyamet kopacaksa zaten -ki bu bize neden önceden haber verilsin o apayrı bir mesele- bunu engelleme gibi bir durumumuz söz konusu değil tövbe haşa tövbe haşa. Zaten geç bile kaldı kıyamet bana kalırsa ” diyip toparlanmaya başladı.
“ Bir sigara daha iç kalkarsın Adem. Son bir şey sorucam. Dün gece uyudun herhalde. Bir şey gördün mü? Hatırlıyor musun bir şey? ” Adem zihnini bir daha kolaçan etti. “ Yok abi ne rüya ne kabus bir şey yok ”
“ Kahve içelim öyle gidersin Adem ” Özlem hafif hafif gözlerini kaşıya kaşıya mutfağa geçti. Daha sonra kahveler geldi, içildi. Bu esnada da ortalıkta dönen konuşma yeni yıl hakkındaydı. Adem askere gidecekti, İlkay İngilizcesini geliştirme düşüncelerindeydi. Özlemde açık öğretimde bu sene sınıfta kalmayacaktı, birkaç senedir olduğu gibi. Ortam yumuşamıştı sanki biraz. O lanetlenmiş kabusun ruhlarına verdiği ağırlık yavaş yavaş siliniyor gibi hissetti üçü de. Özlem kahvesini kapattı. Adem ise kahve biter bitmez müsaade istedi ve kalktı. Eve gitti.
11
Özlem Adem gider gitmez onun kahvesini de kapattı falına bakmak üzere. “ Napıyorsun sen, senin kapamanla Adem’in falı çıkmaz ki ” İlkay şaşırmıştı. O kapatmamıştı kahvesini. “ Yeni yıl falı ” dedi Özlem. “ Ben kapatmasamda o içti, hiç olmazsa yarısını görürüz ”
İlkay ” hey Allah’ım Yarabbi ” diyerek bilgisayarın başına geçti. Ta ki içeriden “ bu ne be ” şeklinde bir ses gelene kadar internette cep forumlarında gezdi. Telefonuna yılbaşı teması atmak için bundan güzel zaman olamazdı. “ Ne oluyor ” diyerek kalktı. Tam da yeni ve iyi bir site bulmuştu. Çalışma odasından salona geçti. Özlem kahve fincanı elinde döndürüp döndürüp çok dikkatle inceliyor, inceledikçe hayret ediyordu. Fincanını acil olarak sehpaya koydu ve Adem’in fincanını kaldırıp baktı. “ Yok artık ” İlkay “ ne oldu, ne gördün? ”
Özlem telaşlıydı. Gözleri ağrıyordu. “ Hiçbir şey ” İlkay güldü. “ Hiçbir şekli bir şeye benzetemedin mi? ” Merakla eşinin yanına gitti ve elindeki fincana baktı. Baktı. Hala bakıyordu ve hayret ediyordu. Fincanı eline aldı. Bu Adem’in fincanıydı. Döndürdü, yaklaştırdı gözüne ve geri eşinin eline tutuşturdu. Hemen onun fincanına baktı. Oda aynıydı tamamen aynı. İkisini iki eline alıp tekrar baktı. Aynıydı.
“ Bu kahvelerde fal yok ” Özlem korkmuştu. Fincanlar sanki yıkanmış gibi tertemizdi. Olan telve sanki hiç aşağı akmamıştı, hatta hiç yerinden oynamamıştı. İçilirken yerinden oynayan kısım? O bile aşağı akmış, geriye fincanı tertemiz bırakmıştı. İlkay dibe çöken tortuya parmağını batırdı. yumuşaktı.
Özlem ” geleceğimize dair hiçbir şey yok ” dediği esnada İlkay aynı anda ” kahveden olmalı, bozuk muydu ” Birbirlerine baktılar. Evet “ bu fal göstermeyen kahve, paramız bu kadarına yetti. “
İkisi de kahkahayı patlattı.
Tekrar kahveler içildi. İkinci kez. Fallar kapatıldı, bozuk para bile kondu hatta fincanlara çabuk soğusun diye. Ama nihayetinde sonuç aynı çıktı. Fincan tertemizdi. Bu sefer ikisinide güldürebilecek bir espri olması imkansızdı. “ Gaibi yalnız Allah bildirir ”
12
4: GÖREN GÖZ
Bunlar olurken Adem odasına geçmiş, battaniyenin altına girmiş düşünüyordu. “ Kıyamet kopsa ne güzel olur ” diye geçti içinden. Sur’a borusunun tüm dünyayı çalkalayacak sesini hayal etmeye çalışıyordu. Bunu çokça merak ediyordu. Nasıl bir şey olacağını. Cehennemin nasıl bir yer olacağını hayal ediyordu. Bir an için gözlerini kapadı ve düşünmeye başladı. İçinde yanan alevleri dışında parlayan dağlarla çevrili ölü topraklar hayal etti. Bastığı yer sanki üstü katılaşmış lav denizi gibi sıcak olmalıydı. Yüzlerce güneş olmalıydı gökyüzünde ve tüm korkuları gerçekleşiyor olmalıydı. Yükseklerden yere düşüp çakılıyor olmalıydı ve her bir zerresi acı ile kıvranıyor olmalıydı. Bir anda gözünün önünde bir sürü kola şişesi canlandı. Hayalini hemen noktaladı...
Üstüne bir ağırlık çöktü. Battaniyenin altında sıcak iyi gelmişti. Esnedi, gerindi derken uyumaya başladı.
Özlem içinden düşünüyordu. Aynı rüyayı 3 kişinin birden görmesi, falı olmayan kahveler, rüyalarda görülen kıyamet alametleri derken gözü birden inanılmaz bir sızı ile titredi ve tüm ağrı geçti. Eğer aynı anda ağrı geçmeseydi mutlaka çığlık atabilirdi. Ama geçmişti.
Gözlerini kırpıştırdı. İlkay “ ne oldu ” diye sordu. Özlem ” hiiiç, hiçbir şey ” “ Heh iyi, ben uyumaya gidiyorum, 3-4 saat kestirmezsem kendime gelemiycem ” diyip içeri geçti. Hiç uyunacak zaman değildi.
Özlem Adem’i düşünmeye başladı. Acaba bu rüya saçmalığını başlatan omuydu. Gerçi kendisi de gerçekleşen, gelecekten haberler veren rüyalar konusunda sabıkalıydı önceden de. Büyük depremden önce öngörü olarak yorumlanacak, musibet olarak isimlendirilebilecek bir sürü kabuslar görmüştü. Adem ise bazen gördüğü kabusları gerçek olduğuna kalıbını basacak kadar inandırıcı bulan ve bunların etkisinde kalan biriydi.
Aklından bunlar geçerken görüşü önce bulandı. “ ne oluyor ” demeye kalmadan yere dökülen bir perde gibi aşağıya aktı ve bir başka görüntü geldi. Özlem bağıracak oldu, sesi çıkmıyordu. İnanamıyordu böyle bir şeyin olduğuna. Eli ayağı tutmuyordu. Transa geçmişti. Birkaç saniye titredi ama geçti. Görüntü akıp gidiyordu. Bir film gibi olanları seyrediyordu. Görüntüde Adem dar bir sokaktan yürüyordu. Onun haricinde o yöne giden hiç kimse yoktu. Tersi istikamette ise sürü ile insan geliyordu. Ağızları hareket etmediği halde sanki hepsi konuşuyormuş gibi farklı farklı seslerden konuşmalar duyuyordu resmen. Kimisi “ o adi şerefsizin kafasını koparıcam ” diyordu, bir başka ses ” bana yalan söylemek neymiş göreceksiniz laaaan ” diye bağırdı, başka bir tanesi ” siz belaysanız ben cezayım, görücez ” diye bağırıyordu. Bir kadın sesi çalındı kulağına ” evet, onu uykusunda geberticem ” dedi. Özlem olanlara inanamıyordu. Bulunduğu mekândan sıyrılmış başka bir aleme gitmişti sanki. Daha doğrusu başka bir alem onu bulmuştu ve kendisini gösteriyordu. Kaba bir ses ” bıçağı sokup döndürürsem izi kalır, anlar o zaman ” dedi. Kimsenin ağzı oynamıyordu ama konuşuyorlardı işte. Özlem bildiği duaları sıralarken bir yandan da görüntüde Adem’e odaklandı. Adem üstüne gelen her insandan çekiniyordu ve çok şaşkındı. O konuşmuyordu. Herkes üstüne geliyordu. Hepsi kötü kötü ona bakıp, sonra yine kendi düşüncelerinde dalıp yanından öylece geçiyorlardı. Artık Özlem’in duyduğu sesler Adem ile ilgili konuşuyordu. “ Şu salağa bak, nereye gittiğini bilmiyor ” , “ haah haah haaa işsiiiiiz, işsiiiiiiz ” , “ sen bu yaştan sonra er olarak askere git bak napıyorlar seni ” , “ deli, geri zekâlı Adem ”
13
Adem durdu. Dizlerinin üstüne çöküp ağlamaya başladı. Ağzı hareket ederek konuşan tek kişi olmuştu ” Yeteeeeer, nolur üstüme gelmeyin ”
Adem birden uyandı. Onu uyandıran bangır bangır bağırarak çalan telefonun sesiydi. Mesaj telefon operatöründendi. Geyik bir yeni yıl mesajıydı. Adem ağza alınmayacak birçok küfür ve hakareti art arda ekleyerek ağır konuştu. O esnada Özlem’in gözünün önündeki görüntü yağmur damlaları gibi aşağıya akıp gitti. Yerine salonun görüntüsü yavaş yavaş belirginleşti. Artık baktığı yeri görüyordu Özlem. Dili çözüldü, eli ayağı çözüldü. Gözlerinden yaşlar boşaldı anında. İçine o görüntüde gördüğü onlarca, hatta yüzlerce insanın öfkesi dolmuştu ve yine görüntüdeki Adem’in hüznü ve çaresizliği. “ İlkay ” dedi. Sesi çok kısık çıkmıştı. Onu düşünüyordu ve yanında istiyordu. Çok garip şeyler olup bitiyordu. İlkay’ı düşünürken biraz önce olanların aynısı tekrar olmaya başladı. Gözlerinin görüşü kayboldu, salonun görüntüsü bir perde gibi aşağı indi yine ve başka bir görü doğdu. Bu sefer eli kolu kilitlenmemişti ve sesi çıkıyordu. “ Ne oluyor ? “
Bu sefer görüntüde İlkay telefonda konuşuyordu. “ Ne yüz bin lira mı? Güldürme lan beni. O kitapları ikiden aşağı bırakmam. Tabi. Tamam bana uyar...Herhalde nakit, yok birde çek alacaktım... Tamam hadi canım işim var.’’
Telefonu kapattı. Gün batımına bakan bir bahçedeydi. Kuşlar ötüşüyordu. Bir masa vardı önünde. Masada laptop açıktı. İlkay renkli meyve suyunu yudumladı. Hesap yapıyordu. “ Hmmm, iki yüz bin oradan, beş yüz oradan, eh bir teklikte oradan gelse hmmm... bu ayki masrafım çıkıyor ‘’
Garip bir puro yaktı İlkay. Yalnız çakmak olarak iki yüz Euro kullanıyordu. Başını geriye çevirip eve ‘’ saray yavrusuna’’ baktı. “ Yahu yıllar yılı nasıl yaşamışız öyle ” diye küstahça böbürlendi.
Bunları izlerken bir huzur doldu içine Özlem’in. Evi inceliyordu, eşini inceliyordu. Çok iyi görünüyordu. Üstünde çok güzel spor bir sweat ve yine spor bir pantolon vardı. Ayaklarında bir şey yoktu. İlkay çimlere basarak çalışırdı bahçesinde. Uzamış saçlarını arkadan at kuyruğu yapmıştı. İşine dönüp laptopta bir şeyler yapmaya koyuldu. Ekranda program ismi olarak “ Pixar İmagination ” yazıyordu. Alt başlık “ Nail Baba ve Geyikleri ” idi ve bir animasyon oynuyordu gerçeğe çok yakın, ama sevimli tiplerle dolu bir şeydi bu. İlkay bir zamanlar çocuklar için hikaye kitabı olarak hazırladığı Nail Baba’nın filmini yapıyordu Pixar firması için.
Neşe ile gülümsedi Özlem. Görüntü yerini gerçek dünyanın görüsüne bıraktı. Hala gülümsüyordu Özlem. Adem’i gördüğü hüzünlü görüntülerin düşüncesi yerini bu görüntülerin neşesine bırakmıştı. “ Onların rüyalarını görüyorum ”
14
5: YILSONU
BİLİNMEYEN BİR YER
Sadece mumlarla aydınlatılmak istenmiş bir oda. Ya da tam olarak aydınlatılmak istenmemiş bir oda. Odanın içerisinde sadece üstünde telefon bile bulunmayan, üstünde çalışılmadığı çok belli olan büyük bir çalışma masası, görkemli bir koltuk ve yanan bir şömine. Oda içindeki eşyalar bakımından bunlardan ibaretti. Tüyler ürpertici bir yerdi aslında ama buraya girip çıkan kişi pekte tüyleri ürperecek türden birisi değildi. Ne önceki hayatında ne de şimdi...
Şömine tam masanın arkasında duruyordu. Bu çalışma masasını kullanan; en azından o görkemli sandalyesine oturup masasına kollarını dayayan ya da ayaklarını uzatan kişi sıcağı çok seviyor olmalıydı. Odayı barındıran büyük şatodan bozma evin sadece bu kısmında çatı camdan yapılmıştı ve puslu havada dolunay kendisini belli ediyordu içeridekilere. Masanın başında, görkemli koltukta oturmakta olan adam koltuğu ters çevirip, yüzünü şömineye dönmüş ateşi seyrediyordu ve o konuşurken arkasında el pençe divan dinlemekte olan kişiye bakmıyordu bile.
“ Söyle bana Cornelius, hadi söyle bana. Neye inandığını söyle ”
Adam ellerini önde kavuşturmuş ayakta duruyor, kendisine söylenenlerin bir itaatsizlik şüphesi olmaması için yalvarıyordu içinden. Cornelius günleri yılları pek saymazdı ve bu yüzden hatırlayamadığı kadar uzun zamandır Efendisine hizmet etmekteydi ve böyle bir şüphe bile aşağılanma sayılırdı. İnancı hakkında şüphe. Kocaman kara gözlerinde bir alev ışıdı. Ama bu iri yarı adam karşısındakinin arkası dönük olmasına sevindi aynı anda. Bu anlık düşünce öfke olarak yargılanabilirdi ve Cornelius’un içinde böyle bir düşünce yoktu. Yapısı gereği sorgulanmaya karşı bir alerjisi vardı belki de. Bir anda fazla düşünmemesi gerektiğini, bir an önce cevap vermesi gerektiğini düşündü. Uzun bir sessizlik olursa Efendisi kendisine karşı “ şüphe ” duyduğunu düşünebilirdi. Buda Cornelius’un olmasını istemeyeceği bir şeydi.
“ Size ve hükmünüze Lord’um ”
Sesi onlarca kişinin sesi gibi çıkmış ve odada yankılanmıştı. Efendisi gibi sakin konuşabilmeyi hiçbir zaman beceremezdi zaten. Gücünü görüntüsü ile olduğu kadar sesiyle de belli etmekten hoşlanıyordu. Başını öne eğdi.
Adam elini şömineye biraz daha yaklaştırdı. “ Hiçbir zaman istediğim gibi birisi yapamadım seni. Bu benim hatam Cornelius, senin hatan değil ” Cornelius bu kadar ucuz kurtulduğuna sevinmişti. “ Size layık olamadığım için af dilemeyeceğim lordum, çünkü bir şeyin faydası yoksa uğrunda çaba sarf etmenin de gereği olmadığını sizden öğrendim ”
Şeytani bir gülümseme belirdi adamın yüzünde. Her zaman almak istediği cevapları duyduğunda böyle olur, hoşuna giderdi. “ Gören göz, Cornelius. Gören Göz. Açıldı. Esen rüzgarların hepsini hissettim. Görüntülerin tümünü havada bir kağıt parçasını ona taşırmış gibi taşıdılar. O şımarığın varlığını uzun zamandır bu kadar yoğun hissetmemiştim. Söyle bakalım, onu buldun mu Cornelius? ”
Elini ateşin üstünde tutmaya başladı. Ateş eline doğru yükseldi ve iyice harlandı. Sanki adama kendisini sevdirmek isteyen bir kedi yavrusu gibi elinin altında süzülüyordu şöminenin ateşi.
15
Yer yarılmamış ve Cornelius içine girememişti. Hayır bu sefer istediği olmadı ve Efendisinin ses tonundan kolay kurtulamayacağını hissetti. “ Hayır lordum bulamadık ” Adam ayağa kalktı. Yüzünde şeytani bir şeyler belirdi ama bu kesinlikle bir gülümseme değildi. “ Başarısızlıklarına ortak koştukların kim Cornelius? Bulamadık derken kendin hariç bahsettiklerin... Bunlar kimler? Ben senden başka kaç kişiyi işaret ettim, kaç kişiye bu kadar büyük onurlar bahşettim ve siz Cornelius, siz kaç kişi birden çalıştınız ve bulamadınız? ”
Söyleyecek hiçbir şey yoktu. İşler bir türlü yolunda gitmiyordu. Kahinler doğru bir adres verememişti ve bu yüzden Cornelius birçok insanı boşu boşuna öldürmek zorunda kalmıştı. Çünkü doğru kişiler ölmüş olsaydı şimdi Gören Göz açılmış olamazdı. “ Cornelius, Cornelius ben senin içinden geçeni bilirim. Bilirsin ki gözlerim asıl amaçları görmek olmasa bile yine de baktığı zaman çok şey görürler ” Adamın bet yüzü gözlerinde yanan ateşle aydınlandı. Odanın duvarları bile ürkmüştü. “ Hüküm günü geldi Cornelius. Gören göz hiçbir şeydir. Bir insandır sadece. Hiçbir gücü yoktur, gelir bakar ve gider. Ama yaptıklarımı ondan saklayacak bir güçte yok niyeyse ve ben Cornelius izlenmekten hiç hoşlanmadığımı keşfedeli güneş binlerce kez doğdu battı burada ”
Bir anda adamın üstündeki ceket sırt tarafından önce duman çıkartmaya sonra da yanmaya başladı. Lime lime olup üstünden gömlek ile birlikte döküldüğünde sırtından çıkmış ateşten iki uzantı belli oldu. Pekte belli olmayacak şeyler değildi zaten. Alev alev yanıyorlardı. Bu uzantılar sırtından dışa doğru bükülerek ayak bileklerinin hizasına kadar yere iniyordu. Birden hareket eden ateşin harlı sesi odada yankılandı. Bu iki uzantı yanlara doğru büyük bir hızla açılarak iki görkemli kanat oluşturdu. Açılırken kor parçaları odanın her tarafına savrulmuştu. Cornelius üstüne gelen ateş parçalarından zor sakındı. Odanın içerisi birden fazlasıyla ısınmıştı. Adam dönerek yüzünü Cornelius’a çevirdi. Cehennem ateşlerinden yapılmış iki görkemli kanatın ortasında, ışıldayan alevlerin sıcaklığı ile adamın yüzü bulanık olarak göründü ve bu izlenmekten hoşlanmayan adam bakan hiç kimsenin gözlerini ayıramayacağı bir görüntüdeydi ve yüzündeki siluet hiç hoş değildi. Cornelius bir bacağının üstünde diz çöktü ve başını öne eğdi.
“ Bul onu Cornelius ”
***
16
Adem bir yandan rüyasında gördüklerini bir yandan da içinde kola şişelerinin olmadığı cehennem görüntülerini düşünüyordu. Her zaman garip bir kişi olmuştu ama başına gelecekleri bile bile Cehenneme gitmeyi isteyecek kadar garip kaç kişi olabilirdi ki dünya üzerinde yaşayan veya yaşamış olan? ” Benim yanmam uzun sürer ” Bu lafı söylerken kaç kişi gülümser hele de Adem’in gözünde canlananları gözünde canlandırabilen. Yattığı yerde tavana bakarak düşünüyordu ” Kıyamet kopar, hesaplar görülür ve işte cehennem, boooom ordasındır. Vay be. Kalu Bela’da imansızlık edecek bir şey mi yaptım acaba, ya da ortamın ciddiyetine karşı çıkacak bir şey mi yaptım? Bu dünyam lanetlenmiş, öbür dünyam desem bunları düşünürken bile dibine dibine odun atıyorum anasını satayım. Keşke mazoşist olsaymışım, en azından tadını çıkarırdım öbür tarafta ” Gülümsemekten vazgeçti. Düşünceler gitgide tatsızlaşmaya başlamıştı. Mutsuzluğu yüzünden okunuyordu. Bir erkeği bu dünya da iki şey mutlu ediyor. Para ve kadın. Paran varsa mutluluğu duyguları satın alırsın. Kötü duyguları da uzak tutarsın. Öyle duygular ki neyse parası vereyim uzak dursun tarzı duygular. Mesela bakkalın önünden rahat geçmek diye bir duygu vardır. Ya da muhtardan icra kağıdı almak zorunda olmamak. Evet duygular böyle satın alınıyor olmalı. Bir otobüs fazladan binip para harcamamak için 25 dakika yürümek zorunda kalmamak. Bu duyguyu taksiye ödediğin para ile satın alırsın. Ya da kaza geçirirsem öleyim, yoğun bakıma falan girmek zorunda kalmayayım da günlüğü 2 bin liradan masraf olmasın düşüncesi. Evet param olsaydı zevkle yoğun bakıma girmek isterdim. O milyarlık trilyonluk aletler sanki değerli bir bokmuşum gibi beni yaşatmaya çalışsaydı bu hoşuma giderdi. Para duyguları satın alıyor. Paranın satın alamayacağı duyguları ise kadın veriyor. Gerçek bir kadın. En güçsüz anında bile sana inanan bir kadın. Nasıl intihar edeceğini düşünürken bile seni bundan vazgeçirebilen ve gülümsetebilen. Evinin her köşesine, salona, mutfağa hatta banyoya bile kocaman bir resmini koyup baktığın her yerde görmek isteyeceğin bir gülümsemeyi sadece O verebilir. Bu dünya da gerçek mutluluk bu ikisinden geçiyor. Para ve Kadın. Diğer her şey, hatta evlat sahibi olmak bile. Hem de tam olarak ikisi birden olması lazım. Karın vardır paran yoktur, ya o çocuk doğmaz kürtaj olur, ya da olmadık şekillerde doğum olur, ne çocuk kalır geriye ne annesi. Para olmadan kadınla mutluluk. İmkansız. Hadi diyelim karın gözü tok bir insan, hiçbir eksiğini yüzüne vurmuyor. Parmaklarının tek taş yüzüksüz olması, mücevher, elbise gibi dertleri yok. Soğan ekmek yemek ile ilgili bir sıkıntısı yok. Televizyon plazma olmasa da, araban olmasa da gülümseyecek ve gülümsetecek birçok şeyi bulabilecek bir kadın. Dünyanın en iyi insanlarından biri derim ben. Ama dünyanın en iyi insanlarından birine revamı bu? Onu hakkettiği gibi yaşatamadan mutlu olunabilir mi? Para olmadan? Hayır. Benim karım neden çalışmak zorunda kalsın? Aslında ben bile neden çalışmak zorundayım? Para için. Para ve kadın. Bu ikisi ile bir erkek mutlu olur. İkisine birden ulaşmak mümkün mü? Sadece birisi ile olur mu? Parayla kadın bulursun ama ya eş? Paraya bakan kadından eş mi olur? O bana değil parama yar olur! Yok yok parayla hayat arkadaşı bulamazsın. Peki kadın ile para... bulursun ama amacın mutlu bir godoş olmaksa anca eee tabi olur. Ya da zengin bir kadın ile evlenmek. Böyle yaşını başını almış oturaklı. Para kazanmak ile ilgili dertler olmazdı ve boş zamanlarımı, yani hayatımı yapmayı istediğim, yapmam gereken şeylerle harcardım. Ayrıca sünnettir. Peygamber de kendisinden yaşlı ve zengin bir kadın ile evlenmişti. Gülümsedi kendi kendine ama bu gülümseme çok dayanmadı. Nerden nereye. Kıyameti, cehennemi düşünürken aklına geride bıraktıkları geldi. Geçmişin hayaletleri, artık çok uzakta kalmış bir siluet. Belki ilk zamanlar para olmadığı için mutsuz olurlardı ama oda elbet gelirdi. Bunları düşünmek istemedi. Başını öne eğdi. Bilgisayarda müzik çalıyordu ve listede şarkılar ağırlaştıkça Adem daha kötü şeyler düşünmeye başlamıştı. Biten şarkının ardından başlayanı Adem’i baya bir kırdı...
Ben senden önce de yaşıyordum,
Senden sonrada yaşarım.
Hiç düşünme tüm Dünyayla,
Tek başıma savaşırım.
Ben zaten hep savaşıyorum,
Senden sonra da savaşırım
Hiç düşünme hayatımla,
Elbet bir gün uzlaşırım...
Adem bir yandan kısık bir sesle soliste eşlik ediyordu. “ Hiç düşünme tüm Dünyayla tek başıma savaşırım ” dedi ve sustu. Daha fazla devam etmek istemedi. Başını öne eğdi.
17
* * *
Görüntüler bitmiş, eli ayağı çözülmüş dili açılmıştı. Dakikalar boyunca süren görüntüler zamana kafa tutarak bir saniye bile sürmeden gözlerinin önünden geçip gitmişti. Ne ilk anda atmak istediği çığlığı atıyordu ne de oturduğu yerden ufakta olsa hareket ediyordu. Ne düşüneceğini, ne yapacağını ne edeceğini bilemiyordu. Oda sanki üstüne üstüne geliyordu ve kendisini çok farklı hissediyordu. Titremeye başladı. Kendi evini sanki hiç görmemiş gibi tekrar inceliyordu. Görüntüde bir farklılık yoktu. Bir rüyanın ya da kabusun içinde değildi bu kendi evinin salonuydu. Tekrar sakinleşti. Hemen oturduğu yerden kalkıp İlkay’ı uyandırmak için içeri gitti. Birkaç dürteleme yetmişti. “ kalk İlkay, çok garip bir şey oldu ”
Özlem hararetle anlatıyordu. Görüntülerin nasıl başladığını, onu nasıl uzun saçlı bir bahçede laptop başında çalışırken gördüğünü, evi falan anlatıyordu. İlkay dikkatle dinledi. İçinden geçen tek şey bu rüya olayının çığırından çıktığıydı çünkü Özlem’in anlattıklarından hiçbir şey anlamıyordu. “ İyice sinirleri bozuldu, halüsinasyon görüyor olmalı ” diye geçirdi içinden. Özlem gözlerini kocaman açmış hayret ve hararetle anlatıyordu. Adem ile ilgili görüntüleri de anlattı ve son sözünü söyleyip sustu. “ Noluyor İlkay ”
“ Nolacak gündüz rüyası görüyorsun ” Uzun zamandır Özlem bu kadar hayal kırıklığına uğramamıştı. Nasıl inanmazdı kendisine. İşte onun gördüğü rüyayı olduğu gibi anlatmıştı ya. “ Allah kahretsin ” İlkay rüyayı hatırlamıyordu. Öyle ki Özlem tek tek her ayrıntısına kadar anlattığı halde bir şey uyandırmamıştı. “ Hatırlamıyorsun herhalde, tam sen uyuyordun, ben seni düşününce birden bu sefer senin rüyana bağlandım resmen, belki de geleceğimizi görüyordun ” İlkay bu kadarına katılamayacaktı artık. Gözlerini kapattı. “ Evet geleceğimizi görüyorum. Bir taksideyiz, taksiden iniyoruz. Bir sedye geliyor ve doktorlar seni alıyorlar. Bende nıhıhahahahh diye gülüyorum, tamda düşünen adam heykeline bakarken, BAKIRKÖY’DE ” Haince gülüyordu. Özlem ise sinirlenmişti. Çok ciddi bir şey yaşıyordu ve çok ciddi bir şekilde bunu eşine anlatmıştı ama inandıramamıştı. Banyoya gitti ve aynada kendisine bakmaya başladı. Toplayıp topuz yaptığı saçlarının boyunduruğu olan lastikten sıyrılmayı başaran birkaç saç telinin arasında bir tanesi beyazdı.
Özlem ilk beyaz saç teli ile karşılaştı saçları arasında. Başını yitik bir hisle yana çevirip burnundan nefes verdi.
Bu arada İlkay’ da Adem’i aramıştı yine.
“ Alo, Efendim abi. Efendim, ha yok uyuyordum da uyandım oldu biraz. Tamam abi. Abi hayır bir şey olsun gözünü seveyim hayır bir şey olsun, geldim abi. 15 dk. sonra ordayım ”
18 dakika sonra…
18
Özlem gördüklerini anlatıyordu ve bunları anlatırken sanki o görüntüleri yaşıyordu. Bunun kendisine hissettirdikleri ile ilgili yorumda ekliyordu. İlkay ilk başta gülücükler atarak dinliyordu Özlem’in anlattıklarını ama Adem’in dinlerken yüzü gitgide ekşiyince bu keyfinin de içine edildi.
“ Üstüne gelen insanlar konuşmuyorlar, yani ağızları burunları oynamıyor ama sesleri dalga dalga geliyor böyle nasıl söyleyeyim sana çağlıyor sesleri. Onlarca, yüzlerce ses. Çok öfkeliler Adem. Hepsi birilerini öldürmekten, vahşetten bahsediyorlar. Kimi kadın kocasını öldürmekten bahsediyor, çoğu adam birilerini cezalandırmaktan, zarar ziyan vermekten bahsediyor. Hepsi yokuştan aşağı yürüyor, bir tek sen yukarı yürüyorsun. Bu insanlar bir çığ gibi üstüne yıkılıyor sanki. Yanından geçerlerken sana kötü kötü bakıyorlar ”
İlkay daha fazla duramadı. “ Adem söylesene oğlum, sen gördün mü böyle bir rüya şimdi? ”
“ Bir dakika abi ya dur ya bu ne ya... “
Özlem devam etti. “ Sen çok üzgünsün, çaresizce yürüyorsun yukarı doğru. Sonra herkes senin hakkında konuşmaya başlıyor. Kimisi işsiz güçsüz diyor, kimisi hakaret ediyor falan. Sende bardak taşıyor. Bağırıp yeter üstüme gelmeyin diyorsun. Böyle bitti zaten ”
Adem donup kalmıştı. “ Abi ben bir kağıt kalem alayım ” İlkay’ın odasına girdi üstündeki şaşkın bakışlar eşliğinde. “ Ne oldu buna be, ne kağıt kalemi Adem söylesene gördün mü görmedin mi? ” İlkay şaşırmıştı. Adem kalem ve ufak bir kağıt parçası ile geri geldi. Yerine oturdu. Çayından bir yudum alıp söze girdi. “ Abla sayısal lotonun numaralarını söylersin şimdi bana dimi? Bir kerelik ben vurayım, sonra hepsi sizin zaten ” Özlem gururla gülümsedi, “yaa İlkay, gördün mü? Doğru muymuş? ” Espri etkisini yitirince Adem kağıt ve kalemi elinden bıraktı ve kollarını havaya kaldırıp eğilip kalkmaya başladı. Saygı içinde tapınıyordu gülümseyerek “ abla büyüksün, saygılar duyuyorum, tek bir saygı değil çoğul, defalarca farklı farklı saygılar duyuyorum. Sonunda yükseldin aramızdan ve yüce bir varlık oldun, belliydi zaten, bravo ”
Huzurlu gülümsemeler fazla uzun sürmez bu şehirde, öyle de oldu yine. İşin eğlencesi yavaş yavaş geçti. Bu iyiye işaretmi kötüye işaret mi? Sorulan soru buydu. Herkes birbirine baktı. Hey gidi hey, ne iyisi? Başına en son kimin iyi bir şey geldi ki bu üçlünün? ” İyiye mi işaret, kötüye mi? ” sorusunun düşündürdükleri gitgide moral bozmaya başlamıştı.
“ Peki abla geleceği de görüyor musun acaba, yoksa sadece rüyalar mı? Yani başkalarının rüyalarını görmek kime ne kazandırır ki? Ya da kazandırmalı mıdır, ne işe yarar böyle bir güç. Bundan başka şeylerde olmalı” Adem birden işgüzarca garip bir düşüncenin içine girdi bu soruyu sorarken. Salonda oturan 3 kişide aynı rüyayı görmüştü. Bu kişilerden biri birdenbire bir güçle dolmuştu. Neden kendisi de bazı güçlerle dolmuş olmasındı ki?
“ Bilmiyorum, şimdilik olanlar bunlar. Birde sanki bir gariplik var hislerimde. Yani şöyle söyleyeyim Adem sana bakıyorum şu an ve sanki senin şu an ne hissetmen gerektiğini biliyorum. Yani nasıl söyleyeyim, hislerini hissediyorum sana yoğunlaştığım zaman. Ya da İlkay’a bakıyorum şu an. İçime sonsuz güven doluyor. Çünkü hislerim bana onun bu olanlar hakkında, bana olanlar hakkında endişelendiğini ve benim için korktuğunu görüyorum. Bana kötü bir şeyler olduğu ile ilgili şüpheler dolanıyor içinde, doğru mu İlkay? ” İlkay tamamen katılıyordu hayretler içinde.“ Doğru, vallahi de doğru, billahi de doğru. Bir deneme yapalım, ne düşündüğümü tahmin et şu an ” Gözlerini kapattı. Gözünün önünde bir cisim canlandırıyordu. Özlem dikkatle baktı sonra gülümsedi ” bir kangal bol krokanlı kestel olabilir mi?”
İlkay gözlerini kocaman açtı. “Vallahi doğru” ardından da bastı kahkahayı. Özlem devam etti. “ Bunu göremedim canım, göremeyeceğimi de biliyordum hatta ama tahmin etmek zor değil. Geleceği görebildiğimi veya insanların zihnini okuyabildiğimi sanmıyorum arkadaşlar. Sadece hisler ve rüyalar. Ve şunu söyleyeyim bu yılbaşı ile ilgili hiç iyi şeyler hissetmiyorum. Bir şey olacak... “
Adem ve İlkay hala gülüyorlardı. “ Abi tahmin etmesi zor değil, benimde aklımdan o geçti. Böyle bol krokanlı dumanı üstünde, ehe eheh hehehe.” Bu aralarında yaptıkları iğrenç bir şakadan başka bişey değildi.
Konu tekrar ciddiye dönmeden önce uzun bir süre daha gülmeye devam ettiler. Böylesi zamanlardan önce gülebilmek güzel bir şey olmalıydı. Hala gülmekteyken Adem ” Yılbaşı değil abla, yıl sonu. Sonyıl hatırlasana ”
19
6: SON GÜN
Cornelius Efendisinin huzurundan çekilmişti. Hiçbir işe yaramayan kahinleri nasıl öldüreceği ile ilgili fanteziler kuruyordu yürürken. Efendisi son yaklaştığı için artık içindeki ateşi fazla saklayamıyordu. Tüm olacakları önceden biliyordu. Her şey o nasıl söylüyorsa aynen öyle oluyordu. Gören gözde açılmıştı. Bunun mahsurunu düşünüyordu. Yani bir şahit neyi değiştirir? Olsa ne olur olmasa ne olurdu ki?
Kahinlerin odasına doğru yönelmeden önce yolunun üstündeki balkondan dışarıya çıktı. Etrafta içinde bulundukları görkemli evin haricinde hiçbir insan yapısı yoktu. Bu ev eski bir şatoya benziyordu. Bahçesinde Pagan sembolleriyle süslü heykeller ve melek betimlemeleri vardı. Hepsi de günlerdir yağan kar ile süslenmişti. Derin bir nefes çekti Cornelius. Uzaklara baktı, etrafı inceledi. Efendisi taşın, toprağın ve cansız bilinen tüm nesnelerin bir hayatı olduğunu söylemişti ona bir zamanlar. Onun söylediğine göre hepsi etraflarında olan bitenin farkında olsalar bile genelde rüyalarla dolu sonsuz bir uykudaydı. Efendisi cansız şeyleri çok seviyordu. Bunu sık sık dile getirirdi.
Cornelius bahçedeki savaşçı melek heykeline bakıyordu. Bu heykel çok uzun bir zaman önce büyük bir sanatçı tarafından Efendinin onuruna yapılmıştı fakat literatüre girmemişti. Yapılış sırasına, yani tarihine göre Raphael’in tüm eserlerini sayabilecek pek çok sanat tarihçisi olmalıydı. Ama hangisi bunu bilebilirdi ki? Kimse bu büyük sanatçının bu heykeli yaptığını bilmiyordu. Heykel kanatlarını tehditkar bir şekilde açmış yüzünü aşağı çevirmişti. Öfkeli bir şekilde yere bakıyordu. Cornelius “ bu heykel rüyasında ne görüyor acaba ” diye düşündü. Bir sigara koydu ağzına. Kahinler birkaç dakika daha yaşayacaktı. Cebinden çakmağı çıkardı. Çaktığı anda elindeki zippodan normal şartlar altında çıkamayacak kadar yüksek bir ateş çıktı. Neredeyse evin yüksek tavanına kadar yükseldi. Cornelius korku ile sigarayı ağzından düşürdü. Ateş küçüldü. Cornelius çakmağa bakıyordu. Ateş tehditkar bir şekilde dans ediyordu çakmağın üstünde. Kapatıp cebine koydu.
Sert bir tekme ile odadan içeri girdi. Kahinler geniş odanın içerisinde ortada çok büyük bir ateş yakmış, ateşe bakarak transa geçmişlerdi. Büyük bir salona benzeyen bu eşyasız odanın duvarı ateşin oluşturduğu is ile kararmıştı. Ateşin etrafında biri diğerlerinden farklı 5 kahin vardı. Yüzleri giydikleri kalın siyah cübbenin tüm başlarını kapatan kukuletasının arkasından silik bir siluet gibi görünüyordu. Yüzlerini saklamak iyi bir fikir ve yerinde bir karardı çünkü o belli belirsiz siluetten bile pek sevimli olmadıkları ortadaydı.
Cornelius kahinlerin Efendisine yöneldi. İçlerinde en sevimsiz olanı bu olmalıydı. Cübbesi diğerleri gibi düz siyah değildi. Üstünde garip işlemeler vardı ve bu işlemeler cübbenin yüzeyinde devamlı olarak hareket ediyordu. Hareketler dikkatli izlendiğinde bir ateşin tutuşurken yaptığı hareketlere benzer hareketler oluşturuyordu. Kukuletanın arkasında ise yüzüne dair hiçbir şey belli olmuyordu. Tabi bir yüzü vardıysa...
Gırtlağından yakalayıp havaya kaldırdı. Ayakları yerden kesilmişti. Ateş sönükleşti. Diğerlerini tek bir bilinçte toplayan Efendiydi. O koptuğu ve gerçek dünyaya döndüğü anda diğerlerinin de yankılar alemiyle olan bağlantısı kopmuştu. Geçtikleri transta gördükleri dünyaya bu ismi veren kahinlerin Efendisiydi. Onlar olacak olanların değil zaten olmuş olanların kahiniydi bu alemde. Gerçek dünya da geleceğin, Yankılar Aleminde geçmişin kahinliğini yapmaktaydılar. Ateşin nezdinde seyrettikleri şey, Yankılar Alemi gerçek dünya da söylenen her şeyin, olan her şeyin birkaç kez tekrar tekrar oluyormuş gibi göründüğü bir alemdi. Doğru yere bakıldığı zaman her şey görülebilirdi. Ama kahinler bir türlü “ gören göz” ü bulamamışlardı. Cornelius’ta bu yüzden buradaydı. “ Her biriniz için 1 sene yaşlı cadı. Bu kadar vakit ve ne sonuç alıyorum. Sıfır. Bakan körlüğünüz yüzünden boşu boşuna kaç insanın Azrail’i oldum. Ne için? Bu kadar çabayı ne için harcadım. Hiçbir şey. 5 senedir sizi bekliyoruz. Seni lanetlenmiş cadı. Dilindeki zehri akıtmadan konuşabilecek misin? Sakın kendini savunayım deme, son sözlerin. Ölç, tart öyle cevap ver ” Bunu söyler söylemez Cornelius kahini elinden bırakmadan duvara doğru yürüdü ve onu duvara çarptı. Hala gırtlağını sıkıyordu ve kahin hala yere ayak basamıyordu. “ Bir sene içinde bir kahin gören gözü bulacak. Kehanetim budur ” Cornelius iyice sinirlenmişti. Diğer kahinler dikkatlerini ateşten çevirip olanları izliyorlardı, ölüm sessizliği içerisinde.
20
“ Her biriniz ayrı ayrı bir seneyi doldurdunuz ” Kahin bir insandan çok daha fazla dayanmıştı. Başka bir varlık olsaydı Cornelius’un pençesinin arasında çoktan ölmüştü. Ama kahin başka bir şeydi. Ama yine de Cornelius’un öldüremeyeceği bir şey değildi. Canının yavaş yavaş bedenini terk etmeye başladığını hissediyordu. Kendisi bilmiyordu ama ruhu bu lanetlenmiş bedeni terk etme zamanının geldiğini düşünerek çok uzun yıllardır ilk kez mutluydu.
“ Hala zaman var Efendi Cornelius ” Gözleri kararmaya başladı. “ 24 saat ” Sesi sanki o bedenin içinde, çok uzaklardan gelen yüksek bir ses gibiydi. Çok yüksek bir sesin sadece az bir kısmı duyuluyordu sanki kahin konuştuğu zaman. Cornelius kahinin gırtlağını sıkan elinde bir ıslaklık hissetti. Kahin’in ağzının olması gerektiği yerden aşağıya eline doğru kahverengiye yakın bir sıvı yürüyordu. Elinin bileğinden yere damlamaya başladı. Yere vuran her damla duman çıkarıyor, asit etkisi gösteriyordu. Cornelius’un ise elinde bir erime yoktu. Yüzünde acıya dair bir ifade yoktu. Cornelius’un canını yakacak bir şey hiç olmamıştı şimdiye kadar.
Kahin konuştukça dilinin zehri sızıyordu. “ Seni lanet... “ duvara vurmaya başladı. İnsanlığından geriye sadece tek bir duygu kalmıştı. Nefret... ve Cornelius işte tam bu yüzden kahinlerden nefret ediyordu. Onları pis bir hayvan olarak görüyordu.
Ateşin başındaki diğer 4 kahin başlarını öne eğdi. Öleceklerini görmüşlerdi. Kahinlerin Efendisi ise acı çekiyor, gitgide görüşü kararıyordu.
Birden bir insanın çıkaramayacağı iğrenç bir çığlık attı. Cornelius tiksinerek yere fırlattı onu. Kahin odanın köşesine doğru süründü. Yerde iğrenç bir yaratık gibi görünüyordu ama cübbesinin üstündeki işlemeler artık parıltılı bir alev gibi tutuşuyordu. Kahin bir şeyler görüyordu. Ama hiç alışkanlığı olmadığı şekilde bir yandan da tıslayarak konuşuyordu. “ Göz. Görüyor. Bizi seyrediyor. Tüm dikkati üstümde. ’Artık biz yerde kıvrana kıvrana tıslayarak konuşuyordu. “ Gören göz. O artık biliyor. Efendi Cornelius, Göz kapanmalı ” Can çekişiyordu.
Sanki saklanmak ister gibi odanın en köşesine sindi ve ağlamaya başladı. Sindiği yerden dumanlar yükseliyordu. “ Söyle bana ucube, göz nerede ” İfrit yerde sürünüyordu. Kuduz bir köpek gibi yere salyalar akıtıyordu. Bir şeyler söyleyecek oldu ama söyledikleri anlaşılmıyordu artık. Bunu fark etti. Artık anlaşılır cümleler konuşacak takati kalmamıştı. Ruhu yavaş yavaş ama neşe içinde bedenini terk etmeye başlıyordu.
Çevik bir hareketle sağ kolunun altından, cübbesinin içinden bir hançer çıkardı ve kolunu sıvadı. Tüysüz ve simsiyah sıska bir kolu vardı. Derisi damarların üstüne yapışmış gibi duruyordu. Hançer ile kolunun üstüne bir şeyler yazdı ve birden taş kesildi. Ölüyordu. Yavaşta olsa hala tükürüklü bir nefes alışveriş duyuluyordu. Kollarından siyaha yakın renkte pis bir kan akıyordu. Ama öyle bir kan ki bu; çok uzun zaman önce içte kanayıp beklemiş, durduğu yerde irinlenip kararmış pis kana benziyordu. Cornelius cebinden bir mendil çıkarıp kolun üstündeki kanı sildi. Kahinin koluna kazıdığı şey gören gözü nasıl bulacağı ile ilgili görebildiği bilgilerdi. Birkaç saniye baktıktan sonra Cornelius kolu bıraktı. Cansız kol yere çarptı. Kahin artık ölmüştü.
Cornelius istediğini almıştı. Kahinlere de gerek kalmamıştı. “ Sona gelindi, bundan sonra görülecek bir şey kalmadı. Ne sizin için, nede daha fazlasını görmeye meraklı olan gözler için ” Etraflarında dolaşarak hepsini tek tek ateşin içine doğru tekmeledi. Kahinler herhangi bir çaba göstermediler bu feci sona maruz kalmamak için. Çünkü onlarda faydası olmayacak şeyler için çaba sarf etmeye gerek olmadığını iyi öğrenmişlerdi. O büyük saygı ve sevgi duydukları ateş, taptıkları ateş şimdi canlarını alıyordu. Küçük çocuklar gibi ağlaya inliye ölüyorlardı. Üstündeki cübbeler yanıp kül olduktan sonra deforme vücutları ve yüzleri belli oldu ateşin içinde. Çok çirkinlerdi. Çok fazla çirkinlerdi. İnsan denmeyecek kadar. Cornelius yılanın başını da ateşin içine attı ve sadece zevk için kahinlerin yanışını vücutları iyice kızarana, çıtırdayana kadar izledi. Hiç kimsenin solumak istemeyeceği iğrenç bir kokuya bulanmış havayı soluyordu. Bir sigara koydu ağzına. İşte şimdi zevk ile içebilirdi. Ateşe doğru uzattı kafasını. Ateşin en kenarlarında kalmış kahinlerden birinin kor olan yüzüne ucunu değdirerek yaktı sigarasının. Derin bir nefes çekti ve kahinlerin pis vücutları ile iyice harlanan ateşe doğru üfledi. “ Gidiyoruz ” Geniş odanın içinde hiç kimse yoktu ama yine de bunu duymasını istediği kişiler duymuştu...
21
* * *
Gecenin geç saatleri olmuştu. Hala konu aynıydı. “ Neler oluyor? ” Yapılan tüm konuşmalar tek bir şeyi işaret ediyordu. Kıyamet. Rüyalar ile ilgili çözülmez bir muamma dönüyordu ortada ama zaten rüyaların kendisi çözülmez muammalar değil miydi? Özlem “ görmeye ” başladığı için ortak gördükleri rüyayı diğerlerinin görmesini sağlayanda o olmalıydı. Belki bu kendi rüyasıydı ve İlkay ve Adem’e onların tabiatınca göstermişti bu görüntüleri. Bilemiyordu. Ama bu rüyalar gelecekten fısıltılar içeriyorsa yine konu dönüp dolaşıp kıyamete geliyordu.
Dinimizde söylenen alametlerin hiç birisi gerçekleşmedi. Ben kıyamet olacağını sanmıyorum. En azından şimdilik ” İlkay kendini rahatlatmaya çalışıyordu böyle düşünerek. “ Doğru, hani Dabbet-ül Arz, hani Deccal? ” Adem bildiği diğer alametleri hatırlayınca “ ama ” diyerek söze girdi ” Ama abi sadece onlar değil ki? Felaketler var, sonra depremler var. İnsanların çok fazla ahlaksızlaşacağı, tecavüzlerin, sapıklıkların artacağı da alamettir ve her gün haberlerde başka bir pislik duymuyor muyuz? ”
Kafası yaşadıkları yüzünden allak bullak olan Özlem katılmadan edemedi. “ Doğru. Ben çok kötü şeyler hissediyorum. Ben... Ben... “ Gördükleri bir anda değişti. Birini, ya da bir şeyi gırtlaklayan bir adam görüyordu. Uzun boylu, kem suretli bir adamdı bu. Yüzü aldığı yara ve darbelerle haritaya dönmüştü. Gözleri bir kurukafanın çok derinlerine gömülmüş iki küçük karaltı gibiydi. Gırtlağı sıkılıyordu sanki Özlem’in. Adam her kimi gırtlaklıyorsa Özlem kurbanın gözlerinden görüyordu. Adam tiz bir çığlık atarak köşeye çekildi sanki saklanmak ister gibi. Özlem o an siyah cübbe giymiş bir adamın gözünden olanları gördüğünü anladı. Burnuna iğrenç bir koku geldi. Çürümüş et kokusu diye isimlendirdi beyni aynı anda. Bu kişi o pis cübbenin içinde böyle kokuyor olmalıydı. Kıyafetinin üstünde alevler oynaşıyordu sanki. Onun gırtlağını sıkan adam bir şeyler söylüyordu, cübbeli adamda bir şeyler söylüyordu ama Özlem bunları anlamıyordu çünkü konuşma Türkçe değildi. Sonra bir hançer gördü. Siyah bir kol ve üstüne kazınan garip harfler. Konuşmayı başka bir dile de benzetememişti o an için ve yazıda hiç tanımadığı harflerden oluşuyordu. Sonra cübbeli adamın ölüşünü, üstündeki ateşlerin soluşunu, uzun boylu kem suretli adamın diğer cübbeli dört kişiyle birlikte onu büyük bir kamp ateşini andıran ateşe atışını izledi. Şimdi gözünden gördüğü adam ateşin içinde çatır çatır yanıyordu ve o öldüğü halde Özlem hala onun açık kalan gözlerinden olanları izliyordu. Neredeyse ateşin sıcaklığını hissediyordu. Kem suratlı adam ağzına bir sigara koydu ve olayları izlediği gözlerin altına dokundurarak yaktı sigarasını. Görüntü silikleşmeye başladı.
Baş kahin gırtlağı Cornelius tarafından sıkılırken ve ölmek üzereyken transa geçmiş ve gören göz ile ilgili sanrılar görmüştü. Neredeyse bilinçsiz hale gelmişti ve o esnada Özlem’de bu sanrıları görmüştü. Tüm olup biteni aslında bir saniye bile sürmedi izlemesi.
Görüntü sonlandı.
22
Özlem sanki üstü başı tutuşmuş gibi, kendini söndürüyormuş gibi hareketler yapmaya başladı. Bir saniye içinde sanki kova ile ter boşaldı üstünden. İlkay “ ne oluyor ” diye müdahale etti ve sakinleştirdi. Ne yapacaklarını ne edeceklerini iyice şaşırmışlardı.
Yüzünü yıkadıktan ve sakinleştikten sonra Özlem gördüklerini anlattı. Hiçbir anlam yükleyememişlerdi. O musibet yüzlü adam kimdi ve kimi gırtlakladı? Kimleri kamp ateşini besleyen odun gibi yaktı? Orası neresiydi? Kimsenin hiçbir fikri yoktu. Artık sinirlerde mahvolmuştu. Özlem daha fazla dayanamayacağını ve uyumak istediğini söyledi. “ ne olacaksa olsun ” İçeri gitti.
Adem güneşin doğmaya başlamasıyla havanın aydınlanmaya başladığını gördü. Deli gibi başı ağrıyordu. Şakaklarındaki damarlar şişmiş ve atarken dışarıdan görünecek kadar titremeye başlamıştı. Ama içinde bulunduğu stres, olan biten garip olaylar; bunlar fazlaydı. Çok fazla...
Yaklaşık 17 saat sonra içinde bulundukları yıl bitecekti. “ Bu senenin son gün doğumu İlkay abi ” İlkay’da oturduğu yerden kalktı. Perdeyi çekip pencereyi açtı. İçeriye keskin bir soğuk girdi. İlkay garip bir ifade ile havaya baktı. “ Sonyıl. Sence bu son yılın son günü olabilir mi? ”
Adem biraz önce kalktığı koltuğa geri oturdu. “ Bazen abi çok kafayı çizdiğim zaman birkaç bira alıp aşağı sahile inerdim ben bir zamanlar. Buz gibi havası olur aşağısının, hele kışın. Bense inadına üstü başı çıkarırdım. Dalgakıran dalgaları bazen kırar bazen kıramazdı. Esen sahil rüzgarı havadaki damlacıklarla beni ıslatırdı. Bense soğuk bira içer ve şarkılar söylerdim kendi kendime. Hep düşünür derdim ki Allah’ım buda mı olacaktı. Bunları da mı görecektim. Ve devamlı dua ederdim başıma bir şey gelsin diye. Ne bileyim tinerci balici bir şey bir musibet gelse de çekse vursa ölsem diye düşünürdüm. Ama bir türlü olmadı gördüğün gibi. Sonra gün doğuşunu izlerdim. Öyle bir dönem oldu ki bu, her gün doğuşunu şaşırarak izledim. Valla bak. Gerçekten güneş doğmaya başlayınca şaşırıyordum. Ya bugünde mi güneş doğdu. Vay be. “ Adem başını öne eğdi. Çok tatsız şeylerin aklından geçtiğini, çok tatsız şeyler hatırladığını anlamak ve görmek için ne kahin olmaya, ne de gören göz olmaya gerek yoktu. İlkay haline üzülüyordu. “ ben birkaç kez dünyanın sonunu gördüm abi. Her ne olacaksa ben beterini gördüm. Dünyanın sonu gelecekse, ve şu an yaşayan nesil bunu görecekse şunu bil ki abi... Sizinki ilk benimki son değil ... “
Adem bir sigara daha içtikten sonra müsaade istedi. Yapılacak bir şey yoktu. “ Dünyanın sonuysa dünyanın sonu. Kıyametse kıyamet. Ne olacaksa olsun, her şey Allah’tan ” Son olarak bunlar konuşuldu.
Evi İlkay ile Özlem’in yaşadığı evin birkaç apartman aşağısındaydı. Ev sahibi tarafından içinden kovuldukları evi. Dışarı çıktığında keskin hava sanki kemiklerine işledi ve bir titreme kapladı. Hızlı adımlarla apartmanına yetişti ve eve girer girmez yatıp derin bir uykuya daldı. Bugün bir an önce bitsin istiyordu Adem. “ Bitse de gitsek ”
23
* * *
Cornelius ve ekibi hızlı adımlarla yürüyorlardı dar sokaklarda. Yanındaki adamlar iri yarı tehlikeli insanlardı. Ama bakıldığı zaman Cornelius diğerlerinden daha cüsseliydi. Etrafından geçtiği insanlar çok rahatsız oluyorlardı. Cornelius etrafına, kendisine bakanlara rahatsızlık veren bir tipti. Adamları da yanında olunca kimsenin bulaşmak istemeyeceği biriydi.
Yanında iki kişi daha vardı. Hepsi de kalın siyah pardösüler giymişlerdi. O kadar geniş duruyorlardı ki “ Allah bilir ne silahlar taşıyorlar o kıyafetlerin altında ” diye düşündü oturduğu balkondan onları izleyen yaşlı adam. Oturduğu apartmanı teğet geçip gittikleri için sevinmişti paranoyakça. Köşenin başında onları ilk gördüğü zaman kesinlikle muhatap olmak istemeyeceği kişiler olduklarını düşünmüştü çünkü...
Öğlen olmuş kahvaltı edilmişti. Alışveriş için İlkay dışarı çıkmak üzereydi. Listeyi inceledi. Yılbaşı’nın ne keyfi kalmıştı ne tadı ne tuzu. Ne bir yere gidecek heves kalmıştı, ne kimseyi çağıracak. Tüm ısrarlarına rağmen Özlem alışveriş için İlkay’a katılmıyordu. Bu garip bir durumdu. Evden dışarı çıkmak istemiyordu Özlem. Aslında İlkay’ın da gitmesini istemiyordu aslında ama ekstra şeylerin haricinde mutlaka alınması gereken ev ihtiyaçları vardı. Hayat devam ediyordu, etmek durumundaydı.
İlkay çıkmadan önce kapıyı hiç kimseye açmaması için tembihledi eşini. “ Özellikle Adem’e ” demeyi de ihmal etmedi. Özlem cevap vermedi. Saçmada olsa bir ihtimal gördükleri rüya gerçek olacak olursa, Adem sapıtacak olursa... Fazla düşünmediler. En iyisi kapı çalarsa bile evde yokmuş gibi davranmaktı. İlkay dışarı çıktı. Bir kez daha dönüp eşine baktı. “ Ben hemen gelicem ” Özlem çabuk gelmesini istediğini söyledi. “ Görüşürüz... “
24
Cornelius elindeki kağıda baktı. Biraz sonra adrese varacaklardı. Adımları hızlandı. Neşesi gayet yerindeydi. Yıllardır bu anı bekliyordu. Efendisi zamanın yaklaştığını, perdelerin kalkıp gözlerin açılacağını söylemişti. Ama gözler görmemeliydi. Bunu sağlamakta Cornelius’un göreviydi. 5 kıtanın 5 kahinini bir araya getirmişti ve eninde sonunda, belki de en son günde bile olsa kahinler Gören Göz’ü açılmadan önce, ya da en kötü ihtimal açıldığı zaman bulacaklarına yemin etmişlerdi ve öyle de olmuştu. Geçen her gün onu bu “ AV ” gününe getirmişti. Şimdi ateşlerin yakılma, canların alınma zamanıydı. Hüküm verildiği zaman şahit olmayacaktı.
Birkaç dakika sonra doğru apartmanın içinde, doğru kapının önündeydiler. İki fedai son bir onay için reislerine baktı. Cornelius başını salladı. Fedailer ince bir kapıyı hafif hafif zorlayarak açtılar. Fazla ses çıkarmadan bunu yapmayı başarmışlardı. Fedailer biri sağa diğeri sola çekilerek Cornelius’un yolunu açtılar. İçeri girdi. “ İşte gören göz. “ Koltukta televizyon karşısında uyukluyordu. Tarife tam olarak uyuyordu. Kapalı olan gözleri de renkli olmalıydı. Cornelius yavaşça elini gırtlağına doğru uzattı. Boynunu birden tuttu ve var gücüyle sıkmaya başladı. Avının gözleri fal taşı gibi açılmıştı ve evet renkliydi. O anda karşısındakinin aradığı kişi olduğunu anladı. Çünkü ruhunun en gizli köşelerinin gün ışığı altında aydınlanırmış gibi izlendiğini hissetti. Gören göz son anında katilini tanıyordu. Aradı, taradı göz. Karşısındakinin bir insan olduğuna dair pek bir şeye rastlamadı hasta ruhunda. Sadece nefret...
Daha fazla sıkmaya başladı pençesinin içindeki gırtlağı. Söz konusu kişi Cornelius olduğu zaman “ tüm gücüyle sıkmak ” deyimi çok büyük bir güç ifade ediyordu. Renkli gözlerin etrafı kana bulandı. Avının nefes alıp vermeyişi çok neşelendirmişti avcıyı. Zihninin içinde yüzlerce kişilik orkestralardan zafer şarkıları çalınıyordu. Birde ıslak sesli bir kadın vokal, yankılı bir Aria ile taçlandırıyordu müziği.
Avcı pençesini gevşettiği zaman, avın cansız bedeni yere düştü. Yüzü mosmor olmuştu. Normal şartlar altında Cornelius uzun süre bu manzarayı seyreder ve bundan hasta bir keyif alırdı ama Efendisine acil olarak vermesi gereken bir müjde vardı. Hiç oyalanmadan olay mahallini terk etti. Kapıyı arkasından kapattı usulca.
* * *
Adem nazlana nazlana uyandı. Oda havasızdı. Dışarısının nasıl olduğunu merak etti. Pencereden kafasını uzattı. Güneş kara bulutların arkasına saklanmıştı. Hava pek aydınlık değildi. Hala yer yer bazı kısımlarda, kaldırımlarda kar vardı. “ Karlı bir yılbaşı ve güneş hanımefendi hazretleri yüzünü göstermeye tenezzül etmiyor. Bari son gün yapma be ” gülümsedi. Bir sigara yaktı. İlk nefes oturaklı gelmişti. Öksürmemek için zor tuttu kendini. Cep telefonunda birçok yeni mesaj vardı. Tüm arkadaşları bir yerlere gidecekti ve onu da çağırıyorlardı. Ama Adem bu davetlerin hiçbirine icabet etmeyi düşünmüyordu. Tek yapacağı kendisini paranoyakça eve kilitlemek olacaktı. Saçma sapan bir şey olacaksa eğer kendisine, yani kan içmek isteyen, beyin yemek isteyen bir zombiye dönüşürse eğer içeride kilitli kalmalıydı. Kendisi hariç kimseye zarar vermek gibi bir düşüncesi yoktu.
Gelen mesajlardan bir tanesi İzmir semalarındandı. Samara. Telefonuna böyle kaydetmişti numarayı. Numaranın sahibi de genelde bu nickname’i kullanıyordu internet sitelerinde ve chat programlarında. Ama karışık bir durumdan ötürü Samara bazende Lilith idi.
Aylin.
25
Biraz çeşit karakterli biriydi ve karakter hallerine farklı isimler koyuyordu. Samara iyi haliydi. Lilith ise biraz kötü, fettan bir şeydi. Ama her şeyin ötesinde Adem bu kızı çok seviyordu. Çok yakın bir arkadaşlıkları vardı, belki de aile gibi. Mesajda Aylin ” durumlar iyi değil, garip, farklı, konuşmalıyız ” diyordu. ‘’ Bir şeyler Samara kızımızı üzmüş’’ diye düşündü Adem ve kaşlarını çattı. Aklına bu mesajın ardından ortaya çıkabilecek iki ihtimal düştü. Ya Aylin yine tatsız bir şeylerle karşılaşmıştı, bir olaylar olmuştu ve üzgündü - ki Adem onun üzülmesinden nefret ederdi, ya da rüya...
Aylin’de ilginç rüyaların insanıydı. Hatta tam olarak Adem kadar rüyalarından etkilenen biriydi. “ Acaba Aylin’de rüyalarımı mı görüyor. Ulan amma yüksek reytingi var rüyalarımın be. Ne kreatifmişim, neymişim ne olmuşum be ”
Üstüne çokça düşünerek cep telefonundan cevap olarak bir mesaj attı ve bir saat sonra internetten konuşmak üzere sözleştiler.
Adem sanki kendisine işkence ister gibi konunun ne olduğunu sormamıştı. Bir mesaj daha çekmek içinse geç kalmıştı. Nasıl olsa konuşmak için sözleşmişlerdi. Evde biraz TV ile oyalanıp kafeye gidecekti hem bişeyler atıştırıp hem öyle görüşmek daha cazip gelmişti çünkü oktavı yüksek karın gurultularından sonra
“ Yılbaşı arifesi herkesin başına saçma sapan şeyler mi geliyor? ”
Aylin gözyaşlarını sildi. Odasında köşeye sinmiş oturuyordu. Pencereden gökyüzüne bakıyordu. Bir zamanlar birisi ona “ güneş sizin için doğuyor leydim ve sizi inceliyor. Gülümsendiği zaman nasıl ışıl ışıl olunur onu sizden öğrenmeye çalışıyor, deniyor ama sizin kadar aydınlık olmuyor, olamıyor. Kendine kızıp gidiyor. Ama her sabah tekrar sizi görmek için tekrar doğuyor “ demişti. Güneş bulutların arkasına saklanmıştı ve pek aydınlatmıyor, ısıtmıyordu.
“ Artık bana bakmak istemiyor musun? “ dedi kısık bir sesle. Sinir sistemi altüst olmuştu. Tekrar gözlerinden yaşlar boşaldı...
* * *
İlkay büyük bir markette alışveriş yapıyordu ve elindeki listede fazla önemli ve acil bulmadığı şeyleri aramak için fazla zaman tüketmek istemiyordu. Eğer kolaydaysa alıyor, değilse üstünü çiziyordu. Amacı bir an önce eve gitmekti. Hayıflandı. İçi en çok Özlem yanında olsaydı rahat olurdu ama şimdi değildi işte. Bir an önce eve gitmek istiyordu. Adem’in sözleri kulağında çınlıyordu. Rüyanın başında olanları anlattığı sözler ” Garip bir dilde nerdeyse tüm dünyanın duyduğu konuşma... Birden gökyüzü aydınlandı, sanki 3 tane güneş birden açtı biranda ve aynı hızla yok olup gitti... ‘’
O an gökyüzünden kan yağmaya başladı. Yerlerdeki balçıklı, kimi beyaz olan kar kan kırmızıya bulanıyordu ve o aydınlık yok oldu. Gökyüzü tekrar zifiri karanlığa bulandı ” Görüntüler taze taze gözünün önünde canlanıyordu. Sanki kulakları da o konuşan sesi duyar gibiydi. “ Aşraah tuhaaan sehut. Agrhann vinra bikriyut. Velkhanan arnak man karnak, yabvu... Aslında hayal gücü üretiyordu bu konuşmaları. Konuşulan, söylenenler bunlar değildi...
Aslında bir yandan olağandışıydı kıyametin kopması ama bir yandan da öylesine bir his vardı ki. “ Gerçekten, ya olursa. Yani sonuçta bir gün olacak. Ya bugün o günse ” Bu düşünceler bir yandan zihnini meşgul ediyordu, bir yandan Özlem. Aklı her saniye onda, evdeydi.
Kasa sırasında elinde sadece 2 yumurta tutan adam bir sonraki sıra ile ödemeyi yapacak olan İlkay’a ciğerciye bakan kedi gibi bakıyordu. İlkay eli kolu dolu, aklı biton; pek oralı olmadı.
26
“ 220,75 TL ” İlkay sesle dikkatini kasiyere çevirdi. Çok agresif görünüyordu. Oda agresifçe uzattı parayı. Kasiyer para üstünü öyle bir verdi ki işaret dili bilen bir sağır falan orada olsaydı bu harekete iyi bir tercüme çıkarırdı.
İlkay koşar adım eve gidiyordu. Yolda Adem ile karşılaştı. Oda kafeye gidiyordu. Aylin ile nette buluşmasına 10 dk. kalmıştı bu arada. İlkay selamlaştıktan, “ ne yaptın, ne ettin ” muhabbetinden sonra hemen eve gitmesi gerektiğini, acelesi olduğunu söyledi. “ Abi bir sorun yok inşallah ” İlkay hala eve doğru yürümeye devam etmediği için iyice tedirgindi. “ Yok yok, Özlem evde yalnız ” Adem eliyle selam verip ” selam söyle abi, sayısal ile ilgili bir gelişme olursa ehe ehe ” İlkay ufak bir sırıtış gönderip, yola koyuldu. Yolda kimseye selam bile vermek istemiyordu neredeyse. İçine bir huzursuzluk doldu. “ Hay içine sıçayım, dünyanın sonu geldi biz fındık fıstık almaya çıkıyoruz ” Önce söylediğine şaşırdı ama sonra şaşırmaya bile zamanım yok diye düşünerek yola devam etti.
Apartmandan içeri girdi. Ev giriş katındaydı. Poşetleri yere bıraktı. Rahat bir nefes verdi artık eve vardığı için ve usulca kapıyı tıkladı. Kapıyı bir kez daha tıkladı. Açan yoktu. Zili çaldı. Verdiği rahat nefesin ardından, aynı rahatlıkla başka bir nefes almak nasip olmamıştı. Anahtarı çıkarıp kapıyı kendisi açmalıydı çünkü neredeyse 20 saniyedir kapıda dikiliyordu ve şimdiye kadar normalde o kapı açılırdı.
* * *
Cornelius başı öne eğik, saygıyla Efendisinin huzuruna çıktı. Başı öne eğik olsa da yine de duruşunda bir mağrurluk vardı. Muzaffer bir komutan gibi hareket ediyordu. Söze girmek için Efendisinin kendisine dönmesini bekliyordu. Ateşle arasının ne kadar iyi olduğunu, ateşin kendisinden hem de en sıcağından oluşan kanatları ile gösteren adam şimdi normal bir insan olarak masanın başında, koltuğunda oturuyordu. Bir elini çenesine yaslamış düşünceli görünüyordu. Bakışlarını Cornelius’a çevirdi. Bu iri cüsseli adam boynunu eğmiş, ellerini yine önünde kavuşturmuştu. Konuşmak için destur bekliyordu. “ Anlat bana Cornelius, neler olduğunu anlat ” dedi kısık bir sesle. Sanki birilerini ürkütmek istemiyormuş gibi konuşuyordu bu adam.
“ Kapaksız göz kapandı Lord’um. Ferinin sönüşünü zevkle izledim. Son nefesini yüzüme üfledi ” Adam dikkatle dinledi. Duyduğu bu cümlelerden sonra garip bir şekilde yüzünün yarısı gülümsedi. Dudağının yarısı yukarıya doğru büzüldü ve bir gözü biraz kısıldı. Yüzünün öbür tarafında ise donuk bir ifade vardı. “ Gören göz. Nasıl biriydi Cornelius? ” Adam istifini bozmadan hasta bir gülümsemeye büründü. “ Bir kadındı Lord’um ve çok güçsüzdü. Çabuk öldü. Yüzü ilk baktığımda beyaz, son baktığımda mosmordu. İşte bu kadar ”
Adam ayağa kalktı. Cornelius’a doğru yürüdü. Ona yaklaştıkça odanın sağ ve soluna yerleştirilmiş mumlardan onun yürüyüş hizasında olanlar sönüyordu. Karanlık onunla birlikte hareket ediyordu.
27
İlk defa bu kadar yaklaşmıştı ona. Cornelius başının üstüne usulca, canını yakmayacak; onu olduğundan çok daha tehlikeli ve asil gösterecek alev yanan ateşten bir taç geçirildiğini ve en büyük onura eriştiğini hayal etti bir an. Yüzüne dikkatle bakmak istedi Efendisinin. İlk defa aralarında neredeyse 3 metre kalmıştı ama mumlar yüzdeki gizemi korumak istiyordu sanki. O yürüdükçe sağında solunda mumlar sönmeye devam ediyordu. Karanlık arkasında dalgalanan büyük bir pelerin gibi duruyordu.
“ Kadınlar Cornelius. Meraklıdır. Görmek ve bilmek isterler. Bunda şaşıracak bir şey yok. Ama neden tam olarak gülümseyemiyorum biliyor musun Cornelius? ” Sesi hala kısıktı ama bir şekilde ölümüne tehditkar çıkıyordu. Cornelius alevden taçlar ve onur üzerine tüm hayallerini bir anda gözünün önünden silkeledi. “ Hayır bilmiyorum Lord’um ”
Adam arkasını döndü. Bu sefer geriye doğru yürüyor ve bir tam voltayı tamamlamış oluyordu. Yine durdu. Arkası dönük “ çünkü Cornelius, sen kahini öldürdün. Diğer dördü zaten güçsüzdü, Efendiden besleniyorlardı. Ama sen Efendiyi öldürdün Cornelius. Yılanın başını ezdin ” Cornelius bu yaptığı yüzünden neden azar işitmekte olduğunu anlamamıştı. Onlar yapması gerekeni yapmış ve görevlerini tamamlamışlardı. “ Lord’um gören göz artık bakamayacak. Onların görevi benim bunu yapabilmemi sağlamaktı. Bana siz kendiniz söylediniz. Onlara sadece gözü görmek için ihtiyacınız olduğunu siz söylediniz. Kahinlerime hizmetlerinden ötürü gerekli teşekkürü ettiğimi bilmelisiniz. “
Adam başını yana çevirip ” Peki Cornelius sen bana diyorsun ki gören göz kapandı. Peki ben neden sanki izleniyormuşum gibi bir hisle doluyum. Hala... “
Cornelius şaşırdı. O bir insandı ve ölmüştü işte. Bundan fazlası olmadığını Efendi kendisi söylemişti. Ruhu aydınlık meleklerin gözyaşları ile yıkanıp ulvi görevler gerçekleştirmesi için bedenine iade edilmiş olamazdı ki. O geri gelmiş olamazdı ölmüştü.
“ Ah benim Cornelius’um insanları düşün lütfen ve hayvanları düşün. Gözü olan canlıların tamamını düşün. “
Korkunç gerçek çok yükseklerden kafasına düşen bir örs gibi beynini sarsmıştı. Sanki beyni kafatasının içinde bir yukarı bir aşağı sallanıyordu. Şakakları zonklamaya başladı. Bu affedilmez bir hataydı. “ Her zaman için iki göz vardır ”
Adam tekrar Cornelius’a döndü. Elleri sinirden yumruk olmuştu ama sesi hala çok sakin ve kısık geliyordu. “ Şimdi; söyle bana Cornelius. Bana diğer gözü nasıl bulacağımızı söyle. Kahinler olmadan bunu nasıl yapacağımızı söyle. Bana B planını anlat Cornelius. “
Cornelius susuyordu. Dünya üzerinde hiçbir yöntem ve yalvarma şekli bu durumda Efendisinden hakkıyla af dilemesini sağlayamazdı. Efendi gözlerini, içinde tekinsiz yangınların parladığı gözlerini dikmiş ona bakıyordu. Çok net bir şekilde cevap bekliyordu. Cornelius ellerinin titremesini dizginleyemiyordu. Söylenecek tek şey vardı. “ Özür dilerim Lordum. Yapabileceğim bir şey varsa bile ben bilmiyorum ” Adamın artık yüzünün ne yarısı gülüyordu ne çeyreği. “ Cornelius, Cornelius. Benim zavallı tedavisi olmayan şifasız ruhum. Senin ettiğinin binde biri kadar itaat etmeyecek kadar densiz olacaktır gören göz. Benim olmasını istediğim kişi olmayacaktır, vereceğim görevleri yerine getirmeyecektir ve daha kötüsü öl dediğimde ölmeyecektir. Öldür dediğimde dinlemeyecektir beni. Saygısızlık edecektir. Ben onu göremem. Ben gören göz değilim Cornelius. İhsan bahşedilen her varlığın farklı misyonu vardır. Ben gösteren gözüm Cornelius. Şimdi söyle bakalım, görüyor musun? ”
2 tane iğrenç yaratık kalın parmaklarının ucundan çıkan tırnaktan çok tırmık ucuna benzeyen pençeleri ile Cornelius’un resmen parçalıyorlardı. Bir pençenin yüzüne geldiğini gördü. Pençe geriye çekilirken üstünde beyaz deri parçaları vardı. Pençe geriye gidip hız alarak tekrar yüzüne indi. Bu sefer pençe kıpkırmızı kan olmuştu. Başka bir pençe midesini deşiyordu. Başka bir pençe baldırındaki etlerini aşağıya doğru sıyırıyordu. Yaratıklardan biri kafasının üstünü ısırdı. Biraz saçlı deri biraz kan ile yüzüne baktı Cornelius’un. Hemen ardından kafasını arkaya yaslayıp gırtlağından aşağı kaydırdı ısırıp kopardıklarını. Yüzü yılana benziyordu. Timsah dişli yılan. Cornelius bunun başına geldiğine inanamıyordu. Acı ile haykıracak oldu, onu da kendine yediremedi. Kaderini kabullenip bir an önce bitmesini beklemeye koyuldu. Gözlerini kapadı. Birden yaratıklar burunlarına sopa yemiş gibi inleyerek kaçıştılar. Cornelius gözlerini açtı Efendisi üstüne doğru 3-4 adım atmıştı. Acı yoktu, kan yoktu, yaralar yoktu, yaratıklarda yoktu. Dizleri üstüne çöktü kudretli Efendisi karşısında. “ Hayır Cornelius, ben gören göz değilim. Ben gösterenim. Ruhun aynasıyım ben ”
28
* * *
“ Özlem neredesin? Özleeeeem, Özleeeeeeeeeem ” Biran içinde o kadar çok ihtimal geçti ki gözünün önünden hiçbiri üstüne düşünmek bile istememişti. “ Banyodayım ” İlkay rahatladı. Bu sefer verdiği nefes ıslık gibi çıkmıştı. Belki de fazla abartıyorlardı. Güçlü hisler, ortak rüyalar, başkalarının rüyalarını görmek. Pekala bundan çok daha fazlasına sahip olduğu bilinen kişiler vardı. Gelecekten haber verenler, ruh çağıranlar, mental medyumlar, eli ve tükürüklü nefesi güçlü hacı hocalar, şifacılar, bioenerjiciler... “ Demek bazıları gerçekten doğru ” diye mırıldandı. “ Neden olmasın? Belki kurt adamlarda gerçektir ”
Aynı anda Adem internetten Aylin ile konuşuyordu.
Adem: Söyle bakalım Aylin anlat nedir? Ne oldu gerdi seni bu kadar?
Samara: Ben kıyamet gördüm Adem. Sonu gördüm. En sonu. Berbat bir kabustu ve en sonda seni gördüm.
Adem: Buyur buradan yak...
Samara: Bu ne demek ki şimdi?
Adem : Ya Aylin ya. Çok garip. Benim böyle devamlı görüştüğüm bir aile var böyle oturur konuşuruz falan. Söylemişimdir. Özlem abla ve İlkay abi. Biz üçümüz aynı rüyayı gördük,
Samara: Gökyüzünden kan yağıyordu...
Adem: ... ...
Samara: Korkunç sesler, depremler Adem.
Adem: Depremleri bilmiyorum da yağan kan aynı. Bana ne gördüğünü anlat tam olarak lütfen...
Samara: Ben rüyamda bu geceyi gördüm. Pasta yiyordum evde. Geri sayıma çok az kalmıştı. Aklımda sen vardın. Acaba ne yapıyor şu an diyip mesaj çekiyordum sana. Sen cevap yazmıyordun...
Adem: Hiç olur mu öyle şey? Sen mesaj çekicen, ben cevap yazmıycam. Anında cevaplarım...
Samara: Ama rüyamda cevaplamıyordun. Sonra tam böyle 10-9 diye sayarken deprem olmaya başladı. Çok güçlü bir depremdi. Her şey toprağın altına iniyordu ve ben boğuluyordum.
29
Adem: ... ... ... ... ... .
Samara: Sonra seni gördüm. Ama sen çok kötüydün. Her tarafın acıyordu, kanıyordu. Aynen neren kanıyorsa benimde oram acıyordu sanki. Ağlamaya başladım. Yanına gelmek istedim ama sen bana hiç bakmadan, beni görmeden yanımdan geçtin. Sonra her tarafım kan olmaya başladı. Kan yağdı. Şimşekler çaktı gözümde. Ben çok kötü oldum. Uyandığımdan beri 2 gündür çok kötüyüm. Durup durup ağlıyorum ben. Çok kötü samara kızın...
Adem: Canım benim ağlama ama bana bir şey olmayacak...
Bunu söylerken kendisi bile pek inanmamıştı. Aylin sanki o “ lanetli ” rüyanın başını görmüş gibiydi. En başını. Belki de bu işi başlatan oydu. “ Belki de Özlem abla ” dedi içinden. Aylin artık yazmıyordu. Kendisi de ne cevap yazacağını, nasıl sakinleştireceğini bilemiyordu. “ Beni kim sakinleştirecek ”
Aslında biraz önce bu ” rüya ” olayından bahsetmek istemişti ama lafı yarıda kalmıştı. Şimdi duyduğu bu ayrıntılardan sonra anlatmaktan vazgeçmişti. Aylin’de dikkatli okumamıştı herhalde ve arada kaynamıştı aynı rüyayı 3, Aylin’le birlikte 4 kişinin gördüğü hakkında yazdıklarını. “ Belki sonra ” dedi Adem. “ tabi bir sonramız varsa ” Yazmaya devam etti.
Adem: Kötü bir rüya görmüşsün, bak geçti artık. Bak yeni bir yıla giricez. Bu sene bitecek, iyisiyle ve en önemlisi kötüsüyle. Artık başka bir yılın içinde olucaz. Başka şeyler yaşıycaz. Başka güzel şeyler, dimi ama...
Samara: Öyle mi olacak dersin?
Adem samimi bir cevap vermek için zorladı kendisini. Genelde Aylin’le konuşurken pek zorlanmazlardı. Bir ara o kadar çok yönden birbirlerine benzedikleri ortaya çıkmıştı ki kendileri de şaşırmışlardı. Garip bir yakınlık vardı aralarında. Ruh ikizlerine benzetmişti bir ara Adem ikisini. Aylin’de yan yana gelmesi tehlikeli olabilecek bir ikili olduklarını söylemişti. Her ne olursa olsun yakınlardı. Yakın bir dostluk.
Adem: Hadi ama prenses. Seni hayal kırıklığına uğratır mıyım ben hiç. Bir düşün, uğratır mıyım?
Samara: Uğratmazsın herhalde, dimi : )
Adem: Uğratmam canım benim. Hem kötü bir şey olacak olursa ben varım. Korurum seni. Dünya yıkılsa sana hiçbir şey olmayacak...
Samara: Korursun dimi. Kötü şeylerden, yaratıklardan falan...
Adem : Yaratıklar...
Samara: Evet yaratıklar : )
Adem: O yaratıklar, yaratıldıklarına bin pişman olurlar. Döverim onları ben...
Samara: : :D
30
Aylin konuşma devam ettikçe rahatlıyordu. 2 gündür ilk defa gülümsedi. Adem’le konuşmak hep rahatlatırdı onu. Sanki hiç sahip olmadığı abisiymiş gibi bazen, bazense küçük kardeşi. Hele de onu rüyasında görmesi falan çok etkilemişti. Konuşma devam ettikçe ve Adem onu neşelendirmek için espriler yaptıkça gitgide neşesi yerine geldi. Artık rüyayı fazla düşünmüyordu bile.
Zaman dolmuştu ve gitmesi gerekiyordu. Yeni yıl ile ilgili birbirlerine birçok güzel dilekte bulundular ve Aylin müsaade isteyip çıktı internetten.
Evde ilk işi banyoya girmek oldu. Yüzünü yıkadı. Serin su iyi gelmişti. Aynada kendisine baktı ve gülümsedi. “ Adem ne kadar çok istiyor bu gülümsemeyi görmeyi ”
İçinden geçen buydu. Bunun iki nedeni vardı. Birincisi Adem Aylin üzülsün, kötü olsun istemiyordu. Hep gülsün istiyordu. İkincisi ise gülümsemesi ile ilgili birçok iltifatta bulunurdu. Bunları düşününce daha bir içten gülümsedi. Aylin aynada kendisine bakmaktayken aynada onu izlemekten çok hoşlanıyordu.
Yeni yıla çok az kalmıştı...
7: SON SAAT
Adem evde oturmuş biraz fındık-fıstık birazda tırnaklarını yiyordu. Bir ondan, bir ondan. Saate baktı. 23: 05. “ Bu son saat olabilir ” dedi içinden. Sanki tam olarak kabullenmişti sonun geldiğine. Gerçekten son gelecek ve ölecekti. Sonrasını ise Allah bilir. Bilgisayarının başındaydı. Son bir hikaye yazmak istiyordu. Hikayesindeki karakter o kadar çok ölmek istiyordu ki, kendisinden ve hayatından, kaderinden öylesine tiksiniyordu ki tek başına kıyametin kopmasına neden oluyordu. “ Verdiğim candan bu kadar hoşnutsuz doğacaklarsa artık doğmasınlar ” Son yazdığı cümle buydu. Daha fazla yazmak istemedi...
* * *
“ Ama benim daha yapacağım, yapmak istediğim çok şey vardı ” İlkay sessizce oturuyordu. Garip bir yılbaşı gecesiydi. Evde kimse yoktu. Sadece İlkay ve Özlem. İlkay kafasında hayatının muhasebesini yapıyordu. “ Ne yaşadık, ne diye yaşadık ” Bir fındık daha attı ağzına. Özlem’e bakıyordu. “ Doğa üstü güçlerle düşmanlık kazanmak için kötü bir zaman. Kıyametten bir gün önce ” Aklından bir sürü garip düşünce böylece geçip giderken her düşüncenin arkasına eksik etmeden bir tane ” tövbe haşa.” ekliyordu. Kıyametti, alametti derken aklına Kuran’ın Şifresi ve ebcet hesabı geldi. Bu konu ile ilgili televizyondaki neredeyse tüm konuşmaları, tartışmaları dinlemişti. Ebcet hesabı 2012’ye kader öngörüler çıkartabiliyordu. Neredeyse tüm din alimlerinin lanetlediği şifreci çocuk ise 2160’lı yıllara kadar kehanetler çıkartabiliyordu. Eğer bu hesaplar gerçekse kıyamet kopmayacaktı. En azından kısa bir süre daha…
31
* * *
Özlem son gördüklerini düşünüyordu. Tanımadığı, pekte tanımak istemeyeceği bir adam, kendisine hiçte iyi şeyler hissettirmeyen birisini tek eliyle boğazından tutmuş, havaya kaldırmıştı. Boğuyordu. Kurban direnmiyordu bile. Onun o kabullenmişliğini hissetmişti. Kimdi bunlar ve neyin peşindeydi? Bunu anlamak için görmek yetmiyordu...
* * *
Aylin saate baktı. 23: 30 olmuştu. İçinde kopan fırtınaları kim anlatabilirdi ki? Adem’i bir türlü aklından çıkartamıyordu. Adem’in rüya da kendisini gördüğü gibi kan revan içinde, perişan bir halde görmüştü. Bunun neden olduğunu bilmiyordu çünkü Aylin öncesini görmemişti. Balkondan, 4. kattan aşağı düşüşünü. O sadece Adem acı çekmeye başladığı zaman onu görmeye başlamıştı. Bunların sonrasında yağan kanın sıcaklığını hala hatırlıyordu. O kadar gerçekti ki...
* * *
Cornelius Efendisinin huzurundan ayrılmıştı. Yine öldürmek için acele etmişti. Yine kendisini durduramamıştı. Böylesi önemli bir olay söz konusu olduğu halde bile kendisini dizginleyememişti. Hep böyle olurdu. Cornelius konuşması gerekenden hep daha azını konuşurdu ve dinlemesi gerekenden çok daha azını dinlemekle yetinirdi. Yaptıklarının ve yaşadıklarının muhakemesini de fazla yapmazdı. “ Olan oldu, ölen öldü ” Bunları bir kenara bıraktı ve son an için hazırlanmaya başladı. Üstündeki paçavralardan kurtulması ve bu önemli an için yıllar öncesinden ayırdığı kıyafetlerini giymesi gerekiyordu. Artık zaman gelmişti. Gerçeğin kuru bir yaprak gibi suya düşme zamanı.
Bir yandan da Efendisini düşünüyordu. “ Madem bu kadar önemli, neden kendisi bakmıyor? ” Bu kadar kudretli birisinin “ gören göz ” ü bulamayacak, göremeyecek olmasını kabul etmiyor, edemiyordu. Hem bu gören göz denen saçmalık olan biteni görse ne olacaktı ki? Çok çok gördüklerine inanamaz, kalbi dururdu...
Karanlıktan göz gözü görmüyordu. Bu büyük, şatodan bozma evin girişindeki büyük salon bu anı yaşamak için en uygun yerdi. Kudretli Efendi bir sunağın önünde duruyordu. Zifiri karanlıkta belli olan tek cisimdi. Cornelius merdivenlerden saygı ile indi. Efendisinin karşısına geçti. Bu anı onunla yaşamaya layık olmadığını biliyordu. O cinayetler işleyen, elini kana bulayan biriydi. Bir zamanlar, çok eskiden içinde çok büyük bir korku taşıyan bir insandı Cornelius. Allah korkusu. Kötü bir çocukluk ve günahla, cinayetle geçen bir gençliğin ardından duymuştu Efendisinin çağrısını ve o günden beri saymadığı kadar uzun zamandır onun kuluydu. “ Sen günah işleyeceksin Cornelius. Sen işleyeceksin ve ben ödeyeceğim. Ben diyeceğim ve sen yapacaksın ” Efendisinin sözleri bir yemin gibi hep yankılanırdı zihninde. Zaman gelmişti...
8: SON DAKİKA
Adem saate bakmak istemiyordu. Televizyonu açtı. Geri sayımı takip etmek için. İnsanlar şarkı söyleyip eğleniyorlardı. Kötü, felaketlerle dolu bir yılı bırakıp başka bir yıla girmek. “ Başka bir yıl olacak mı? Bu son muydu? ” İnsanlar olacakları bilseydi bu kadar içten eğlenebilir miydi acaba?
Son dakikanın içine girmişlerdi. Adem gülümsedi. Pencereyi açtı. İsrafil görevini yaptığı zaman buna tam anlamıyla tanık olmak istiyordu. Ama pencereyi açar açmaz keskin bir soğuk doldu odanın içine. “ Pimapen ses geçirmez ama Sur’un sesini dışarıda tutacağını sanmam ” Tekrar kapattı pencereyi. Bir sigara yaktı geri sayıma çok az kalmıştı. Saniyeler...
* * *
“ Kıyamet Avusturalya’dan kopmaya başlamıştır. Kopa kopa buralara geliyordur şimdi ” Bir elinin üstünü diğerinin içine vurarak “ vah vah vah ” hareketi yapıyordu bunu söylerken. İlkay’ın esprisi sessizliği bozdu. Gülmekten kendilerini alamamışlardı. Ortam azda olsa yumuşadı. Dünyanın bir kısmı yeni yıla girmişti bile ve televizyonlardaki görüntüler meydanlardaki insanları gösteriyordu. Pekte helak oluyormuş gibi bir halleri yoktu. Havai fişekler gökyüzünü bir an aydınlatıyor, sonra yine karanlığa terk ediyorlardı. İnsanlar çok eğleniyordu. Böyle zamanlardan önce eğlenebiliyor olmak güzel bir şey olmalıydı.
* * *
Aylin içinde doğan sıkıntıdan rahatsız olmuştu. Oturmak bile rahatsızlık vermeye başladığı anda artık ayağa kalktı. Resmen gördüğü rüyanın esiri olmuştu. Saniyeler geçmek bilmiyordu. Genelde yeni yıla böyle girmezdi ki! Çok neşeli olurdu. Her şey güzel olurdu yılbaşlarında. Ama şimdi. Saniyeler geçmek bilmiyordu. Son dakikanın içindeydi. Son dakika...
* * *
“ Günleri, ayları ve yılları ben saymaya başladım. Doğru hesabı yapmak için. Doğruyla yanlışı ayırmak için. Canlı ve cansızı... Ve şimdi diyorum ki bilinen tarihi nasıl başlattıysam öyle bitireceğim ” Geniş salondaki karanlık, Efendi’nin gözlerinde yanan harlı ateşten korkup kaçmış gibi aydınlığa bıraktı yerini. Duvarlara yerleştirilmiş meşaleler önce biraz duman çıkarttı. Sonra tutuştular ve salon iyice aydınlandı. İzbe ve köhne bir şatonun en geniş kısmıydı burası. Eşya namına hiçbir şey yoktu yine.
Efendinin üstünde sadece beyaz kumaş bir pantolon vardı. Üstü çıplaktı. Zarif ama iyi görünümlü, biraz kaslı bir görüntüsü vardı. Kölesi Cornelius ise parlak siyah bir rahip kıyafetini andıran cübbe giymişti. Bir bacağının üzerinde diz çökmüş heyecanla gülümsüyordu. Efendi ellerini yukarı kaldırdı. Elleri meşale gibi yanıyordu. Bakışlarını yere çevirdi. Sanki yerin altında bir şeyler vardı ve Efendi ona bakıyordu. “ ... ve şimdi diyorum, şu anda diyorum ki benim günüm geldi... “
33
9: GERİ SAYIM
5... İlkay çok heyecanlıydı. Ne Özlem gibi görüntüler görüyordu, ne Adem gibi kıyamet alameti sayılacak rüyalar görmüştü. Ama yine de “ şuyu vuku’undan beterdir ” diye bir lafta vardı. Kıyamet bir kere dillenmişti. Artık olmadığını görmeden rahatlamayacaktı.
4... Adem salakça bir neşeyle dolmuştu. “ vay be, kıyamet kopacak ve ben bunu görücem. Eh az insana nasip olacak bir şey bu. Böbürlensem mi ne? ” Az dediği yedi buçuk milyar falandı...
3... Aylin gözlerini kapadı. Her ne olacaksa pek görmek istemiyordu. Her ne gürültü kopacaksa duymakta istemiyordu aslında. Bir şekilde keşke Adem yanımda olsaydı diye geçirdi içinden. Başına her ne gelecekse, her ne yaramazlık yapıp kendini paralayacaksa bunu engelleyebilirdi bu şekilde...
2... Özlem’de gözlerini kapadı. O an gözlerini kapamanın eğer bir şey görmesi gerekiyorsa, görecekse bunu engelleyemeyeceğini pekala iyi biliyordu aslında ama yine de gözlerini kapadı. Çok az insan dualar ederek yeni yıla girerdi herhalde. Mesela Fatiha...
1... Efendi gözlerini kapattı. Yüzüne bir türlü ışık vurmuyordu ama gözlerindeki ateş kısıklaşmıştı. Göz kapaklarının altından bile belli oluyordu gözlerindeki yangın. Bireyler hissetmeye çalışıyordu. Sanki olan biteni ölçüp biçiyordu. Ellerindeki yangın harlandı ve Efendi konuştu. Artık sesi hiçte kısık çıkmıyordu. Şatonun kendisi bile ürkmüştü bu haykırıştan. “ Başladı, sonunda başladıııı ”
0...
Eski yıl bitti. Herkes derin bir nefes verdi. Adem, Özlem, İlkay ve Aylin. Adem hala sur borusunu bekliyordu. Pencereyi açtı. “ acaba pimapen yüzünden mi duyamıyorum? ” Hayır. İsrafil boruyu çalmıyordu. Tek duyulan evlerden gelen müzik sesleriydi. Adem yukarı baktı, gökyüzüne. “ Alacağın olsun ”
O anda atılan 3 havai fişek tam baktığı açıda patladı. Çok büyük havai fişeklerdi. Gökyüzü aydınlandı. Adem afalladı. “ Ama bu... “ Derken ardından başka havai fişeklerde atıldı tekrar tekrar. Hangi arada nefes aldığını bile hatırlayamadan derin bir nefes verdi. Pencereyi kapattı. Artık resmen şizofreniye girdim diye düşünüyordu.
İlkay ve Özlem birbirlerinin yeni yılını kutladı. Her şey bitmişti. En azından paranoya... derken İlkay sesleri duymaya başladı. Pencerenin camına vuran yağmurun sesini duyuyordu. Özlem’e baktı. “ Kan yağmuru ” Hemen pencereye koştular. Camda bir kırmızılık yoktu ama yağmur damlaları da gözükmüyordu. Elini dışarı uzatıp biraz tuttu. Sıcak bir his değdi sanki eline. Korka korka ve yavaşça çekti elini içeri. Kan kırmızısı? Hayır değil. Sıcak bir yağmurdu bu. Pencereyi kapattı. “ Stres oldum ya ”
34
Haklıydı.
Aylin o esnada gözlerini açtı bir şey olmuyordu. Gülümsedi. Korkacak bir şey yoktu. Ne hissedeceğini bilmiyordu. Tek bildiği kötü şeyler hissetmesine gerek olmadığıydı.
Hayal kırıklığı. Bir anda o korku, telaş ve hayal kırıklığı. Gerçek olamaz. Gerçekten böyle oluyor olamaz. Yer ayağının altında oynamaya başladı. Gülümsemesi saniyenin binde birinde zehir oldu yüzüne. Büfedeki biblolar düşmeye başladı. Bir uğultudur kopuyordu. Deprem oluyordu, hem de tam ayaklarının altından başlayan bir deprem.
“ inanmıyorum ”
10: İŞTE KIYAMET
Beklendiği üzere Sur borusu çalmamıştı. Diğer pek çok alamette gerçekleşmemişti ama resmen deprem oluyordu işte. Adem “ inanmıyorum ” diye haykırdı. Daha önceki büyük depremde evin hasar aldığını, apartmanın mühürlendiğini, sonra göstermelik bir güçlendirme yapılarak eve geri girebildiklerini, dökülen sıvaları... Bunların hepsini düşünmesi sadece bir saniye aldı. Aklında tek bir şey vardı. Balkondan aşağı atlamak. Televizyon büyük bir gürültü çıkararak yere düştü. Her şey beşik gibi sallanıyordu. “ inanamıyorum ”
İlkay ve Özlem giriş katta oturmanın verdiği avantajla kendilerini çoktan dışarı atmışlardı. Önce yağmur, sonra deprem. “ Yağmur kan yağmuru değilse deprem kıyamet olamaz. “ İkisi de buna inanmak istiyordu. Etraftan şangırtılar geliyordu. İlkay gökyüzüne baktı bir süre. Garip bir sis kaplamıştı sanki. Aslında gözlerinin aradığı bir görünüp sonra kaybolan güneşlerdi. Bir yandan da gayrı ihtiyari kulak kabartmıştı o “ garip dilde okunan lanete ” Hiçbiri yoktu...
Efendi daha önce dünya üzerinde hiç duyulmamış bir dilde bir şeyler söylüyordu. Sanki gün yüzü görmemiş korkunç bir lanete övgüler yağdırıyormuş gibi heyecanla haykırıyordu. Sesi kesinlikle “ benzersiz ” bir yükseklikle çıkıyordu. Cornelius kulaklarını tıkamıştı. İnsan kulağı böylesi bir gürültüye katlanacak kadar güçlü değildi. Meşaleler ses dalgaları ile titreşiyordu. Efendi söyleyeceğini söyledi ve sustu. Cornelius artık iki dizi üzerinde yerlere kapanmış ve kulaklarını kaparken kendini kasmaktan kıpkırmızı olmuştu. Seremoni sona erdi...
35
Adem ve balkon arasında o an için sadece birkaç metre mesafe kaldı. Adem deprem tüm şiddeti ile devam ederken bir şekilde eğer atlar ve kurtulursa kötü bir şeylere hizmet edeceğini, gördüğü kabusun tam tersi hareket etmesi gerektiğini düşünüyordu. O apartman yerinden kopup akordeon gibi çökecek olsa ve korkunç bir ölüm ile son bulacak olsa bile yine de bunu yapmamayı seçecekti Adem. “ Belki de insanoğlunun kaderi benim elimdedir. Planı baştan bozmalıyım ” Atlamadı. Sallantılar hafiflemeye başladı ve aniden kesildi. Deprem bitmiş, uğultu susmuştu. Fazla bir hasar verecek kadar güçlü bir deprem değildi bu. Bunun üzerine Adem balkona sadece etrafa bakmak için çıktı. Kimi insanlar evlerinden dışarı çıkmıştı kimileri ise Adem gibi balkondan, pencereden dışarı bakıyordu. İnsanlar aralarında çok berbat bir yılın yaşanacağı ile ilgili komplo teorileri ve hurafeler konuşuyorlardı. Adem içeri girdi. Bir şekilde artist gibi hareket ediyordu. Ağır adımlarla ve kendi kendine sırıtarak koltuğa oturdu. Özenle bir sigara koydu ağzına ve zipposu ile yine artist bir şekilde sigarasını yaktı. “ Dünyayı ve insanlığı kurtardım. Zinciri kırdım ”
Depremin durması ile sallantılarla birlikte Aylin’de dondu kaldı. Diğer cansız eşyalar gibi Aylin’de hiçbir hareket etmeden hatta nefes bile almadan bekliyordu. Birçok düşünce ile birlikte diğer dünya düşünceleri de aklından geçiyordu. Cennet betimlemeleri, Gandalf’ın sözleri; hepsi zihninden birbirine evirilerek geçiyordu ” Her şey sona erecek. Önce biraz acı ama ardından sonsuz bir huzur. Bu dünyanın gri yağmur perdesi kalktığı zaman sadece huzurun bulunduğu ve arzuların gerçekleştiği, gökyüzündeki yıldızların yarenlik ettiği sınırsız güzellikle dolu başka bir dünya. “ Gözlerini açtığında aklından geçenlere ulaşması için zamanın doğru zaman olmadığını fark etti. Hala evindeydi. Deprem bitmiş, her şey sakinleşmişti. İlk aldığı nefes şimdiye kadarki alıp verdiklerinin en güzeli oldu bunu fark ettikten sonra.
* * *
“ Evet İlkay abi. Sorma ya bir an valla atacaktım kendimi balkondan aşağı ama sonra durdum. Hem yaşasam ne yazar ölsem ne yazar diye konuşucan, kaderine küfredicen hem de deprem olunca daha fazla hayatta kalmak için balkondan aşağı atlıycan. Tabii ki tezat. Neyse hepimize geçmiş olsun abi. Size de iyi yıllar. Görüşelim. Özlem ablaya çok selam ”
Telefonu kapatır kapatmaz yeni mesaj kısmından Aylin’e mesaj yazmaya başladı. Bir yandan da kola içip gülümsüyordu. “ Prenses, yeni yıl heyecanlı başladı. Mutlu yıllar sana. Bir şeyin yoktur umarım ”
Televizyonda depremin İzmir’de olduğu ama tüm batıda hissedildiğini söylüyordu. 6.5 ile 6,9 arasında tahmini bir rakam veriyorlardı. Olabilecek artçılar hakkında uyarıyorlardı ve standart yılbaşı yayınlarına geri dönüyorlardı. İnsanlar çılgınca eğleniyor, şarkılar söylüyor, sms gönderenler hediyeler kazanıyorlardı. En azından bir hanede lotodan en büyük ikramiyeyi kazanmanın festivali yaşanıyor olmalıydı. Deprem insanların neşesini sarsmış ama yıkamamıştı.
Bu kadar stres ve sıkıntıdan sonra kıyamet, alamet, kabuslar ve kahinleşmelerden sonra bir an önce uyuyup bugünü bitirme düşüncesi kapladı içini. Artık saat sabah biri geçmişti ve bu saate kadar olmadıktan sonra olmaz, olursa da olur gamsızlığı içinde uzandı Adem. Aylin’den cevap gelmişti. “ sarsıcı bir yıl yaşıycaz. İyiyim, iyi ol. Mutlu yıllar ” Hazır elindeyken telefonu sessize aldı. Televizyonun sesini kıstı ve iyice sarınıp yattığı yerde yüzünü duvara döndü. Uyumak istiyordu.
İlkay ve Özlem’de uyumaktan yanaydı. Biraz depremle ilgili gelişmeleri takip edip çerez yediler ve girdikleri psikoloji yüzünden bu kadar gerçekçi bir şekilde kıyameti nasıl olup da bekledikleri hakkında konuşup espri yaptılar. Ama yine de normal olmayan bir şeyler vardı. Özlem’in yeni yetileri. “Kötü bir tesadüf.” demek en iyisiydi güçlerin gelmesinin bu zamansız rastlantısı için. Yılbaşı’nda kıyamet koptuğunu yılbaşı öncesinde rüya da görmek pekte neşeli bir yılbaşı geçirtmemişti açıkçası. Her şey olup bittiği için sinir sistemleri de birden boşalmış, kendini kasmayı bırakmıştı. Bu yüzden çöken ağırlık “ uyuma zamanı ” diyordu. Bu duruma fazla karşı koyamadılar. “ Ne biçim bir yılbaşı ”
İlkay ne olur ne olmaz diye pek uyumayı düşünmüyordu aslında. Bir deprem daha olabilirdi. İzmir’de olan deprem pekala İstanbul’da olması beklenen deprem için fay hatlarını tetiklemiş olabilirdi. Ama gözler bir defa ağırlaştı mı, uyku neredeyse kaçınılmazdır. “ Nereye kadar yazılmışsa, oraya kadar yaşıycaz ” İlkay’da fazla direnemedi.
Aylin mesajı gönderdikten sonra garip bir şekilde esnemeye başladı. Biraz önce hiç uykusu yoktu. Hatta büyük bir stres yaşamıştı ve her şeyin başında bu gece sabaha kadar oturmayı düşünmüştü kabusu görmeden önce. Bir yandan “ uyuyayım ve yeni bir güne uyanayım, bugün ve bu kasvet geride kalsın ” diye düşünüyordu. Göz kapaklarının ağırlığını taşıyacak gücüde bulamadı kendinde.
36
Aylin uyumaya başladıktan sonra rüyalara dalması uzun sürmemişti. Kendisini tanımadığı bir yerde görüyordu. Tanımadığı bir apartmanda, tanımadığı bir kapıyı çalıyordu. Kapı açıldı. Karşısına çıkan kişi Adem’di. Gözleri açık kalmış, şaşırmıştı. “ senin burada ne işin var ” Aylin hiçbir şey söylemeden içeri giriyor ve ayakkabılarını çıkarıyordu. Adem hayret ve şaşkınlıkla gülümserken Aylin ” kapa gözlerini sana bir sürprizim var ” diyordu rüyasında. Adem önce daha da şaşırıp sonra tatlı bir sürpriz beklentisi ile gözlerini kapıyordu. Aylin cebinden bir şey çıkarttı. “ Şimdi açabilirsin ” Adem Aylin’in eline baktı. Gülümsemesi kayboldu. Tam gözleri Aylin’in ellerinden yukarıya yüzüne tırmanıyordu ve dili “ bu ne demek ” demeye hazırlanıyordu ki ani bir hareketin ardından gözleri kapandı ve şaşkınlıkla dilini ısırdı. Aylin’in elinde gördüğü ve şimdi midesinde hissettiği bir bıçaktı. Aylin’in bıçağı çıkartırken attığı kahkaha çok çirkindi. Adem yere düştü. Aylin çıplak ayağı ile midedeki yaranın üstüne bastırıyordu. O bastırdıkça Adem’in karnından sızan kanla t-shirt’inde büyüyen kan izi büyüyor ve daha da ıslanıyordu. Yattığı yerde acıyla kıvranıyor ve başına gelen olayın gerçekliğine inanamıyordu. Aylin kurbanının yüzüne doğru eğildi ve bir yandan gülümseyip ” bunu mu görmek istiyordun? ” diye sordu. Adem Aylin’in ayak bileğinden tutmuş ayağını yaranın üstünden kaldırmayı istiyordu ama acı ve şoktan eli ayağı boşalmış olmalıydı ya da Aylin çok güçlüydü çünkü bunu başaramıyordu.
Bıçak bir kez daha hareket etti hızla ve gırtlağını çizdi. Aylin gırtlağın çizilirken çıkardığı iç gıcıklayıcı sesi duymuş bunun üstüne psikopatça boynunu kırtlatmıştı. Adem’in ağzından burnundan kan boşalıyordu artık ve çıkardığı seslere bakılırsa kendi kanında boğuluyordu. Aylin bıçağı aynı ölülerin üstüne bıraktıkları gibi Adem’in kanayan karnının üstüne bıraktı ve arkasını döndü. Son bir ses duydu. “ Prenses ne yaptın ” Ama arkasını dönmedi bile.
Kan ter içinde uyandı. Kalkıp lavaboya gitmesi ve kusması gerekiyordu. Hızlı adımlarla tuvaletin yolunu tuttu. Birkaç kez öğürdüğü halde kusup rahatlayamadı. Birkaç kez yüzüne su çaldı. Aklında birçok farklı düşünce dolaşıyordu. Sonra sanki bir şey bulmuş gibi gülümsedi. Aynada yüzüne baktı. Garip bir ifade vardı yüzünde ve ayna bu sefer bu görüntüden rahatsız olmuştu. Bişeyler yolunda değildi.
37
* * *
İlkay rahatsız bir şekilde uyandı. Belki de kötü bir rüya görmüştü ve hatırlamıyordu. “ Neyse Özlem nasıl olsa görmüştür e hatırlar, o bana anlatır ” diye geçirdi içinden. Çabuk alışmıştı bu son duruma. Ağzında berbat bir tat vardı. Bu deli gibi içilen sigara yüzündendi. Tatlı bir şeyler yudumlamak iyi olur diyerek doğruldu ve salona geçti. Gözleri tam olarak açılmıştı ve tekrar yatsa bile uyuyamayacağını hissediyordu. Hatta öyle ki fazlasıyla uykusunu almış kadar rahatlamıştı. ama dışarısı zifiri karanlıktı. Duvardaki saate baktı. İkiyi çeyrek geçiyordu. “ İlginç ” Bir saat bile olmamıştı ki uyuyalı.
Meyve suyunu kafaya dikerken dışardan sesler geldiğini duydu. Bu saatte serseriler dolaşıyor olmalıydı. Pencereden baktı. Orta yaşlı bir kadın, oynayan birkaç ufak çocuk, caddeden geçen arabaların sesi. “ Noluyor lan ”
Ayakkabılarını giyip dışarı çıktı hemen. “ Gecenin bu saatinde bu ne hareketlilik? ” Gerçekten caddeden arabalar geçiyordu seri bir şekilde. İnsanlar bir yerlerden başka bir yere gidiyordu. Çocuklar dolaşıyor, karla oynuyorlardı. İlkay kolundaki saate baktı. Saat 14: 18’i gösteriyordu.
Öğlen...
Sokağın sonuna doğru yürüdü. Bakkal açıktı. “ Olacak şey değil, bu kabus olmalı. “ Bas baya dolunayı ve yıldızları görebiliyordu. Gecenin bir saatiydi. Hatta ayazı hissedebiliyordu. Koşa koşa eve gitti. Bir an önce eşini uyandırmalıydı. Kapıyı anahtarla açıp içeri girdi. Hemen Özlem’in yanına gitti ve dürtelemeye başladı. “ Kalk Özlem kalk. Kalk diyorum Dünyamız karardı kalk ”
Adem’in telefonu defalarca titremişti ama sessizde olduğu için ve uzakta olduğu için uyandıramamıştı. Adem bir ara gözlerini açıp etrafa bakınmıştı ama daha ortalık aydınlanmadığı için uyanmaya niyetlenmemiş, televizyonu kapamış ve uyumaya devam etmişti. Ama tekrar uyandığında artık gözleri cin gibi açılmıştı. Televizyonu açtı. Kıyametin kopmadığı bir güne uyanmanın keyfi ile tatlı tatlı gerindi. Biraz kanalları dolaştı. Eğlence programları çoktan bitmişti. Saati görmek için bulunduğu kanalın teletekstini açtı. 14: 30. “ Allah Allah ” Saniyelere baktı. Düzgün şekilde ilerliyorlardı, sayfa donmuş olamazdı. Ama oda zifiri karanlıktı. Telaşla kalkıp cep telefonundan saate baktı. 14: 24. “ Noluyor lan ”
Pencereyi açıp kafasını dışarıya uzattı. Gökyüzü yer yer bulutlu olduğu halde yine de dolunay ve birkaç yıldız görülebiliyordu. Sokakta ise her şey normal bir şekilde devam ediyordu. İnsanlar gayet normal görünüyordu. Çocuklar yerde kısım kısım kalan karın tadını çıkarıyordu. Gözüne tek garip görünen şey bir adamın başka birini ciddi bir şekilde kovaladığıydı. Kovalanan adam gerçekten canını kurtarmak istercesine koşuyordu. Kovalayan ise yakalarsa fena yapacakmış gibi duruyordu. Koşa koşa köşeyi dönüp kayboldular. Adem sağlam iki şamar asıldı kendine. Gözlerini kapayıp baya baya parmaklarını gözüne sokarak ovuşturdu ve tekrar baktı etrafa. Öğlen vakti gecenin bir yarısı gibi zifiri karanlıktı ve kimsenin umurunda değildi.
“ Lanetlendim... “
38
11: LANETLİLER...
Cornelius odasında masasına oturup laptop ’undan internete girmiş dünyadaki haber sitelerini dolaşmaktaydı. Görmek istediği türden haberleri görüyor olmalıydı ki neşesi yerine geliyordu. Bir bardak daha viski doldurdu. Buzsuz sıcak sıcak içiyordu ama berbat bir gırtlağı olmalıydı ki ona şurup gibi geliyordu. İnsanlar bir zamanlar kendisinin yaşamış olduğu deneyimleri yaşamaya başlamışlardı bile ve bu gitgide artacak gitgide hızlanacaktı. Çünkü Efendi bunun böyle olacağını söylemişti. Cornelius Efendisini ilk defa rüyasında görmüştü. Bu rüyalarda Efendi ona ihtiyacı olduğunu söylemişti.
O zamanlar Cornelius ilk defa hayatını rayına oturtmaya başlamıştı ama bu raylar üzerinde gitmek ona zor geliyordu. O çocukluktan beri elde etmesi gereken her şeyi çalarak elde etmişti. Çalmasına mani olmak isteyen bir dükkan sahibini öldürerek daha 16 yaşında suç ve bağışlanmaz günah ile tanışmıştı.
Yıllarca hapiste yattıktan sonra 30’lu yaşlarına doğru özgür kalmış ve yetimhanede daha küçük bir çocukken tanıdığı bir kız olan Violette ile tekrar karşılaşmış ve onunla evlenmişti. İkide çocuğu vardı. Ama çalıştığı demir fabrikasında çocuklarını doyuracak kadar bile para kazanamıyordu neredeyse. Eşi Violette onun neler yapabileceğini bildiği için devamlı ona yemin içiriyordu. Hapse girmesi kurdukları bu mütevazı ailenin sonu olabilirdi. Violette çirkin ve yaşından daha yaşlı gösteren bir kadındı ama çocukları için iyi bir anne ve kocası için iyi bir eşti. Eğriyi doğrudan ayırmasını iyi bilen biriydi ve bunu kocasının da sağlaması için elinden geleni yapıyordu. Bir şekilde Cornelius’u da suçtan ve kötülükten uzak tutmayı becermişti. Bu da o kadıncağızın hayatta bir şeyleri; zor bir şeyleri başardığı hissini yaşamasını sağlıyordu ve bu tatmin duygusu ile zorluklara, yaşam mücadelesine göğüs geriyordu.
Ama yıllar geçtikçe ilişkileri bozulmaya başlamıştı. Cornelius her sabah biraz daha farklı ve değişmiş uyanıyordu. İşte o günlerdi Cornelius Efendi ile tanıştı rüyalarında. Efendi ona ihtiyacı olduğunu söylemişti. Ona hep beyaz bir güvercin olarak gözüküyordu ve dünyayı olduğundan daha farklı bir yer yapması için Cornelius’a ihtiyacı olduğunu söylüyordu. Cornelius bunun sadece bir rüya dan ibaret olmadığını Efendinin sesini normal hayatını yaşarken de duymaya başladığı zaman tam olarak anlamıştı. Ona gün içinde de ulaşıyordu ve her gün biraz daha etkisi altına alıyordu ve Efendi doğru zaman geldiği zaman ona bir adres vermişti. Sesler veya rüyalar aracılığı ile değil, yüz yüze görüşmek için.
Verdiği adreste sadece köhne bir baraka vardı. Cornelius içeri girdi. Bir adam arkası kapıya ve Cornelius’a dönük ayakta duruyordu. İçerisi sadece mumlarla aydınlatılmış, ama pekte aydınlatılmamış bir şekilde fazlasıyla loştu. Efendi konuştuğu zaman sesi onun içine işlemişti. Söyledikleri sanki içindeki tüm hayati organlarını parçalıyor, yok ediyordu ama aynı zamanda konuşmaya devam ettikçe bu yok ettiklerinin yerine daha iyi ve güçlülerini koyuyordu. .
Efendi konuştu ve Cornelius değişti.
“ Cornelius benim benzersiz ruhum. Çok uzun zamandır senin olmanı, olgunlaşmanı bekliyorum. Ama sen gelişimine bir nokta koydun ve varman gereken limandan çok daha farklı ve küçük bir limana demirledin. Seni ilk başta yönlendirmek istememiştim çünkü zaten sen kendi iradenle bana geliyordun ama artık müdahale etmek zorundayım. Kendini harcıyorsun ”
Cornelius Efendiyi can kulağı ile dinliyordu. Rüyalarında duyduğu sesin aynısıydı. Rüya gerçek oluyordu.
“ Rüyalarını gerçek yapabilirim Cornelius ve daha önemlisi gerçekleri bir rüya gibi silikleştirip yok edebilirim. Bu daha önemli. Etrafına bak Cornelius. Dünyaya bak. Benim gibi görseydin iki taşın yan yana dururken bile yanlış durduğunu görürdün. Bir şeyler burada çok yanlış başladı ve bu yanlış yol aldıkça kar toplayan büyük bir çığ gibi devam ediyor. Zamanı geldiğinde buna biz set çekeceğiz Cornelius. Bunu herkesin iyiliği için yapıcaz ve her şey bittiğinde sen başının üzerinde altın sarısı ile kırmızının seviştiği alev alev yanan bir taç ile istediğin her şeye tamda elde etmeyi sevdiğin şekilde elini uzatıp ulaşacaksın. Bunu sana garanti edebilirim ”
Cornelius büyük bir çelişki yaşıyordu. Bu bir şekilde rüyalarına giren biride olabilir miydi acaba? Fazla kafası çalışan, okumuş görmüş geçirmiş birisi değildi Cornelius ama yine de bazı insanların bazı özel yetenekleri olduğunu bilecek kadar yaşamıştı. Hapishanede adamın biri iskambil destesinde hangi kartı çekerse çeksin onun ne olduğunu biliyordu mesela.
“ Çelişkilerin o kadar temiz ki Cornelius, insani duygularım olsaydı seni sevebilirdim. Ama yoklar ve ben insan değilim. Ama sen görmeden inanmayacak birisin. Ve madem bana her şeyden önce senin inancın lazım ilk başta bana aklına gelen ilk dileğini söyle. Sadece düşün ve olsun. Madem ki görmek istiyorsun, bu istediğin olacak çünkü ben gösterenim... ‘’
39
Cornelius kısa bir süre karar vermek için düşündükten sonra gözlerini kapadı ve diledi. Birden omzunda bir şey hissetti. Birisi dürtüyordu. Başını arkaya çevirdiğinde aklından geçen dileği ile karşılaştı. Bu sarı saçları omuzlarından aşağı dökülen, davetkar ve kocaman yeşil gözleri olan, uzun boylu ve çıplak bir kadındı. “ O çirkin kadını zaten sevmiyorsun öyle değil mi Cornelius? ”
Dili tutulmuştu. Hayal ederken bile bu kadar güzel bir yaratığı düşünememişti. Kadın sanki kendi ışığıyla aydınlanıyormuş gibi izbe barakanın içinde ışıldıyordu. O davetkar yeşil gözlerinden boncuk boncuk yaşlar akmaya başladı. Cornelius şaşırmıştı. Kadın diz çöküp Cornelius’un bacağına sarıldı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. “ Yıllarca sizin gibi bir erkeği hayal ettim geceler boyunca çaresizce ağladım ve işte karşımdasınız. Ben bunu hak edecek ne yaptım. “ Cornelius ne yapacağını şaşırmıştı. Kadını usulca ayağa kaldırdı. Ona sarıldı ve ağlamamasını söyledi. Dokunduğu andan itibaren ilk defa, hayatında ilk defa aşık olduğunu hissediyordu. Şimdiye kadar karısı Violette hatta çocukları dahil hiçbir şeyi böyle sevmemişti. Kadın Cornelius’a sanki sahip olduğu tek şey oymuş ve asla bırakmak istemiyormuş gibi sarılıyordu. Bir yandan gözlerinden hala inci tanesi gözyaşları dökülürken bir yandan çocuklar gibi candan gülümsüyordu. Cornelius bitmişti.
Efendi yüzünü Cornelius’a döndü. Cornelius Efendinin yüzünü görebilmek için dikkat kesildi ama karanlıkta seçemiyordu. Sadece gözleri... Kadın nereden geldiyse tam olarak oraya geri gitmişti. Sağa sola bakındı ama bulamadı. “ O nerede, nereye götürdün? ”
“ O benimle Cornelius. Benimle olduğun zaman yan yana olacaksınız. Her şeyi unuttuğun zaman, sadece beni hatırladığın zaman ve beni dinleyip istediklerimi yaptığın zaman her şey gibi oda senin olacak ”
Cornelius dizleri üstüne çöktü. “ Bana isminizi bağışlayın ki ruhumun Efendisini, bana hayallerimi yaşatanı tanıyayım ”
Efendinin yüzünde kimsenin görmediği, görmekte istemeyeceği hasta bir gülümseme belirdi. “ Hayallerinin de ötesini Cornelius. Çok daha fazlasını. İsme gelince henüz bana layık bir isim var olmadı. Ben şu an sen hariç yaşayan hiç kimsenin bilmediği bir varlığım. Hiç kimsenin... “
Cornelius gitgide daha da etkileniyordu. Hayalleri gerçek eden, dilekleri yerine getiren bir varlıktı karşısındaki. Bir isteğiyle vücut bulan kadının yüzü gözünün önüne geldi. “ Gün yüzü görmemiş güzellikleri var edebiliyor ” diye düşündü. “ Madem öyle siz benim Efendim ve Lordumsunuz. “
“ Sırtındaki yüklerden kurtul Cornelius. Seni sen olmadığın bir şey yapan lanetten kurtul. Sen benzersizsin Cornelius. Sana benzeyen şeyler yaratarak saf ruhunun değerinin düşmesine izin verme, kurtul onlardan... “
Cornelius duyduklarına inanamıyordu. Yanlış anlamadıysa Efendi kendisinden karısını ve çocuklarını öldürmesini istiyordu. Karşı çıkabilecek miydi ki böyle bir isteğe? Gün yüzü görmemiş güzelliği yaratan, gün yüzü görmemiş dehşeti de yaratabilir miydi? Şansını denemeliydi. “ Ama Lord’um, git dediğiniz yere gidecek ve yap dediğinizi yapacağım. Onların ölümü neden? ” Efendi bu cevabı bekliyordu. O hiç şaşırmazdı, her şeyi bekler ve hazırlıklı bulunurdu. “ Kendi kanını akıttığını göreyim ki, düşman kanının tadını çıkartabileceğini bileyim. Biliyorum Cornelius. İnançlı birisin. Ama onlar geride kaldı. Bırak kurtulsun ruhları. Çok daha güzel yerlere gidecekler ” Efendinin gözlerindeki alev büyümeye başladı. Artık her sözü kelime kelime, hece hece içinde yankılanıyordu. “ Uyu Cornelius ”
Bu sözün üstüne Cornelius aniden ipleri kesilmiş bir kukla gibi yere yığıldı. Efendi bir ruha hitap ettiği zaman bedenide esir edebilirdi isteklerine.
Cornelius evine doğru gidiyordu. Violette kapıda onu bekliyordu. Ona bir sorun olmadığını söyledi ve içeri girdi. Yemek yediler. Çocuklarını sevdi, oynadı onlarla biraz ve erkenden yattılar. Ama Cornelius hiç gözlerini kapamamıştı. Eşinin uykusu iyice derinleşince yatağından kalktı. Çocuklarının odasına gitti. Çocukları uyandı. “ baba bizimle yatmaya mı geldin? ” Diğer oğlu da uyandı abisinin sesiyle. “ Evet oğlum, yer açın bakalım babaya. “
40
Küçük yatağa zar zor sığmışlardı. Cornelius bir çocuğunu sağına diğerini soluna aldı. “ Hadi uyuycaz ” Sağ tarafa oğlu Sebastian’a doğru dönerek yatıyordu. Arkasını döndüğü küçük oğlu babası abisine sarıldığı için üzülmüştü. “ Baba bana da sarılsana ” Ama abisinin ayakları çırpınmaya başladı. Hareketleri gitgide hızlanıyor “ ımmm ımmmmm ” diye sesler çıkarıyordu. Ufaklık yatakta ayağa kalkıp ne olduğuna baktı. Babası abisini zorla uyutuyor olmalıydı ya da konuşmasını engellemek istiyordu hemen uyumak için. Biraz sonra abisi uykuya daldı. Minik bacaklarının titremeye benzer hareketleri durmuş, mırıltıları kesilmişti.
“ Ben zorla uyumak istemiyorum, kendim uyuycam. Büyüdüm ben ” Ufaklık Lui kalktı ve koşa koşa annesinin yanına gitti. “ Anne babam abimi zorla uyuttu, ben kendim uyuycam ”
Violette’in bir anda başından kaynar sular döküldü aşağıya. Aklına gelenin başına gelmemesi için Meryem Ana’ya dualar ederek çocukların odasına doğru yürürken birden Cornelius çıktı karşısına. “ Oğlumuza ne yaptın Cornelius? ” Cornelius ağlıyordu. Violette gidip çocuğa bakmak ile geri odaya dönüp kapıyı kilitlemek arasında ani bir seçim yapmak zorunda kaldı ve kararını verdi.
Cornelius’un kapıyı kırarak içeri girmesi fazla uzun sürmedi. O güçlü bir erkekti. Violette küçük Lui’ye sarılmış ağlıyordu. “ Napıyorsun sen, napıyorsun sen? ” Cornelius bir tokatla kadını çocuktan ayırdı. Lui can havliyle ağlıyordu. Oğlunu gırtlağından tuttu ve duvara fırlattı. Zavallı çocuk kafasını duvara çok sert vurmuştu. Artık ağlamıyordu. Violette çaresizce ağlıyor yerde can verircesine kıvranıyordu. Cornelius kadının üstüne oturdu. “ Anlaman lazım, onlar ve sen artık özgürsünüz ”
Kadının gırtlağını çok kötü sıkıyordu. Zavallı kadın öksürüp boğazını bir an için rahatlatamadan son aldığı nefesi yenileyemeden son nefesi olarak vermişti. Cornelius son gözyaşlarınıda döktü ve yüzünü sildi. Karısının cesedinin üstünden kalktı. Küçük oğlunu kontrol etti. Oda ölmüştü. Efendi’nin sesini duydu. “ Bana gel ”
Cornelius barakada uyandı. Efendi gitmişti. Yüzü kireç gibi olmuştu. Birkaç kez hızlı hızlı nefes alıp vermek zorunda kaldı soluğunu dengelemek için. Ayağa kalktı ve evine doğru yürümeye başladı. O barakada gördüğü o korkunç rüya gerçekleşen ilk rüyasıydı ve o geceden, o korkunç geceden sonra bir daha kasabada kimse görmemişti onu.
Bunların üstünden o kadar çok zaman geçmişti ki geçmişin hayaletleri artık onu rahatsız etmiyordu. Üzüntü... Bu tarz duyguları hissetmeyeli ve unutalı çok yıllar geçmişti. Artık Cornelius bir görev adamıydı ve şimdiki görevi yeni başlayan yılın etkilerini incelemek ve takip etmekti. Cinayetler başlamıştı...
* * *
Mehmet ve Zübeyde Altıner çiftinin evi. Mehmet bey ve Zübeyde Hanım 35 senedir evliydiler. Evlendiklerinde girdikleri bu mütevazı evde geçmişti işte bu 35 mükemmel yıl. Aynı yastıkta geçmiş 35 mükemmel yıl. Evin her odası, her yeri bu mutluluk dolu hayatı belgeleyen güzel resimlerle süslüydü. Salonun duvarında tüm çekirdek ailenin mutlu bir günde çektirdiği bir poz çerçeveletilmişti. Komodinin üstünde, sehpalarda hep gülücüklerle dolu resimler evin sıcacık bir yuva olmasında ellerinden geleni yapıyorlardı.
41
Ne mutlu bir hayat. 2 harika evlat ve 1 dünyalar güzeli torun. Daha 6 aylık bile yok. Mehmet bey saymıştı. Şimdiye kadar eşi ile sadece 3 kez tartışmışlardı. İlki nişanlılık zamanında olmuştu. Mehmet bey askerliğini yapıp bitirdiği halde nişanı uzatmak istemişti ama Zübeyde Hanım bir an önce evlenmek ve artık kendi evinin kadını olmak istemekteydi. Ama Mehmet Bey eksiği olan evin içine girmek istemiyordu. Her bir şeyi tam olduktan sonra sevdiğini düğünle, gelinlikle, anıyla şanıyla almak istiyordu. Zübeyde Hanım için ise bunlar önemli değildi. Birbirlerini seviyorlardı ve bu bekleyiş işkenceye dönmeye başlamıştı. Sonunda da Zübeyde Hanım’ın istediği olmuştu. Eksik gedik neyse evlerini kurup evlenmişlerdi. İkinci tartışmaları 10. yıldönümlerinde nereye tatile gidecekleri üzerineydi. Zübeyde Hanım ilk defa eli sıkılık yapmak istemiyor ve yurtdışı görmek istiyordu. Mehmet Bey ise biriktirdikleri parayı yol masrafına harcamak yerine cennet ülkelerinin turistik yerlerinde daha rahat edeceklerini düşünüyordu. Uzun tartışmalardan sonra ömürleri boyunca unutamayacakları kadar güzel ve macera dolu bir Mısır seyahati yaşamışlardı. 3 hafta kalmış ve piramitleri, tapınak adasını, Giza’yı, Kahire’yi bolca gezmişlerdi.
Son tartışmaları ise torunun ismi yüzünden çıkmıştı. Mehmet Bey kendi isminin konmasının münasip olduğunu çıtlatmıştı oğluna. Nede olsa ilk erkek torundu. Zübeyde Hanım ise rahmetli ağabeyinin ismi torununda yaşasın istiyordu. Tatlı atışmaların ve tartışmaların ardından torunun adı Cengizhan olmuştu.
Yeni yıla girilmişti ve 2 gün sonra evlilik yıldönümleriydi. Mehmet bey yine öğlen şekerlemesini yapıyordu. Artık baya bir yaşlanmıştı ve bu şekerlemeler hayatının vazgeçilmezi haline gelmişti. Zaten çok çalışmış ve çok yorulmuştu bu hayatta. Bu keyfide ona hiçbir zaman çok görmedi biricik eşi ona.
Mehmet Bey günlük olağan şekerlemesini yapmaktayken Zübeyde Hanım ise mutfakta böreğin pişip pişmediğine bakıyordu. Pişip servise hazır hale geldiğinde kocasını öperek uyandıracaktı ve neşeli bir öğle yemeği yiyeceklerdi. Akşamda çocukları gelecekti. Böreği fazla yememek lazımdı. Akşama da kalmalıydı.
Zübeyde Hanım çay için suyu ısıtmıştı bile. Fırından böreği çıkardı. Tabaklara servis yaptı. Eşine biraz daha az koydu. Zübeyde Hanım böreği hep biraz yağlı yapardı ve bu artık Mehmet Bey için o kadar da iyi bir şey değildi. Çaya bakmak için arkasını döndüğünde Mehmet beyi gördü ve irkildi. Yaşlı adam sessiz sessiz nasılda uyanmış gelmişti öyle. “ Ödümü kopardın Mehmet, ses versene ” Mehmet bey biraz garip görünüyordu. Yüzü solgun görünüyordu. Beti benzi atmıştı.
“ Kaltak ” Çaydanlığı ocaktan aldı ve çevik bir hareketle bütün sıcak suyu Zübeyde Hanım’ın suratına doğru fırlattı. Kadıncağız ne olduğunu bile anlamamıştı. Ellerini yüzüne kapattı ve yere savruldu. Tiz bir sesle ciyak ciyak bağırıyordu. Mehmet bey ise hayatında hiç ama hiç yükseltmediği kadar sesini yükseltip haykırıyordu. “ Hep senin dediğin olmak zorunda değil mi hee, konuşsana pis cadı ” Kadın sadece acı ile haykırıyor ve ağlıyordu. Mehmet Bey elindeki çaydanlıkla karısının üstüne çöktü ve kafasına vurmaya başladı. Kadın şok ve acıdan kendinden geçmişti. “ O ölmüş şerefsiz abinin ismini taşıyan piçi de öldürücem. Cehennemde yanın lan, yanııııııın ”
Mehmet bey karısının öldüğünü, artık kafasına çaydanlıkla vurmasına gerek kalmadığını 10 dakika sonra anladı. Çaydanlığın dibi yamulmuştu. Zübeyde Hanım’ın neredeyse tüm kanı dışarı boşalmıştı.
Mehmet bey üstünü başını çıkartıp üstüne bulaşan kan ve beyin parçalarından kurtulmak için duşun altına girdi. Sıcak su iyi hissettirmişti. Biraz önce yaptıkları gözünün önünde canlanıyordu. Kendini harika hissediyordu.
İyice temizlendikten sonra duştan çıktı. Üstüne güzel ve temiz kıyafetler giydi. Zübeyde hanım her zaman 3-4 takım elbise temiz ve ütülü tutardı onun için. Gömlekleri her zaman kolalı olurdu. Saçını başını düzeltti. Evden çıkmadan önce son bir kez mutfağa uğramak istedi. “ Şunun o iğrenç suratına son bir kez daha bakayım ” Mutfağa gitti. Kadını görünce kahkahalar atmaya başladı. Yüksek sesle kendi kendine konuşuyordu. “ Ah unutmuşum, artık bir yüzün kalmadı dimi pislik ”
Hızlı adımlarla evi terk etti ve oğlunun evine gitmek üzere bir taksi çevirdi. Çünkü karısını öldürdükten sonra oğlunu ve torununu da öldürmesi gerekiyordu. Rüyasında tam olarak böyle görmüştü...
42
* * *
Telefon acı acı çalacaktı çalmasına ama sessize alındığı için sadece canhıraş bir şekilde titreyebiliyordu o kadar. Adem kollarını karnında birbirinin üstüne koymuş karnı ağrıyormuş gibi kıvranıyordu oturduğu yerde. “ Artık bu kadarı fazla, bu kadarı da fazla lan artık. Ben akşam ne içtim ya? Hiçbir şey içmedim. Kabus görüyor olmalıyım ”
Kalktı. Ağır adımlarla korka korka lavaboya gitti. Evet evin içi biraz soğuktu ama zangır zangır titretecek kadar da soğuk değildi. Aynanın karşısına geçti ve acı bir gülümseme kondurdu dudaklarına. Sonra iyice açtı ağzını. Dişleri yerindeydi. Ne parçalanmış, ne ikiye kesilmiş nede kopmak üzerelerdi. “ Kabusta değil ”
Dışarıda yarım saate yakın dolaşmıştı ama herkes normal bir şekilde hayatını yaşıyordu işte. Bakkal açıktı. Alışverişler yapılıyordu. Çocuklar oynaşıyordu karla. İnsanlar bir yerlere gidiyordu. Apartmanda mahallenin yeni kuşak gençleri oturmuş birbirlerine yılbaşında neler yaptıklarını, nasıl onlarca bira içtikleri halde sarhoş olmadıklarını anlatıyorlardı. Adem’se hiç alkol almadığı halde defalarca koşa koşa banyoya koşmuş ama sadece öğürebilmişti. Midesinde kusacak bir şey yoktu.
En iyisi yatıp uyumak olmalıydı. Uyuyacak ve güneşin ısıtmasa da aydınlattığı, etrafı zifiri karanlık gibi değilde doğru dürüst gördüğü, güneşe gözünde leke bırakana kadar bakıp hasret gidereceği bir güne uyanmak istiyordu.
“ Ama bu telefon niye susmuyor ”
Telefonu eline aldığı anda çalmayı kesti. 35 cevapsız arama. Arayan: İlkay abi. “ Eyvah eyvah, yoksa onlarda mı? ” Hemen geri arama yaptı. Telefon ikinci çalışınca açıldı.
“ Alo abi. Abi. Abi... Abi ben böyle güneşin... Kimse görmüyor abi, herkes normal. Abi veledin birine sordum güneş nerde diye, aha orda ya dedi abi. Hatta baktığı yerden gözleri kamaştı abi. Kafayı çizicem abi bu ne yaa, bu ne yaa? Özlem ablada öylemi görüyor. Abi pis sıçtık ya. Çok kötü boka bandık yaa. Geliym tabi de ooof oof. “
* * *
Efendi artık diğer zamanlardaki gibi hizmetkarlarına seslenmiyor emirler yağdırmıyordu. Artık olan olmuştu ve eksiğiyle fazlasıyla hazırlıklar tamamlanmıştı. Bu saatten sonra tüm inananlarının Efendileri için yapması gereken tek şey onu rahatsız etmemek, olağandışı herhangi bir şey için tetikte bulunmak ve olası ani suikast emirleri için hazırda beklemekti. Artık çok fazla kişinin ölmesi gerekecekti.
Efendi artık hüküm odasına geçmişti ve hükmetmeye başlamıştı. O konuşmadığı sürece emir komuta zincirinin en tepesinde Cornelius olacaktı. Onun altında iki özel katili vardı. Onlar hiçbir zaman kendi kafalarına göre emir vermez veya konuşmazlardı. Herkes bilirdi ki onlar bir şey söylediyse bu Cornelius’un emriydi. Bu iki özel katilin hükmettiği kahinler vardı eskiden ama Cornelius onları öldürmüştü. Kahinler haricinde hükmedeceği kişiler mühürlenmiş insanlar olacaktı. Artık Efendi devamlı olarak insanları mühürleyecekti. Kısa süre içerisinde ordu kurulacaktı. Verilen görevi yerine getiren ve kendi kanını döken herkes orduya katılacaktı. Akraba katillerinden oluşacak uğursuz bir ordu.
* * *
Adem küçük adımlarla merdivenlerden iniyordu. Saçma bir şekilde en son pencereden dışarı bakışından, apartmanda geçirdiği süreye kadar bir zamanda işlerin düzeleceğini ve güneşin altında aydınlanacağını hissetti. Adımlarını hızlandırdı ve ikişer ikişer indi merdivenlerden. Ama hayır. Saat öğlenin üçünde bir güneş tutulması olmaksızın ortalık zifiri karanlıktı ve kimse farkında değildi. Başını ezik ezik öne eğdi ve tekrar ayaklarını sürüye sürüye yürümeye başladı. En azından kafayı yememişti. Ya da bu şizofrenide yalnız değildi çünkü İlkay ve Özlem’in de dünyası kararmıştı. Ne kendi için sevinebildi nede onlar için üzülebildi tam olarak.
Apartmanın dış kapısından adımını attı. Son merdivenleri indi ve sokağa adımını attı. Başını havaya kaldırıp gökyüzüne doğru okkalı bir küfür etmek için hazırlanmıştı ki bir refleks ile son anda kenara çekilerek canını kurtardı. Karşı apartmanın 5. katından kendisine doğru bir kadın uçmuş ve büyük bir çatırtıyla yere çakılmıştı. Kadının uçtuğu yerde adamın biri gözünü kan bürümüş bir şekilde küfürler edip bağırıyordu. “ Hadi şimdide konuşsana Safiye. Şikayet etsene ” Adem donup kalmıştı. Üstüne başına kadının kanı bulaşmıştı. Kendini zar zor dizginleyerek ufak ve kaçamak bakışlar attı kadına. Dişleri tıkırdıyordu ve gözleri oynuyordu. Henüz ölmemişti.
Etraftaki insanlar bağıra çağıra koşuştu. Balkondan olayı görenler çığlık atıyorlardı. Adem şoka girdi. Başını ufak ufak yukarı aşağı sallıyordu. Ne yapacağını şaşırmıştı. “ İlkay abi, beni bekliyorlar. Oraya gitmeliyim ” Kadına son bir bakış attı ve arkasını dönüp yürümeye başladı. Kadının dişleri artık tıkırdamıyordu.
43
Yavaş adımlarla yürüyor etrafındaki insanları inceliyordu. Kimisi meraklı turşucular gibi cesedi görmek için olay yerine doğru koşuyorlardı. Görenler ise koşarak olay yerinden uzaklaşmaya çalışıyorlardı. Yukarıdan sinirli koca hala bağırıyordu. Bu yaptığından sonra bile hala öfkesi geçmemişti. Adem adamın ne dediğini duymak için hiçbir gayret göstermedi ve kulak kabartmadı. Sadece güvenebileceği insanların yanına gitmek ve öylece durmak istiyordu. Öylece durmak.
Apartmana vardı ve içeri girdi. Kapıyı çalmakta zorlanıyordu. Zili çaldı. İlkay önce gözden baktı ve kapıyı açtı. Adem bitkin bir halde üstü başı kan içinde gelmişti. İlkay bir anda huylandı. Acaba Adem bir zombi olarak gelmiş olabilir miydi? ” O anasını bilmem ne yaptığımın güneşi yüzünü göstermiyorsa bize neden olmasın? ” Adem olayı anladı ve acıyla gülümsedi. Dişleri gayet normal görünüyordu. İlkay anladı ve içeri davet etti.
Olanları anlattığında İlkay ve Özlem hayretten küçük dillerini yutacak gibi olmuşlardı. Bu vahşeti karısına yapan adam daha o kadıncağızla birkaç ay önce evlenmişti. Gayet de mutlu ve neşeli bir çifttiler. “ Bu nasıl olabilir? ”
Adem yüzünü yıkamış ve üstünü İlkay’ın verdiği kıyafetlerle değiştirmişti. Hala pek kendinde değildi. Kendi kendine sessiz sessiz bir şeyler konuşuyordu.
“ Adem... “
Duymadı. Parmaklarıyla bir şeyler sayıyordu. Son zamanlarda başına gelen olayların adet olarak hesabını yapıyordu.
“ Adeeeeeem ”
Duymadı. Kafasını yukarı çevirdi. Sanki yukarıda evin tavanında Tanrı’nın suretini arıyordu ve “ yetmez mi? ” diyordu. Suratına patlayan hatırı sayılır sertlikte tokatla kendine geldi. “ Şimdi sıyırma zamanı değil... “
“ Abi biz lanetlendik. Neden biz lanetlendik ya da ne ettik de lanetlendik bilmiyorum ama lanetlendik işte. “ Bir yudum daha su içti. Birden nefes nefese kalmıştı. Heyecanlı heyecanlı anlatmaya devam etti. “ Her şey adım adım gerçekleşiyor anlıyor musun? Önce yaşamdan aldığım zevkler özenle seçilip yok edildi. Sonra damdan düşer gibi bir kadına aşık oldum. Hayatımı mahvetti. Lanet ettirdi bana herkese ve her şeye. Sonra hastalıklar. Derken maddi çöküş. Manevi çöküşün ardından maddi çöküş. Bir hayvan gibi anlıyor musun abi hayvan gibi kaldım. Yemek ve uyumak. Başka bir şey yok. Önce yemek gitti. Yedim kustum. Yedim kustum. Midem en lezzetli yiyecekleri bile reddetti. Sonra uyku. Uykular haram oldu. Uyumayı zindan eden kabuslar, daha da kötüsü gerçekleşen kabuslar. O güneşler. Patladı. Güneş patladı abi artık olmayacak. Bu dışarıdaki salaklar, kabullenemiyorlar. Hatırlıyor musun Gölcük’te yıkıntıların orda kafası yaralı çocuklar ip atlıyorlardı hatırlıyor musun? Bunlarda öyle göremiyorlar. Güneş söndü. “
Bunun üstüne gelen ikinci tokat ilkinden daha hızlı gelmiş ve işe yaramıştı. Adem sustu. İlkay bir sigara yaktı. “ Bunlar sadece seninle alakalı değil. Kafamı yukarı kaldırdığım zaman bende bir güneş göremiyorum. Özlem’de göremiyor. Biraz sakinleş ” Kendisi aslında çok daha tedirgin ve sinirliydi. Sadece Adem biraz önce berbat bir olay yaşadığı için zembereği boşalmıştı.
“ Özlem sen ne diyorsun, ne oluyor? ”
“ İlkay nerden bileyim ben. Tek bildiğim öğlenin dördüne yaklaştığımız halde güneşi göremediğimiz. Bizim haricimizde herkeste görüyor olmalı. “ Ayağa kalktı ve pencereyi açtı. Biraz önceki curcuna bitmişti. Ambulans gelmiş cesedi alıp götürmüştü ve her şey sanki hiçbir şey olmamış gibi eski haline dönmüştü. Sadece bir polis arabası orda kalmıştı ve birkaç polis etraftaki insanlara sorular soruyordu. Özlem sokaktan geçmekte olan insanları gösterip ” baksana bunların hiç umurunda değil sanki, Allah’ın cezaları ” Birden bakışları aniden kilitlenmiş gibi diğer insanlara göre çok daha hızlı adımlarla ilerleyen birinde sabitleşti. Bir gariplik vardı. Bu adam çok sinirliydi.
Gerçeğin zifiri karanlık altında aydınlanamayan görüntüsü yerini apaçık bir görüye bıraktı. Yine o bir şeyler görmeye başlamıştı.
Hızlı adımlarla yürümekte olan adamı görüyordu. Sokağın ortasında bir çocuğu dövüyordu. Ama darbeler dövmekten ve bir ders vermekten çok, büyük zararlar vermek isteyen birinin kullanacağı darbelere benziyordu. Hem de 10-11 yaşlarında bir çocuğa. Çocuğun korkusunu ta kalbinin derinliklerinde hissetti. Ama bu his çocuğu döven adamın gözünü bürüyen kanın kokusu ile kokuşmakta ve içindeki çocuğu döverken ki hissettiği sadistçe duyguların çirkinliği ile gitgide pislenmekteydi.
Bir saniye bile sürmemişti. Gözleri yine sokağı görmeye başladı. Adam hala hızlı adımlarla 4-5 çocuğun karla oynadığı yöne doğru gidiyordu. “ İlkay şu adam, çocuğu öldürecek ” Sesi dışarıdan bile duyulmuştu. Adam bunu duydu ama umursamadı bile. Ama biraz sonra adımlarını hızlandırdı. İlkay ayağa kalktı ve diğer pencereden dışarı baktı. “ O nerden çıktı şimdi Özlem? ” Özlem çok kötü olmuştu. Adem hiçbir şey anlamamıştı ve olayı izleyebileceği bir pencerede kalmamıştı. O da ayağa kalkmış ama geride durmak zorunda kalmıştı, adamı göremiyordu.
Çocuklardan bir tanesi adamı gördü ve “ baba, baba bak ne yaptııım ” diye ona koşmaya başladı. Adam insafsız bir tokat ile çocuğu yere serdi. “ İlkaaaaay ”
Adem’de dirildi ve hemen İlkay’ın arkasından koşmaya başladı. Özlem sokağın başından, adamın ilk belirdiği yerden koşa koşa gelen bir kadın gördü. Ağlaya ağlaya olayın olduğu yere koşuyordu.
Adam minik oğlunu yerde tekmeliyordu. “ Ben sana dışarı çıkmayacaksın demedim mi? Oynamayacaksın demedim mi? ” Polisler olayın başlangıcını göremeden devriye arabasına atlamış ve köşeyi dönmüşlerdi. Adam işini rahat rahat görecekti. Özlem’de daha fazla evde duramadı ve dışarı çıktı. Büyük bir şey olacaktı.
Adam tam zevkle hazırladığı yeni bir tekmeyi oğlunun sırtına indirecekti ki belasını İlkay’ın tekmesiyle buldu. Koşarak gelmesinin de etkisiyle korkunç bir tekme tam beline oturmuştu. Adem ağlayan çocuğu kucaklayıp sokağın sonuna doğru koşmaya başladı. Bir şekilde çocuğu oradan uzaklaştırması gerektiğini hissetmişti. Hangi çocuk o çok sevdiği babasından ölümüne dayak yerken birdenbire babasının bu sefer dayak yediğini görür ve travma yaşamazdı. “ Ne kadar görse o kadar az. “
Adem kucağında çocukla koşarken Özlem’i dışarıda görünce şaşırdı ve durdu. “ Abla sen içeri gir lütfen. “ Bu arada çocuğun annesi onlara yetişmişti. Çocuk kollarını annesine doğru uzattı ve daha kötü ağlamaya başladı. “ Anne babam beni dövdü ” Kadın çocuğu aldığı gibi acele bir teşekkür etti ve hemen bir taksi çevirip gecenin karanlığında kayboldu. Tabi Adem, İlkay ve Özlem’e göre gecenin karanlığı...
44
İlkay psikopat baba ile amansız bir mücadeleye girmişti. Adam işini yapmasını engellediği için İlkay’a karşı inanılmaz bir öfke ile saldırıyordu. İri yarı ama hafif göbekli biriydi. Yine de kollarında büyük bir güç taşıdığı belliydi. Ama karşısındaki kişi komando olarak ve gerçek bir asker gibi savaşarak askerlik yapmış, eğitimli biriydi. Bu delirmiş adamın İlkay’a yaptığı hiçbir saldırı ve darbe denemesi başarıyla sonuçlanmıyordu ve bir taraflarının daha fazla kanamaya başlaması ile devam ediyordu.
Adem hızla kavganın olduğu yere koşmaya başladı. İşin garip tarafı adam bir türlü vazgeçmiyordu ve aldığı ölümcül denebilecek her darbenin ardından daha bir hırsla kalkıyordu. Özlem’de hızlı adımlarla yaklaşıyordu. Adem koşarken bir kez daha arkasını dönüp ” abla gelme eve gir kapıyı kilitle. İlkay abiye dışarıda oluşunun hesabını veremeyiz ” diye bağırdı ve koşmaya devam etti.
Adam son yere düşüşünde eline bir taş geçirmişti ve bu sefer tehlikeli görünen oydu. İlkay’ın da artık gözü dönmüştü. Etrafta kadınlar bağrışıyordu. “ Şu polisleri geri çağırın, ay dönsünler gelsinler ” Adem koşuyordu.
Adam elindeki taşla kolunu savurdu ama İlkay çevik bir hareketle geri savurdu kendisini. İşler değişmişti. Adam kuduz bir köpek gibi saldırıyordu. Bir gözünü aldığı yumruklar nedeniyle neredeyse hiç açamıyordu, yüzü kan çanağına dönmüştü ama hala saldırıyordu. İlkay sağına soluna baktı. Oda taş arıyordu. En azından şartları biraz olsun eşitlemek için. Tam o esnada gözünün önünden büyük bir taşın uçtuğunu gördü. Sanki filmlerdeki gibi ağır çekimde görüyordu. Taş uçtu, uçtu, uçtu ve hasmının suratında dağıldı. O an duyulan ses kesin olarak sadece burnun değil, elmacık kemiğiyle birlikte adamın suratının un ufak olduğunun ibaresiydi. Adamın iki ayağı birden yerden kesildi ve sırt üstü yere vurdu. Kafasının arkasını da yere vurdu ve ağzından kan sızmaya başladı. Artık pek ayağa kalkmaya niyeti yoktu.
İlkay arkasını döndü. Adem elinde büyük bir taş bekliyordu. İlkini fırlatır fırlatmaz ikincisini de hazırlamıştı. Ama gerek yokmuş gibi görünüyordu. Tam derin bir nefes verip rahatlayacaktı ki arkadan yürüyerek gelen Özlem’i gördü. “ Dışarda ne işin var, eve girsene ” Özlem gelmeye devam ediyordu. “ Bakmam lazım ” İlkay dona kaldı Adem’le birlikte. “ Neye ”
Özlem yerde baygın yatmakta olan adama yaklaştı ve yüzüne bakmaya başladı. Sabit kalmış öylece bakıyordu. Garip bir şekilde elini adamın alnına uzattı ve iğrene tiksine yara bere ve kan içindeki alına dokundu. İlkay “ yapma ” diyerek atıldı ve Özlem’i çekip almak istedi. Ama Özlem adamın alnına dokunmuştu ve bayıldı. O anda adam ilk defa inlemeye başladı. Birdenbire inanılmaz acıların içinde bulmuştu kendini. Sirenler duyulmaya başladı. “ Nihayet ”
12: EFENDİNİN ÖFKESİ...
Efendinin kükremesi ile tüm şato uğursuz uykusundan uyandı. Tuğlalar, sütunlar korku ile titremişti. Uğursuz bir rüzgar dolandı odaların arasında. Cornelius irkilerek oturduğu yerden doğruldu. Efendisi bir şekilde rahatsız olmuş olmalıydı ama bu imkansızdı. Bu eve kimse giremezdi. Bir tek gören göz...
Koşarak Efendisinin kendisini kapattığı “ Hüküm Odası ” nın önüne geldi. Hızı kesildi. İçeriye nasıl gireceğini nasıl konuşacağını ne olduğunu bilmiyordu. Bunlar aklında savaşırken kapı gıcırdayarak ardına kadar açıldı. İçeride Efendisi de dahil hiç kimse görülmüyordu ama Cornelius bir şekilde onun varlığını hissediyordu. Bu sadece ona bahşedilen bir hediyeydi. Bir bacağı üzerinde diz çöktü. Kolunu katlanan dizinin üstüne koydu ve başını eğdi. “ Lordum... “
“ CORNELIUS. . !!!. Aptallığının cezasını ödüyorum Cornelius. Ben sana günahlarının bedelini ödeyeceğimi söyledim, aptallıklarının değil ” Oda çalkalanıyordu. İçeride hiçbir eşya yoktu. Ne bir masa, ne sandalye. Hiçbir şey yoktu. Efendisinin görüntüsü bile yoktu ama ordaydı işte ve hiddetle haykırıyordu.
“ Lordum, yüksek Efendim. Bana telafi yolları sunun ki yaşamak için nedenlerim olsun. Sorun gören göz mü? ”
“ O buradaydı. Çelik gibi iradesi ile bana gösteri yaptı. Önümde eğilmedi. Tehditlerimle korkmadı. Ona anlattığım gelecekten korkmadı ve ölümden korkmadı. Hepsi senin yüzünden. “
“ Lordum. Onu gördünüz. Söyleyin kim olduğunu ve buna artık bir son vereyim... “
“ Sen değil Cornelius. Sen değil. Yıkıl karşımdan... “
45
Cornelius geri geri attığı adımlarla odayı terk etti. Kapı bir tokat gibi suratına patladı. Doğruldu. Yumruğunu sıkıyordu. Uzun tırnakları avucunun içine saplanmıştı ve Cornelius öfkeyle yumruğunu sıktıkça daha da parçalıyor ve oluk oluk kanatıyordu. Adam ise hiç oralı bile olmuyordu. İlk defa Efendisinin bu kadar hiddetli olduğunu görmüştü. Aslında şanslıydı. Çünkü aslında Efendisini görmemişti. Efendisinin bu hiddetle nasıl görüneceğini hayal bile etmek istemiyordu. Sadece sesini duymuştu ve bu bile yetmişti. Sessizce kendi odasına geçti ve işinin başına döndü.
* * *
Özlem ayılmış, karakolda ifade verilirken yardımcı olmuştu. Komşular, etraftaki insanlarda şahit olarak gelmişlerdi ve olayları anlatmışlardı. İlkay ve Adem yaptıklarından ötürü teşekkürlerle uğurlandı karakoldan. Özlem tüm ısrarlara rağmen hastaneye gitmeye gerek duymadığını iyi olduğunu söylemişti. Ama aynı şey “ saldırgan baba ” için geçerli değildi. Adamı en son gördüklerinde ağlayamıyordu bile. Gözlerinden aşağıya sadece kan süzülüyordu ve garip sesler çıkarıyordu.
“ O yaptığın neydi, adamın alnına dokunmak, bayılmak? ”
Geri eve döneli 5-10 dakika olmuştu. Yolda gökyüzünü incelemişlerdi. Buna bir türlü alışamıyorlardı. İnsan böyle bir şeye nasıl alışabilir?
Özlem anlatacağını sadece biraz sakinleşmeye, dinlenmeye ihtiyacı olduğunu söylemişti. Bu sefer çaylar İlkay’dandı. Adem artık kafayı çizmiş deliler gibi gözükmüyordu. Yaşadığı bir şok onu dağıtırken, öteki geri topluyordu sanki. Aslında buda pek sağlıklı bir şey değildi.
“ O adam damgalıydı. Ben onun yaptıklarını gördüm. O bunları rüyasında görmüştü ve ne gördüyse tam olarak onu yapmak üzereydi. “ Özlem çok bitkin görünüyordu. Çayı tutan elleri bile titriyordu. Bardağı yere koydu. “ Biri ya da bir şey ona o rüyaları gösteriyor ve kuklası olarak kullanıyordu onu ”
İlkay araya girmeden edemedi. “ Normalde, yani güneşin olması gerektiği yerde karanlığın ve yıldızların olmadığı, insanların karılarını balkondan aşağı fırlatmadıkları bir günde, zombi kuvveti ile kalktıkça kalkan, ölmedikçe ölmeyen adamların olmadığı bir günde buna inanmazdım. “ Adem kafasını emme basma tulumba gibi sallıyordu. İlkay bunu gördü. “ Başlama yine kafanı sallamaya sende Adem ” Adem durdu.
“ Peki sen bunu nasıl anladın yani adamın alnında bir şey mi vardı? ” İlkay bir sigara daha yaktı. Henüz söndürmediği eski sigarasından. “ Gördüğüm görüntüde yani adamın rüyasında alnında bir işaret vardı. Bunu görmüştüm. Bu yüzden adamın yanına gittim ve bir şekilde biliyordum işte. Adamı kurtarabilirdim. Alnına dokunduğum andan itibaren bayıldığımda çok kötü bir şey gördüm. Kendimden geçmeden önce işaretin yok olduğunu görebilecek kadar açık tutabildim gözümü o kadar. “
Özlem’in anlatmadığı, asla da anlatmayı başaramayacağına inandığı bir şey vardı. O işarete dokunduğunda bayılmadan önce bir şeyler hissetmişti. O gördüğünü söylediği şeyi görmeden önce. Bu hissettikleri adamın motivasyonuydu. Adam gördüğü kabusun öyle bir etkisinde kalmıştı ki içi kendi kanından, kendi canından olan oğluna karşı inanılmaz bir kinle dolmuştu. O rüyayı görürken, oğlunu tekmelerken tarifsiz bir haz alıyordu. Özlem işte işarete dokunduğunda bunu hissetmişti. Ve çocuğun hissettikleri. Bu hisler adamı ilk yürürken gördüğünde ve görüntüler gözünün önünde canlanırken hissettikleri gibi değildi. Çok daha gerçekti. Çocuğun içindeki şaşkınlığı, hayreti, babasından gelen şiddetin kırıklığını, biraz önce gülerken şimdi yerde bir çuval gibi tekmeleniyor oluşunun saçmalığını, hepsini hissetmişti.
Bunları kelimelere dökebileceğine inanmıyordu. Bu yüzden hiç anlatmak istemiyordu. “ Peki bayıldığında ne gördün ” İlkay’da Adem’de bunu öğrenmek için sabırsızlanıyordu. Bir yandan duyacaklarından da korkuyorlardı. Başkalarının rüyalarını görebilen biri, hem de başkalarının gerçekleştirmek için ölümüne savaştıkları rüyaları gören biri rüyasında ne görmüş olabilirdi? Bu soru cevaplanmak üzereydi.
“ Önce zifiri karanlık vardı. İlkay diye bağırıyordum, seni çağırıyordum ama sen yoktun. “ İlkay’ın yüzü ekşimişti. “ İşte şimdi kötü geliyor ”
Özlem bir sigara yakma ihtiyacı duydu. Çayını da yudumladı. Rüyasını anlatmaya başladığından itibaren yüzündeki kan çekilmişti ve korktuğu her halinden belliydi. “ Uzakta bir ışık görüyorum. İlerleyince bir kapının önünde elinde meşale ile bekleyen bir adam var. Bu adamı daha önce görmüştüm. Şu siyah cüppelileri boğup yakan adamdı. Adamın yanına gelince bana bir kapı açıyor ve -Efendi seni bekliyor- diyip içeri davet ediyor beni. Girmek zorunda hissediyorum kendimi. İçeride korkunç bir şey vardı İlkay ”
46
İlkay sinirlenmişti. Bu rüyanın gerçekleşme ihtimali bile dengesini alt üst etmişti. Sigarasından hırsla bir nefes aldı. Dudakları yandı çünkü izmaritine kadar diplemişti. Adem’de rahatsız bir şekilde ama pür dikkat dinliyordu. “ Nasıl bir şeydi Özlem abla? ”
İçerisi sıcak olduğu, soba yanmakta olduğu halde Özlem titremeye başlamıştı. “ Rahatsız oluyorsan anlatma Özlem ” İlkay kalktı ve yanına oturdu. Kendisini güvende hissetmesini sağlamaya çalışıyordu. “ Anlatmalıyım İlkay çünkü bana sizden bahsetti. “ Adem ve İlkay birbirine baktı. Pek belli etmedikleri halde ürkmüşlerdi, bir an için olsa dahi...
“ Biri vardı odanın içinde. Hissediyordum ama göremiyordum. Sonra odanın sonu olduğunu fark ettiğim bir yerde birkaç mum yandı. Uzakta bir siluet belirdi. Sanki alev alev yanmaya başladı yaklaştıkça. Yaklaştıkça ısı artıyordu sanki ve alnım terliyordu. Birden ateş etrafa savruldu. Gözlerimi kapadım. Biraz sonra açtığımda karşımda... “ Adem stresten elindeki bardağı kırdı. Başparmağından kan boşaldı. “ Hay Allah ” İlkay Adem’e döndü. “ Bişey olmaz, bir şey olmaz. “ Adem elindeki kanı gösterip “ abi açıldı ya, kanıyor ”
Elini yıkadı ve bir bant sardı. Daha çayda içmeyecek gibi hissediyordu. “ Gözlerini açtın ve ne gördün Özlem? ” İlkay kalanını dinlemek için sabırsızlanıyordu.
Özlem gözlerini kapamıştı. Sanki o gördüğünü tekrar hayal ediyordu. Vazgeçti. Biliyordu ki resim gibi gözünün önünde canlanacaktı ve Özlem bunun olmasını istemedi. “ Gördüğüm bir adamdı ama... onun kanatları vardı. “ Adem ve İlkay aynı anda ” melek miydi? ” diye haykırdı.
“ Hayır şeytandı. Kanatları cayır cayır yanmakta olan ateştendi. Cehennem ateşinden. Yüzünü de gördüm. Düzgün bir yüzü vardı ama bakışları korkunçtu ve gözleri. Gözlerinde büyük bir kin vardı. Aynı kanatları gibi yanıyordu gözlerinin içi. Çok kötüydü. “
İlkay’da Adem’de gözlerinin önünde canlanan manzaradan hiç hoşlanmamışlardı. Böyle bir rüya görmeyi hiç istemezlerdi ve Özlem’in de görmemiş olmasını dilemişlerdi ama maalesef görmüştü. Özlem etkisinden bir türlü çıkmayı başaramadığı rüyayı anlatmaya devam etti. Bir yandan bir an önce bitsin istiyordu. Bir yandan da bir an önce olanları öğrenmelerini istiyordu.
“ O korkunç yaratık benimle konuştu. Bana kaderimin görmek olduğunu söylemişti. Bunu kabullendiğini, çünkü engellemek istediğini ama başaramadığını söyledi. Ama benim tek başıma onun planlarını bozamayacağımı söyledi, ve beni tek başıma bırakacağını. Önce Adem’i öldürücem dedi. Onu kendi kanında boğucam ve yavaşça canının çıkmasını izliycem dedi ” Özlem bunu söylerken elinde olmadan Adem’in gözlerine bakarak söylemişti ve beklediğinin aksine çocuk bunu çok serinkanlı karşılamıştı. Hiçbir çekinme veya korku ifadesi göstermedi hatta bu tehdidi alaya alırmış gibi bir ifadeye büründü.
Özlem devam etti. “ Sonrada kocanı öldürücem dedi. Ona öyle şeyler yapıcam ki hiç doğmamış olmayı dileyecek ” İlkay’ın gözlerinin içine bakıyordu. İlkay gözlerini kıstı. İçinden okkalı bir küfür ettiği belliydi ama sonuna kadar dinlemek istiyordu bu sözlere karşı meydan okumak için. “ Sizi öldürdükten sonra benden başka karanlığı gören hiç kimse kalmayacakmış. Bir tek o ve birde seçtiği bir prenses olacakmış aydınlık doğmadan önce karanlığın tüm tadını çıkartacak olan ” Adem bu lafı duyar duymaz Aylin’i düşündü. Tamamen aklından çıkmıştı. Oda bu olayın bir parçasıydı ve o korkunç ifritin bahsettiği prenses o olabilirdi. Bunu anlatmak için Özlem’in sözlerinin bitmesini beklemeye karar verdi.
“ Tekrar görüşücez dedi ve uyandım ” Sonrasını biliyorsunuz. İlkay durup dinlenmeden küfür ediyordu. Her şeye sebep olduğunu iddia eden ve bu konuda haklı olduğu çok belli olan bu şey ile ilgili etmediği küfür kalmamıştı. Dilinde tüy bittiği zaman artık enerjisi azalmış bir şekilde “ hayatımızı mahvetti ” dedi ve sustu.
“ Ben bu prensesi tanıyor olabilirim ” Adem sessizliği bozmuştu. Dikkatler üstüne yoğunlaştı. “ Benim bir arkadaşım var, bizim siteden İzmir’de okuyor, orda kalıyor ismi Aylin. Bir türlü sırası gelmedi anlatmaya. Oda bu bizim rüyanın bir kısmını görmüştü ” Özlem merakla ” hangi kısmı ” diye sordu. Adem bir sigara daha yaktı. “ En başını Özlem abla. Oda aynı benim gibi rüyasında evinde yılbaşı geri sayımı yaparken deprem oluyor... “
“ Deprem mi? Adem depremin İzmir merkezli olduğunu biliyorsun değil mi? ” Özlem parçaları bir araya getiriyordu. “ Bu eğer o şeyin anlattığı, onunla birlikte karanlığı izleyecek olan prenses ise, iyi birisi olmayabilir. Deprem ayaklarının altında başlamış. Rüyanında en başını görmüş. Belki de hepimizi bu lanetin içine çeken odur. Belki de... “
47
Adem araya girdi. “ Abla Aylin tehlikeli bir kız değildi. İyi, kendi halinde duygusal bir kızdır. Hem rüyanın başını gördüyse eğer bu onu suçlu yapmaz ki... “
“ Ama suçsuzda diyemeyiz Adem. Bu bana görünen şeyle beraber çalışıyor olabilir ” Adem’in gözünde bir an için Aylin le alevden kanatları olan ucube bir suretin aynı ofiste çalıştığı birbirlerine evrak verip aldıkları absürt ve saçma bir sahne canlandı, güler gibi oldu ama gülemeden bu görüntüyü savuşturdu.
İlkay ” belki de oda o rüyalardan birini görmüştür. Belki bu oğlunu öldürmeye çalışan adam gibi damgalıdır. Belki o şey onu seçmiştir. “ dedi bir sigara daha yakmadan hemen önce.
“ Ne için seçmiştir abi? ”
“ Krallığının prensesi olması için ” Özlem hissederek söylemişti. Rüyasında gördüğü o şey prensesten bahsederken çok önemli birinden bahsediyormuş gibi vurgulamıştı onu çünkü.
Adem telefonu ile Aylin’e ulaşmaya çalışıyordu ama hatlarının ikisi de kapalı, ulaşılmaz durumdaydı.
“ Bilmiyorum abla, bilmiyorum... “
Birden Özlem ağlamaya başladı. Televizyona bakıyordu. Televizyondaki haber psikopat bir taksicinin arabasına aldığı herkesi öldürüp durduğu ilk yerde cesetleri bıraktığı ile ilgili bir haber vardı. Ekranda taksinin plakası grafik olarak alta yerleştirilmişti ve halktan dikkatli olmaları isteniyordu. 34 TNB 768...
Görüntüde ise son kurbanların görüntüleri vardı. Özlem onları tanımıştı. Biraz önce babasının vahşetinden kurtardığı oğluyla taksiye binen kadıncağız ve kadersiz çocuğun resimleri vardı ekranda. Adem ve İlkay’da çöktü. “ Allah Kahretsin... “
13: PRENSES
Aylin havaalanından bir taksiye atlamış taksiciye söylediği istikamete doğru gidiyordu. Bir yandan etrafı seyrediyordu bir yandan da taksicinin dikiz aynasından attığı bakışları inceliyordu. Taksici pek tekin birine benzemiyordu. Belki de taksisine tek başına binen bu güzel kız ile ilgili düşüncelerdi bunlar, bu bakışlar. Aylin taksiciye gülümsedi. Taksici ise buna sarı dişlerini göstererek cevap verdi.
Taksici kafasında planını kurmuştu. İstikamet üzerinde ilk tenhada çekecekti ve saldıracaktı. Aylin’in ise kafasında başka hesaplar vardı. Araba durdu. Aylin ne olduğunu anlayamamıştı. Taksici arabadan indi ve Aylin’in oturduğu taraftaki kapıyı açtı. Aylin hala sakin bir şekilde olanlara tepki veriyordu. Taksici onu saçından tutup dışarı çekiştirdi. Aylin buna izin vererek dışarı çıktı. Adamın elinde bir bıçak vardı. Büyük bir bıçak...
48
Aylin bu serkeş taksicinin gözlerine bakıyordu. Onun hasta planının ne olduğunu tahmin etmeye çalışıyordu. Şaşırtıcı şekilde soğukkanlıydı. Bu taksicinin hiç hoşuna gitmemişti. Ağzından salyalar çıkartarak elindeki bıçağı salladı kıza doğru. Gülümsüyordu. Ama bakışlarını aşağı çevirdiğinde amacına ulaşamadığını gördü. Aylin adamın bileğini tutmuştu. Bıçak karnına bir iki santim kala durmuştu. Adamın bileğini kıvırdı ve yere yatırdı. Adam kalkacak oldu ama ağzına bir tekme yedi. Bir daha kalkacak oldu bir tekme daha. Bıçak artık Aylin’in elindeydi. Bıçağı iyice gözlerine yaklaştırarak inceledi. “
Ne kadar keskin, ne kadar güzel ” diye geçti içinden. Bir sonraki hareketi bıçağı son gücü ile adama savurmaktı. Bıçak öyle hızla girip öyle bir yara açmıştı ki o hızla açılan yaradan içeri bıçağın sapının bir kısmı ile Aylin’in eli de girdi. Diğer eliyle de adamın gırtlağını tutuyordu. Adam bir nefes verince bu nefesin kokusundan rahatsız oldu. Ayağa kalktı. Bıçak adamın karnına saplı duruyordu. Ayağı ile iyice bastırdı üstünden. Adam çektiği acıdan tat alıyordu sanki. Gülücükleri ağzında kanlı köpüklere dönüşüyordu.
Aylin arabanın şoför mahalline yöneldi. Kapının hemen köşesinde bir levye vardı levyeyi yerinden alıp adamın göğsüne öyle bir sapladı ki adamı resmen toprağa çiviledi. Adam hala gülücükler atıyordu ve bu gülücükler esnasında ağzına dolan kan artık patlamaya başlayan toplar damarlarından gelen daha kara pis kandı. Aylin yüzünü ekşitti. Elini karnındaki yaraya saplayıp iyice içeri gömülen bıçağı çıkarttı. Adamın pis gömleğinde kanını temizledi ve çantasına attı. Üstü başı kan olmuştu. Durdukları yerde ağaçların orada kanlı elbiseleri temizleri ile değiştirdi ve valizini almadan sadece bir çanta ile başka bir taksi çevirip tekrar yola koyuldu.
Taksici saplandığı yerden kalkmaya çalışıyordu ama bir türlü başaramadı. Kan kaybetmeye devam ediyordu. Çoktan ölmesi ya da en azından bayılması, komaya girmesi gerektiği halde hala kıvranıyordu. Çabalarının çaresiz olduğunu anladığı halde hala hayvan gibi tepiniyordu ama oradan kurtulamayacaktı. Psikopat taksicinin 34 TNB 768 plakalı taksisi ile saçtığı dehşet burada sona ermişti...
* * *
Televizyon artık izlenmez bir hal almıştı. Ülkeden ve dünya dan vahşet haberleri, dramlar, gözyaşları ve acı yükseliyordu ve bunun üstüne tüm kanallar kıpkırmızı bir yayın yapıyordu. Kan kırmızısı bir yayın.
Birkaç dakika önce kırsalda yaşayan bir ailenin faciası gösterilmişti. 45 yaşındaki H. Ç kocasını uyurken yatakta kafasına balta geçirerek öldürmüş, çocuklarını boğmuş, evide içindeki cesetler ve kendisi ile ateşe vermişti. Başka bir haber şehir merkezindendi. Lüks bir lokantada patronuna kızan, maaşına zam yapılmaması yüzünden cinnet geçiren aşçı bir gün boyunca yaptığı tüm yemeklere fare zehri katmış yüzlerce kişinin ölümüne neden olmuştu. Bir o kadar insanda hastanede yaşam savaşı vermekteydi. Uzun zamandır soğuk savaşta olan Hindistan ve Pakistan arasında ise sıcak çatışmalar başlamıştı. Birleşmiş Milletler nükleer silahların kullanılma ihtimalini gözeterek ikili temaslara girmiş, ülkelerin ileri gelenleri ile uzlaşmacı tavır sergilemeleri için baskı kurmaya başlamıştı. Kulislerden sızan bilgiler iki tarafında askeri kanadının deklarasyonlarının karşı taraftan kendi topraklarına füzeler atıldığına dair olduğunu belirtmişti. Gelen ilk görüntüler çok kanlıydı. Her yerden gelen görüntüler içeriği ne olursa olsun çok kanlıydı. Sanki record tuşuna basan her kameraman bulunduğu yerde bir dram, bir felaket kaydediyordu. Bu artarda girilen haber vtr’lerinde açıkça görülüyordu.
“ Bir vahşet dalgası ” dedi anchorman konuğunu tanıttıktan sonra ona dönerek. Yanındaki psikiyatri uzmanı ile son gelişmeler ile ilgili bir söyleşi yapmaktaydılar.
“ Ben hiç böylesini görmemiştim. Bir günde bu kadar cinayet, kaza-ki kazayı tırnak içinde söylüyorum... Nasıl bir yıla girdik sayın hocam? ”
Uzman görüşü temsil eden göbekli profesör ikide bir yudumladığı kupasını masaya bıraktı ve arkasına yaslanarak yuvarlak camlı gözlüklerini düzeltti ve söze girdi. “ Şimdi belli ki yeni bir toplu histeri söz konusu. Hatta global bir histeri demek lazım. İşte hep beraber izledik, biraz önceki vtr’nizde beraberce gördük. Ülkemiz haricinde tüm dünya dan da inanılmaz haberler alıyoruz. Yani maalesef her zaman olan şeylerdir bu gelen haberler, cinayetler, cinnet geçirenler falan ama kantarın topuzu kaçmış gibi görünüyor. Şimdi ne oldu düne göre? Yeni bir yıla girdik. Geride bıraktığımız yıl savaşlarla, açlıkla, ekonomik bunalımla, siyasi çözümsüzlüklerle, terörle ve ırkçılıkla, televizyonda neredeyse canlı yayınlarda gösterilen infazlarla geçti. Birileri sniper tüfekleri ile başka birilerini öldürüyor ve bunu yaparken videoya alıp tüm kanallara dağıtıyor. İnsanlar tehdit ve şantaj için, hem de ülkeleri tehdit etmek için kaçırıldı ve tavuk gibi boğazlandı, hep beraber izledik, ibadet evlerine terör saldırıları yapıldı. Kanallarda göletine et atılmış timsahlar gibi üstüne üşüşüyor bu görüntülerin. Yani bir iç otokontrolde yok. İnsanlar artık psikolojik olarak dayanamaz boyuta gelmiş olmalılar. İçinde bulundukları ve televizyon haricinde de kendi yaşantıları içerisinde devamlı gördükleri vahşeti kendileride; kendi kendilerinin çıkmazlarından kurtulmak için elzem bir çözüm olarak görmekle birlikte çaresizliğinde sonucuyla bu hale geliyorlar ” Anchorman anlıyormuş gibi kafasını sallıyordu. Oysa anlıyor olsaydı biraz önce kendisine ve yaptığı haber politikasına atılan taşı fark ederdi. Ama fark edemedi...
Konunun takip edemediği bir noktaya geldiğini anladığı zaman ” peki bunun yeni yılla ne alakası var? Yani medyumlar çıktı, astrologlar çıktı herkes bu yılın kötü geçeceğini söyledi. Siz ne diyorsunuz? ” diyerek araya girdi.
Profesör bilimsel olmayan konular açılır açılmaz yüzünü ekşitti. “ Efendim bunlar hurafe. Yok akrep yılına girdik, Çinlilere göre bilmem ne yılına girdik falan. Bunlar hurafe. Ben toplu bir histeriden, psikolojiden, beşerden bahsediyorum ve diyorum ki... “
İlkay bu kendini beğenmiş züppeyi daha fazla izlemek istemediğine karar vererek kanalı değiştirdi. “ Acaba oralarda birileri yok mu BU GÜNEŞ NEREDE diye bağıracak? ”
49
Diğer kanalda tanınmış medyumlardan biri yeni yılın falına bakıyordu. Oda hiç açıcı şeyler söylememeye kararlıydı. Diğer tüm kanallar gibi. Yabancı kanallarda aile facialarından, ortaya çıkan sapkın ailelerden bahsediyordu. Televizyon kapandı...
“ Acaba şimdi ben korkmalı mıyım, benim peşimde mi bu ateşli çocuk bu mudur? ” Adem sinirlerinin laçkalığından ya da korkuyormuş gibi görünmemek için sert çocuğu oynuyordu. Sözleri alaycı bir şekilde çıktı. Sorunun muhatabı Özlem sessiz kaldı. Rüyayı anlatmıştı. Gördükleri, duydukları ortadaydı. “ Beni hangi düşünce, hangi kutsal amaç bu hayata bağlayacak ki? Ne korkacak mıyım yani, eyvah beni öldürecek diye. Ulan dünyam kararmış benim, ölmüşüm ağlayanım yok zaten. “
Artık konuşmaları şımarıklık boyutuna ulaşmıştı. Özlem’de İlkay’da bir şeyin farkındaydı. Belki bir saatliğinede olsa, birkaç dakikalığınada olsa bir çocuğun ve hatta bir kadının hayatını kurtarmışlardı. Bir süre sonra ölmüş olsalarda o çocuk babası tarafından öldürülmemişti en azından. O kadıncağız sevdiği adam tarafından canından parça biricik oğlunun yerden yere vurularak ölüşünü izlememişti. Belki de sırf bu sayede ruhları daha az acı çekerek gitmişlerdi öbür dünyaya. Bu hiçbir şey değildi. “ Ölüm var, ölüm var ” diye geçti Özlem’in içinden.
“ İnsanların hayatını kurtarabiliriz. “ İlkay karakoldan beri bunu düşünüyordu. Bir çocuğun hayatını kurtarmak... Televizyonda cinnet geçiren bir taksici tarafından öldürüldüklerini görene kadar bunun bir keyfi varsa eğer bunu yaşamıştı. Özlem’in de bir türlü aklından çıkaramadığı buydu. Böyle bir zamandan önce ve birdenbire böyle bir güce kavuşmuş olması tesadüf olamazdı. Birde lanetlenmiş olmak ve güneşin önüne çekilen perde vardı tabii ki.
“ Kimin hayatını kurtarıcaz abi? Debbaşların mı? Zihinsel özürlü yeğenini pazarlayan şerefsizlerin mi? Ya da ne biliym şekere çikolataya domuz yağı karıştıranların hayatını kurtarırız belki. Tutturabilirsek depremzedelere gelen yardımlarla villa alanlarıda kurtaralım, ya da kurban derileri ile kendine deri kıyafetler alıp fantezi takılanlar falan ” Son söylediğinden aynı hızla utandı, odada Özlem olduğu için. Adem tekrar kendini kaybetmeye başlamıştı. Ardı ardına gelen şoklardan sonra İlkay’dan gelecek ayıltıcı tokatlar bile caydırıcılığını yitirmiş gibi görünüyordu.
Özlem Adem’in böyle bir bakış açısı ile olaya bakmasına üzüldü. Hayal kırıklığı yaşıyordu. Çünkü biliyordu ki gerçekten birilerinin hayatını kurtarmak mümkün ise eğer ve dünyanın zaten çivisi çıkmışsa en azından iyi bir şeyler için çabalamak kötü bir fikir değildi. “ Sokakta hiçbir şeyden haberi olmadan oyun oynayan çocuğu babasının vahşetinden kurtarabiliriz. Ya da birilerinin yeni evlendiği karısını balkondan aşağı atmasını engelleyebiliriz. Taksicilerin ziyaret için anne babasının yanına giden insanları kesip atmasını engelleyebiliriz. “
Özlem haklıydı. Adem boynunu büktü. “ Köşeyi döndükleri gibi ölürler. “ Sesi kısık çıkmıştı. Savaşta yenilmiş birinin, gururu pahasına şartları kabul edişi gibi çaresizdi. Ayağa kalktı. “ Gidiyor musun, nereye? ” İlkay daha konuşulması düşünülmesi gereken şeyler olduğunu düşünüyordu. Neden karanlığa esir kaldıkları ile ilgili, ateşten kanatlar ile ilgili, çocuğunu öldürmeye çalışan adamın alnındaki damganın ne olduğu, neye benzediği ile ilgili ve daha pek çok şey. Adem “ biraz kendime gelmem lazım abi. Böyle olmayacak. Saçmalıyorum. Haklısın Özlem abla. Gerçekten işe yarayabiliriz. Yani sen kimin neyin peşinde olduğunu söyleyebilirsin. Biz durdurmaya çalışabiliriz. Belki de o garip adamı bulmamız gerekiyordur. Tabi önce nasıl bulacağımızı bulmamız gerekiyor. Birçok şey var ama ben hazır değilim. Daha önce hiç –seçilmiş kişi- olmamıştım. “
Ayağa kalktı ve kapının yolunu tuttu. Gelirken üstünden mont vardı ama ya unutmuştu, ya da almak istememişti çıkarken. Şimdi kot pantolonunun üstünde sadece ince bir kazak vardı. Kapıdan dışarı çıktı. “ Bir gelişme, bir şey olursa ararsınız abi. Ben ölmek dahil her şeye hazırım, görüşmek üzere ” İlkay eliyle Adem’in omzunu silkeledi. “ Kendine dikkat et. Bana kalırsa gitme diycem ama duracak gibi değilsin. Dışarıda durma, belaya bulaşma. Hem üstünden bir şey yok muydu senin ” Adem gülümsedi. “ Tamam abi eve gidicem zaten. İki apartman yan, bir şey olmaz ” Koşar adımla apartman kapısına vardı ve merdivenleri indi.
O an yapmak istediği tek bir şey vardı. Şöyle ağız tadıyla bir belaya bulaşmak. Zaten apartmandan çıkar çıkmaz eve doğru değil ters istikamete doğru yollandı. Sahile doğru...
50
* * *
Aylin gerekli ödemeyi yaptıktan sonra tam olarak tarif ettiği yerde taksiden indi. Burası Adem’in oturduğu apartmanın hemen önüydü. Üşüyordu. “ Hiç dışarıda olunacak hava değil ” diye içinden geçirdi ve apartmandan içeri girdi. Adem’in yaşadığı eve gitmesi için çıkması gereken 2 kat merdiveni çıktıktan sonra aklındaki bilgileri tekrar gözden geçirdi ve zili çaldı. Birkaç saniye sonra tekrar çaldı. Tekrar ve tekrar ve tekrar...
Ne yapacağını şaşırmıştı. Bireyler yanlış gidiyordu. Büyük bir yanlış. Zili çaldığı zaman kapının açılması ve Adem’in çıkması gerekiyordu. Çaresizce kapıyı yumruklamaya başladı. Çok sert vuruyordu ve sesler tüm apartmanın dikkatini çekmişti. Aylin artık yumruklarla birlikte tekmelerde sallamaya başlamıştı. Bu kapının açılması gerekiyordu bu kadar...
Ama kapı açılmıyor, ardında Adem belirmiyordu bir türlü. Artık Aylin kapıya karşı insanüstü bir efor gösteriyordu. Delirmiş gibiydi. Çığlıklar atmaya başladı. Zihni, aklı, mantığı bir türlü algılayamıyordu neden olması gerekenlerin olmadığını. Artık ümidi kestiği zaman kapıyı zorlamayı bıraktı. İnsanlar önce olaya karışıp yardımcı olmak istemişlerdi ama kimisi “ sinirli sevgili ” vakası olduğunu zannedip müdahale etmek istememişti. Kimisi ise çıkan sesler bela kokuyor diye düşünüp karışmamıştı. Herkes evde televizyon seyrediyordu ve zaman kötüydü. İnsanlar delirmiş gibiydi
Aylin ne yapacağını bilmiyordu. Büyük bir çöküş yaşıyordu. Tamamen yaşama amacını yitirmiş, içi boşalmış gibi çöktü merdivenlere. Düşünemiyordu bile. Orda öylece oturmaya başladı. Zihninde gördüklerini, olması gerekenleri tekrar tekrar geriye sardırıp izliyordu ve “ acaba kalkıp tekrar kapıyı mı çalsam “ diye geçiriyordu içinden ama bir faydası olmayacağı belliydi. Eğer düşünebiliyor olsaydı kapıyı kırıp içeri girmeyi akıl edebilirdi ama düşünme yetisi yoktu zaten amacı içeri girmek değil Adem’i bulmaktı. Öylece oturdu ve kaldı orada. Düğmeden kapatılmış bir robot gibi...
* * *
Güneş Doğmayacak Yarın Üstüme...
Belki gözlerimi kapayacağım...
Ruhum bu dünya dan göçüp gidecek,
Belki son günümü yaşayacağım...
Belki de son günümü yaşayacağım...
Adem üstündeki kazağıda çıkarmış fanila ile duruyordu. Sahilde, dalgakıranda, kış kıyamette, yağmur altında fanila ile durup deli gibi şarkı söyleyen bir adam. Arabesk arabesk şarkılar şimdiye dek hayatında hiç bulmadığı manalar buluyordu söyledikçe. Böyle bir ortamda bira içmek için ne kadar berbat bir zamanlama olduğunun farkında olsa da bunu umursamayan bir adam. İşte o Adem’di. Arabesk ve duruma göre ironik şarkılarını söylerken son günlerine yaklaşmış, tüm sevimliliklerini yitirmiş hasta bir sokak köpeği gibi titriyordu ve sesi gidip geliyordu. Ama o delirmiş gibi davranmaktan geri durmuyordu. Elindeki şişeninde dibi geldi...
51
Şişeyi diğerlerinin yanına, oturduğu kayanın yanındaki kaya ile arasındaki boşluğa koydu. Soğuk taşa oturmuş olmaktan mıdır, soğuk bir deniz rüzgarı esiyor olmasından mıdır ya da soğuk biralar içiyor olmasından mıdır yoksa olan bitenlerden dolayı hayvan gibi korktuğu için mi bilinmez titriyordu. Belki de rahat rahat titreyebileceği en doğru yerdeydi.
Tiril tiril titrerken bir insan ne düşünebilir? Yine de düşünüyordu. Bir zamanlar dünyayı yok edecek düğmeyi bulsa tereddütsüz basacağını düşünen insanlardan biri ulvi bir hediye ile ödüllendirilmiş diğer ikisi ise hem lanetlenmiş hem de ateşten kanatları olan bir varlık ile hasım olmuşlardı. Aynı zamanda lanetlenmişlerdi. Güneşsiz günler. “ Belki ” dedi. Deli deli kafasını sağa sola sallıyordu. “ Sadece belki, kıymet bilmezliğimizin eseridir tüm bu olanlar. Belki de o şey Allah’ın olmayan sopasıdır ”
Mantıklı düşünceler, alkollü zihnin ürettiği saçma sapan düşüncelerle cenk ediyordu. Yapılabilecek en iyi şey ölmekse, bunu düşünen bir insanı ne yaşamda tutabilir. İnsanlara hükmedebilecek kadar güçlü bir şey ortaya çıkmışsa ve kendi halindeki insanları delirtip cana kıyan katillere ” akraba katillerine ” dönüştürüyorsa, buna nasıl karşı çıkabilirlerdi ki? Hangi güçle? Adem en son kendine baktığında ne eski zamanların büyük savaşçılarından birini görmüştü, ne çelik gibi iradesi ile iyi ve doğrunun safında sadece ölene kadar yaşamayı ve savaşmayı düşünen birini görmüştü. Sıradan bir insandı işte.
“ Tanrı’nın hediyeleri sınırsızdır ” Sessizce Adem’e yaklaşıp birkaç metre uzağındaki kayanın üstüne oturan dilenci kılıklı ayyaş böyle seslendi balgamlı bir sesle. Oynatmasına az kalmış Adem irkilerek adama baktı. Yırtık pırtık kıyafetleri, elinde dibini bulmuş şarap şişesi ve çöp gibi görünen sakalı ile bu adam oldukça kötü görünüyordu. Şişesinden son bir medet umarak tekrar kafaya dikti ve birkaç damla ekşi şarap ile gırtlağını ıslattı.
“ Haline bak moruk, bunu sen mi söylüyorsun? ” Adem kafasını çevirdi. Söylediği söz ile konuşmayı kendince kafasında bitirmişti. Bu virane, kaybetmiş adamın yüzüne daha fazla bakmaya gerek bile görmedi. Kaybedecek tek şeyi bir canı kalmış görünen bu ihtiyardan nasihat almaya ihtiyacı olmadığını düşünüyordu.
İhtiyar şişeyi taşa vurup ucunu kırdı. Artık elindeki boş bir şarap şişesi değil bir katilin cinayet aletiydi. “ Geri zekâlı. Kaldır kafanı ve ufka bak. Güneşin doğduğunu göreceksin. Soğuk havalarda seni ısıtacak kıyafet, cehennemde yanacak bir ruh olacağına dünya da nefes alıp veren bir beden, gidebileceğin sıcak bir ev, gözyaşları ile ayazda geçen gecenin ardından kemiklerini ısıtmak için doğan güneş... Bunların hepsi Tanrı’nın hediyeleridir ve bunların değerini sadece onları görmek isteyenler anlar. Şimdi güzelce bir nefes alıp ver. Ciğerlerin deşilmeden önce bir kez daha tatsın bu hissi. Tanrının sana son hediyesi ölmeden önce çekeceğin acı olacak. Etine batan ucu kesik şişe parçası sana bu dünya da edineceğin son dersi öğretecek. “
Adem hiç korkmuşa benzemiyordu. İdam sehpasında ayaklarının altındaki iskemlenin tekmelenmesini ve bu şekilde ölmeyi bekleyen hiçbir insan, o anda kalp krizi geçirip ölmekten korkmazdı. Acıklı bir gülümseme ile tekrar ihtiyara döndü. “ Söyle bakalım ihtiyar bu son ders neymiş? ” İhtiyar yavaş yavaş elindeki kırık şişe ile Adem’e doğru yaklaşıyordu. Sarhoş bedenini dalgakıranda, parça parça taşların üstünde ilerletmekte zorlanıyordu. İlerlemek için ucu keskin kayalara basmak zorunda kalıyor ve her seferinde düşme tehlikesi yaşıyordu.
“ Son dersinde şu piç kurusu, her şeye rağmen yaşamak güzeldir ” Adam sendeledi. Korku filmlerine efekt olabilecek bir kahkaha atıyordu çürümüş kahverengi dişlerinin ardından.
Adem sağ elini uzatarak biraz önce dibini getirdiği bira şişesini aldı. Şişenin incelen ucundan tutarak havada döndüre döndüre güzel bir fırlatış yaptı. Gerçekleştirdiği yüksek isabetli atış ile fırlattığı şişe ihtiyarın kafasında patladı ve adam bir çığlık patlatarak üzerlerinde ilerlemeye çalıştığı kayaların arasına düştü. Dalgakırandaki kayaların keskin tarafları vücudunun çeşitli taraflarına battı ve kanatmaya başladı. Çöp sakallı ihtiyar kuyruğunu sıkıştırmış fare gibi ciyaklıyordu. Adem birkaç seri adımla yanına vardı. İhtiyara oranla çok daha fazla alkol almış olmasına rağmen daha dinçti.
“ Senin gibi iğrenç bir herifin bile görebildiği o gün doğuşu var ya, ben göremiyorum. Ufka baktığımda, öğlen saati tepeye baktığımda tek görebildiğim karanlık bir gece ve sönük yıldızlar. Güneş beni terk etti anlıyor musun, sikik ” Adamın kanayan suratına doğru haykırıyordu ve çakırkeyif bedeni ile teatral bir şov sergiliyordu. Büyük ihtimalle bu aksiyon ile istediği olmuş ve kendine gelmişti. “ Öyleyse şimdi söyle bana şarapçı, sokak filozofu geçinen bunak ben neyim? ”
İhtiyar adam yorgun ve yaralı bedeninde bulduğu son bir güç ile hala elinde tuttuğu şişeyi Adem’in suratına doğru savurdu ve “ ölüüüü ” diye haykırdı fakat Adem hazırlıklıydı ve geri kaçındı. “ Hayır ihtiyar sen ölüsün ”
Adem sadece birkaç kez kayaların arasına sıkışmış adamı tekmeledi ve kazağını tekrar üstüne geçirerek titreye titreye dalgakırandan yukarı tırmandı. Saate baktı. 07: 43. Zifiri karanlıktı. İhtiyar hala viyaklıyordu. Adem son bir kez arkasını dönüp ” bu arada sensin piç kurusu ” dedi. Hatta ‘‘sana çelik ayna tuttum ’’demek bile istedi, ama demedi. Zaten istediği olmuş, keyfi birazda olsun yerine gelmişti. Kafasını yukarı kaldırdı ve dinleyen iyi duysun diye avazı çıkarak bağırdı “ Bu saatten sonra doğarsan zaten senin güneş gibi taa ... “
52
* * *
Aylin merdivenlerde oturmuş kalmıştı. Her şeyi tekrar gözden geçirdi. Geliyordu kapıyı çalıyordu. Kapı açılıyordu ve ardında Adem beliriyordu. İçeri giriyordu. Ayakkabılarını çıkarıp ona bir sürpriz yapacağını söylüyordu ve gözlerini kapattırıyordu. Sonra da bıçağı çıkartıyor ve yapması gerekeni yapıyordu. Bunun onca yolu tepip rüyasında gördüğü şekilde doğru kapıya geldikten sonra gerçekleşmiyor olmasını bir türlü aklı almıyordu. Tekrar ayağa kalktı. Belki de olması gereken buydu. Saatlerce oturup bekledikten sonra kapıyı sakince çalacaktı ve bu sefer Adem kapıyı açacaktı.
Kendine çeki düzen verdi. Yüzünde beliren hayal kırıklığı ile dolu saçma ifadeyi silip gülümsemeye çalıştı ve kapıyı çaldı. Neşesi yerine gelmişti. Evet olması gereken buydu. İşte asıl şimdi kapı açılacaktı. Kapıyı tekrar çaldı. Hayır yine olmuyordu. Artık ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Tekrar merdivenlere oturdu ve kafasını duvara dayadı. Yapacak bir şey yoktu. Vücudunun yorgunluğuna yenik düştü. Daha fazla uyanık kalıp bekleyemeyecekti. Gözleri yavaşça kapandı ve uykuya daldı.
* * *
Adem eve doğru yürüyordu. Öfkesi ve ruh hali değiştiği için artık birkaç saat önceki gibi soğuğa direnemiyordu ve haddinden fazla üşüyordu. Elleri cebinde pek ısınmıyordu. Hızlı hareket ediyor olması da iyi gelmiyordu. Caddeden yukarı tırmanıyordu ve ikinci soldan döndüğünde kendi sokağına girecekti. Ama ilk solda onu bekleyenler bunun olmasını engellemek üzere oradaydılar.
6 tane tinerci bu saatte yalnız başına böyle bir sokakta yürümenin ne demek olduğunu birçok kişiye öğretmişlerdi gün içerisinde. Ama bu seferki av daha önemliydi. İyice kafayı bulmuş ve bu dünya da yaşayıp hareket ettikleri halde bambaşka alemlerede dalmışlardı. Bu alemlerden gelen emir ise kesindi. Adem ölecek...
Adem köşeden çıkıp üstüne doğru yürümekte olan tipleri fark eder etmez altısınında tinerci olduğunu anlamıştı. Yürüyüşleri bu gelen kalabalığı bir avuç zombi gibi gösteriyordu. Üstlerinde yırtık pırtık, kat kat ve kalın ceketler, çamurlarda yuvarlanmış gibi leş görünümlü suratları ve çıkardıkları o garip sesler.
Adem kendisininde fark edildiğini anladı çünkü artık bu zombilerin hareketleri hızlanmıştı ve direk üstüne doğru geliyorlardı. “ Aman ne güzel, savaş başladı... “
Ne yapacağını düşünüyordu. Sayabildiği kadarı ile 6 kişi. Eğer aralarına dalarsa canlı çıkamayacağına emindi. Hepsinin elinde ya bıçak, ya tornavida ya da falçata vardı. Biri ise büyük bir sopa taşıyordu. Adem’in ise üstünde titreme ve yorgunluğun haricinde hiçbir şey yoktu. İzlediği yüzlerce binlerce film arasından bu durum için ne yapılabileceği, nasıl bir strateji geliştirilebileceği ile ilgili bir şeyler hatırlamaya çalıştı ama bulamadı. İlkay’ın böyle bir durum ile ilgili verdiği öğütler aklına geldi. O birçok kez bazen şanssızlığı bazende yatkınlığı nedeniyle böyle durumlarla karşılaşmış, bu konular hakkında da Adem’le muhabbetleri içerisinde bolca konuşmuşlardı. İlkay’ın birilerini döverken fazla zorlanmamak için söyleyeceği çok şey vardı
“ Bak Adem’cim. Baktın bir kişiye karşı çok kişi geliyorlar üstüne. Aralarından birini yakalayacaksın, çok kısa sürede yapabildiğini yapıp büyük zarar vereceksin o zaman diğerlerinin gözü korkar. Arkadaşlarını bile bırakıp kaçabilirler ya da en azından aralarından bir iki kişi çıkar dalmaya cesaret eden. Ondan sonra Allah ne verdiyse... “
53
Adem bu durumda, böylesi rakipler karşısında bununda işe yaramayacağını biliyordu. Çünkü tinerciler arasında ne arkadaşlık bağı vardı, nede aralarından birine olanları tam olarak seçebilirlerdi. Olup biteni tam olarak anlasalar bile korkmaz gelirlerdi ve bu tinercilerde öyle yapmaya başlamışlardı bile. Adamlar koşar adım Adem’in üstüne gelmeye başladı.
Adem yapabileceği tek şey olduğunu biliyordu. Zordu ama imkansız değil. Cesaretini topladı, ellerini sinirden yumruk yapmıştı ve o an daha fazla gecikemeyeceğini düşünüp kararını verdi. Caddeye doğru seğirtip son hızıyla koşmaya başladı, topukları kıçına vuruyordu...
Tinercilerde koşarak kovalamaya başladı ama fiziksel durumları nedeniyle onun kadar hızlı olamıyor, yalpalaya yalpalaya koşuyorlardı. Adem caddeden geçen tek tük arabaların üstüne doğru koşuyor, araba sağa meyilli geliyorsa o sola kırıyor, sola meyilli geliyorlarsa sağa kırıyordu. Bir tinerci arabanın altında kaldı. Diğerlerinden daha hızlı koşabilmişti ama bu pekte işine yaramamıştı. Adem caddenin sonuna kadar koştu. Evine girebileceği sokağı çoktan dönmüştü. Çünkü o esnada sokağa sapsa ve apartmana girse mutlaka görülürdü ve bu sadece kendini kapana kıstırmasına neden olurdu. Birkaç sokak öteden dolaşırsa arka taraftan yine evine gidebilirdi. Bu esnada da izini kaybettirebilirdi. Bunu yapmaya karar verdi. Tinercileri iyice arkasında bırakmalı ve nereye gittiğini görmelerini engellemeliydi.
Artık caddeden değil kaldırımdan koşuyordu. Artık normal insanlar için sabah olmuştu ve tek tük işine giden insanlar vardı kaldırımda. Kimisi otobüse binmek üzere durakta bekliyordu kimisi bakkal market aranıyordu kahvaltı için. Adem duraktakilerin şaşkın bakışları arasında önlerinden son sürat geçti. Bu arada caddeden aracın biri çok hızlı bir şekilde geliyordu. Aracın şoförü uykusunu pek alamamış direksiyon başında hayaller görmüştü. Bu hayallerden biride caddeden arabayı kaldırıma kırıp birini arabanın altında çiklet gibi çiğnediği ile ilgiliydi. Adam gayet normal sabah kalkmış, kahvaltısını yapmış, arabasına atlamış işine gidiyordu ve kimseyi ezip üstüne kahkahalar atmak gibi bir fantezisi yoktu ama akşamdan kalma olup sabah kalkarken biraz zorlanınca ve direksiyon başında sıcak klimanın etkisiyle gidip gelmeye başlayınca zihninde gördüğü halüsinasyonların, rüyaların esiri oldu. O adamı ezmeliydi ve bu Adem’di...
Adem aracı fark etti Adam önünde tın tın giden vosvos’u solladı ve Adem’in üstüne kırdı. “ kaçma... “ Adam gözü dönmüş bir şekilde, sonunu düşünmeksizin gaza köklüyordu.
Aracın üstüne kırdığı ve tek bir amaçla adamın gaza köklediği düşüncesi aniden beyninde şimşekler çakmasına neden oldu Adem’in. Kendisini araçtan sakınmak için ani bir refleksle geri savurduğunda bir berberin dükkanının camekânından büyük bir şangırtı ile içeri daldı. Başına gelenlere inanamıyordu. Bu hareketin sadece ona ölmeden önce biraz daha zaman kazandıracağını düşündü o an.
Arabada son hızla o yöne yöneldi ve dükkandan içeri daha büyük bir şangırtı ile girdi ama bunun öncesinde dükkanın önündeki kaldırımın yüksek ucu hızını kesti ve bu arabanın önünün havalanmasına neden oldu. Bu yüzden araba tam olarak içeri giremedi. Eğer kaldırım olmasaydı araba Adem’i tamponunun önüne kattığı gibi dükkanın duvarlarına toslayarak onu tost yapardı. Ama öyle olmadı.
Adem yerde elleri üstünde kendini bir kez daha geri savurdu ve araba kaputundan dumanlar çıkartarak durduğunda bacakları ön tamponun altındaki boşlukta kalmıştı. Aldığı tek zarar yerde sürünürken ellerini kesen cam parçalarıydı. Arabanın cinnet geçiren şoförü geçirdiği bu ufak çaplı kazada alnını direksiyona vurmuştu ama bu onu durdurmadı.
Kapıyı açıp dışarı çıktı ve Adem’i canlı gördüğü zaman büyük bir şaşkınlıkla irkildi. Olması gereken bu değildi. Kim olduğunu bilmese de, neden olduğunu bilmese de bu çocuk ölmeliydi. Yere eğilip hatırı sayılır büyüklükte bir cam parçası aldı ve Adem’in üstüne yürümeye başladı. Kontrolünü yitirmişti. Neden yaptığını bilmediği halde kendini engelleyemiyordu. O an yerde elleri üstünde geriye doğru sürünmeye çalışan kişi sanki çoluk çocuğunu katletmiş can düşmanıydı. Onu öyle görüyor ve ondan öylesi nefret ediyordu. Canı pahasına, o ölmeliydi...
Adem arabanın altından geriye doğru kendi haline acına acına süründü. “ Herkes beni öldürmeye mi çalışıyor lan? ”
54
Kapana kısılmıştı. Dışarı çıkabileceği yolda gözü dönmüş bir adam elinde büyük bir cam parçası ile duruyordu ve bu cam parçasını Adem’in etinin içinde gezdirmekle ilgili hayaller kuruyor, bunun kendisini nasıl rahatlatacağını düşünüyordu. Bu rahatlık hissini zihninde bir deniz kenarında sıcaktan kavrulmuşken içtiği soğuk bir biranın verdiği rahatlıkla özdeşleştirdi.
Arabası da berber dükkanının girişini kapatmıştı. Bir arka çıkışta yoktu. Sadece kendini içine kilitleyebileceği ufak bir tuvaleti vardı dükkanın. Aslında pekala böyle bir şey yapıp içeriden cep telefonu ile yardım isteyebilirdi ama tuvaletin kapısı camlı olduğu için buda pek akıllıca değildi. Yakında tinercilerde olay yerine yetişir ve onu öldürmek için oluşturulan kuyrukta yerlerini alırlardı.
Ayağa doğruldu. Elleri cam parçalarından paramparça olmuştu. Saldırmaktan başka çare yoktu ama karşısındaki kişi hem büyük bir kinle motive olmuş tehlikeli bir düşman görünümündeydi hem de elinde çok fazla güç harcatmadan ölümüne neden olabilecek kadar keskin ve büyük bir cam parçası vardı. Adam Adem’in üstüne sonucundan emin bir kavgaya giriyor olmanın rahatlığı ile yaklaşıyordu.
“ Allah kahretsin, şimdi ne yapıcam. Yardım et... “
Arkasını döndü. Berber tezgahından eline geçen her şeyi adamın kafasına fırlatmaya başladı. Tıraş fırçası, saç düzeltme makinası, cam kül tablası. Adam suratına patlayan hiçbir şeyden sakınmıyordu. Normalde o büyük kül tablası canına okumalıydı ve dengesini kaybetmesine neden olup kıç üstü yere oturmasını sağlamalıydı ama adam insan üstü bir direnç ile hala geliyordu.
Fırlatacak sert ve etkili bir şey kalmayınca Adem çekmeceleri kurcalamaya başladı. Yüzünü bir an için adamdan çekmecelere çevirdiği anda adam elindeki camı fırlatmıştı. Camın keskin tarafı gelmedi ve ölümcül bir yara vermemişti ama yine de cam büyük bir parçaydı ve kafada patlayınca küçük parçalar batmıştı. Adem adamın anasına okkalı bir küfür savurup kafasını tuttu. Kanıyordu...
Çekmecede bir şeyler ararken kulağına dışarıdan gelen sesler çalınıyordu. İnsanlar hayretler içinde dükkanın dışından olanları izliyordu ama hiçbiri müdahale etmiyordu sadece birilerinin polis çağırmasını istiyorlardı. Her nedense ceplerinde telefon olduğu halde, başka birilerinden bekliyorlardı bunu.
Adem çekmecede aradığı gibi bir şey bulunca yüzünü tekrar adama döndü. Adamın az önce elindeki cam parçasını neden fırlattığı belli oldu. Mutlu bir şekilde yavaşça eğildi ve çok daha tehlikeli ve sivri görünen bir parça aldı. Elindeki cam kendi elini de kesiyordu çünkü adam çok sıkı bir şekilde hınçla tutuyordu camı ama hiçte umurunda değildi çünkü biraz önceki cam parçasına göre daha rahat bir şekilde silah olarak kullanılabilecek bir şekli vardı. Umurunda olan tek şey biraz önce arabası ile ezip öldürmesi gereken kişinin hala yaşıyor olduğuydu ve bu bir son bulmalıydı. Aralarında birkaç adım mesafe kalmıştı. Elini havaya kaldırdı. Amacı hızla indirdiği zaman elindeki cam parçasını hasmının gırtlağına saplamaktı. Ama Adem’in bir avantajı vardı. Adam her ne kadar inanılmaz bir kin ile güdülenmiş olsa da yine de bir görevi yerine getiriyordu. Adem ise canını kurtarmaya çalışıyordu ve bunun verdiği avantajla; can havliyle çevik davrandı ve adamın göğsüne vurduğu tekmeyle onu yere savurdu. Üstüne çöküp hiç tereddüt etmeden elinde tuttuğu şeyi kullandı.
Elinde biraz önce çekmecede bulduğu ustura vardı ve bu usturayı adamın gırtlağını çizmek için kullandı. Bunu yaparken kendisinde bulduğu bu tereddütsüzce vahşetten ürkmüştü. Son anda kendini dizginledi ve usturayı sadece adamın boynunu çizmek için kullandı. Öyle bir anda beyin zamanı algılama biçimini yavaşlatıyordu sanki ve insan için pek çok şeyi kısa bir sürede muhakeme etmesini sağlıyordu. En azından Adem için orada saniyenin belki de onda birinde o kadar şeyi düşünmesini sağlayan şey bu olmuştu. Çok kısa bir süre içinde hasmının aslında bir suçu olmayan, gördüğü hayallerin rüyaların kuklası olan sıradan bir insan olduğu gerçeğini fark etmişti ve aynı anda kendine tekrar şaşırmıştı. Resmen bir insanı öldürmek üzereydi. Ama bu insanın ölmesi gerekmiyordu. Sadece kendisini öldürmesini engellemeliydi. Dükkanın içinde bunlar olup biterken tinerciler yalpalaya yalpalaya oraya koşturmaya devam ediyorlardı.
55
* * *
İlkay’da Özlem’de uyumak bir yana esnememişlerdi bile. Bir şekilde o kanatlı şeytana ya da her ne ise ona ulaşmaları gerektiğini düşünüyorlardı. Onun dedikleri olmadan önce yapılmalıydı bu tabi yani Adem ve İlkay ölmeden. Ama bunu nasıl yapacaklarını bilmiyorlardı. Özlem’in gördüğü rüya da yerlerinin neresi olduğuna dair herhangi bir ibare yoktu. Bir ihtimal Özlem uyur ve onu tekrar rüyasında görürse nerede olduğuna dair, nasıl bulacaklarına dair bir şeyler bulunabilirdi ama onu bir kez rüyasında görmüş olan Özlem bunu tekrarlamak istemiyordu. Çünkü bu rüyanın ne kadar kötü hisler yarattığını, onu ne kadar korkuttuğunu defalarca kez anlatmıştı ve ne bunu tekrarlamaya niyeti vardı nede İlkay bunu isteyebilirdi. Ama yapılan her konuşma dönüp dolaşıp onun kim olduğuna bağlanıyordu.
“ Belki de Deccal’dir ” dedi İlkay. “ Neredeyse herkesi etkileyebilecek bir güç elindeki. Görünen o ki şerefsiz insanlara uykuda ulaşıyor. Yani o adam rüyasında çocuğunu öldürdüğünü gördü öyle değil mi Özlem? ” Özlem içine daldığı düşüncelerden soruyla çıktı. “ Evet, rüyasında gördü ve geriye kalan tek yaşama amacı olarak onu gerçekleştirmeye çalışıyordu ” İlkay onaylayarak başını salladı. “ Öyleyse, bu şey insanlara bu rüyaları gösteren oysa, uyuyan herkese istediği her şeyi yaptırabilir. Kendi çocuğunun canına kasteden kimlere neler yapmaz. “
İkisi de uyumaktan, hele de rüya görmekten korkuyordu. Özlem bir şekilde bu rüyalardan etkilenmeyeceğini, o şeyin kontrolü altına girmeyeceğini biliyordu ama aynı şeyin İlkay içinde geçerli olup olmadığından emin değildi. İlkay’ın da aklında aynı düşünce vardı konuşmaya devam etmeden önce kahvesini yudumlarken. Eğer kendisini zombiye dönüştürecek, eşine zarar vermesini sağlayacak bir rüya görmesi gibi bir ihtimal varsa yapılması gereken tek şey uyumamaktı. Bu riske edilmeyecek bir ihtimaldi.
“ Evet o deccal olmalı. Kendi çoluğunu çocuğunu kesen insanlardan oluşan bir ordu kurup dünyayı fethetmeye çalışacak. Ama Allah var yukarıda. Böyle bir şey olmayacak. Her neyin peşindeyse bunu başaramayacaktır Özlem. “
Özlem o esnada bir sigara yakıyordu. Normalde günde 5-6 tane içen biri olduğu halde şimdi bunu fazlasıyla arttırmıştı. Çakmağı sigaranın üstüne koydu usulca. “ O deccal değil İlkay. Hatta Freddy Krueger olma ihtimali bile daha fazla. “ Gülümsüyordu. Neden böyle bir espri yaptığını anlayamadı. Öylece ağzından çıkıvermişti işte. Biraz gülümsedikten sonra devam etti. “ O bir insan İlkay. Bunu hissettim, gördüm. Nasıl olduğunu sorma sana söyleyemem. Çünkü şöyle şöyle diyemem. Bir şekilde biliyorum ki o bir insandı. O konuşurken, istediği şeyleri başaran bir insanın heyecanını taşıyordu. Deccal ise bir canavar olarak anlatılır biliyorsun ”
“ Peki cehennem ateşinde harlanmış kanatlar, doğmayan güneş ve çıldıran insanlar? Bunlar ne oluyor Özlem? ” İlkay Deccal savını geçerli bulmuştu ve bu kadar kolay çürüyünce kabullenmek istemedi.
“ Bilmiyorum İlkay, ben sana gördüğümü ve hissettiğimi söyledim ve gördüğüm şey... “ Birden sustu. Gözleri mil yemiş gibi kapandı ve elini alnına götürdü. Birden başına büyük bir ağrı yürüdü ve görüntüler gelmeye başladı. Görüntüdeki Adem’di. Elinde keskin bir cam parçası ile bir adam yürüyordu ve berber dükkanını seçebiliyordu aynalardan ve koltuklardan. Camdan içeri giren arabayıda gösterdi görüntü.
56
Aniden Özlem’in gözlerine yürüyen bu görüntü dükkanın kırılan camekânının kenarındaki ufak bir delikten dışarı süzüldü ve caddeyi göstermeyi başladı. Caddenin başında dükkana doğru koşan birkaç kişi vardı. Görüntü onlara yaklaştı. Ellerinde kesici aletlerle, sopalarla o yöne koşmaya çalışan virane insanlardı bunlar. Gerisin geri dükkanın içine girdi görüntü. Adem kafasını tutuyordu ve ardından eline bakıyordu. Eli kanıyordu.
Görüntü sanki verilen ani bir nefesle sonlandı ve ağrı geçti. Özlem tekrar tam karşısında o anki hayreti yaşayan ve oturduğu yerden kalkmak üzere gibi görünen İlkay’ı seçti. Hepsi neredeyse bir saniye içinde olmuştu.
Özlem görüntü başlamadan önce sigaradan çektiği dumanı öksürerek çıkardı. İlkay anlamıştı. “ Ne oldu, iyi misin, bir şey mi gördün, ne gördün? ” Özlem titriyordu. Hem o esnada Adem’in hissettiği çaresizliği ve gerilimi hissetmişti, hem de onu öldürmek için üstüne yürüyen adamın ve o yöne doğru koşan tinercilerin nedensiz kinlerini hissetmişti. Bir çırpıda gördüklerini İlkay’a anlattı. Bahsi geçen berber dükkanı birkaç sokak yukarıda otobüs durağının hizasındaki berberdi.
İlkay bundan birkaç dakika önce o kılıflarında sakladığı, paslanmalarını engellemek için devamlı metallerini yağlı tuttuğu koleksiyonundan bir çakı Özlem’e vermişti ne olur ne olmaz diye, bir tanede şöyle büyüklerinden kendine almıştı. Onun cebinde olup olmadığını kontrol ederek ayağa kalktı. “ Kapıyı sakın kimseye açma, ulan Adem... “
Özlem koşarak dışarı çıkan eşinin ardından kapıyı kilitledi ve dua etmeye başladı...
* * *
Adem son anda kendisini frenlemeyi başarmış, öldürücü bir darbe vermekten ise sadece adamı durdurabilmek için onu yaralamak istemişti. Öyle de oldu.
Arabanın şoför mahalline oturup marşı defalarca basarak tekrar çalıştırmaya uğraştığı sırada adam ayağa kalkmayı deniyordu ama bu gücü kendinde bulamıyordu. Beyni emir aldığı üzere Adem’i öldürmek istiyordu ama vücudu bu emri yerine getirecek durumdan çıkmıştı ve istem dışı olarak şoka girmişti yaşadıklarından ötürü. Geçirdiği kazada kafasına sert bir darbe almıştı adam ve üstüne üstlük biraz önce gırtlağı bir ustura tarafından çizilmişti. Kalbinin üstüne aldığı tekme yüzünden nefesinin hala düzensiz oluşuda gayet normaldi.
Araba zorda olsa çalıştı. Adem ehliyeti olmadığı halde gidebileceği yere gidecek kadar kullanmasını biliyordu. Trafik kuralları, tabelalar ve motor bilgisi haricinde bunu yapabilirdi en azından. Vitesi geri aldı ve şangırtılar içinde dükkanın içinden çıkıp arabanın yönünü gitmesi gereken yöne çevirdi. Bu yönde ona doğru koşmakta olan tinercileri gördü. Daha yeni olay yerine yetişiyorlardı ve arabanın içinde kim olduğunu biliyorlardı. Adem önce içerideki adamı sonra tinercileri düşündü ve gazı kökledi. Tinercileri geçtiğinde birisi hariç hepsine çarpmayı başarmıştı. İkisini arabanın altına almış, birinin kafasını lastiklerden biri ile çiğnemişti. Çarptığı tinercilerden biri yolun kenarına savrulmuş ve genç çocuk kafasını yere çarparak düştüğü yerde kalakalmıştı. En ortadan çarptığı ise iki saniye havada savrulduktan sonra yere düşmüştü. Son anda bir refleks ile canını kurtaran tinerci arkadaşları ile hiç ilgilenmeden, onlara ne olduğunu umursamadan arabanın arkasından koştu ama yetişemedi. Adem gözden kayboldu. O kadar heyecanlı, korkmuş karma karışıktı ki sokaklarda onu aramakta olan İlkay’ı görmeden yanından hızla geçti. İlkay’da arabanın içinde onu seçememişti.
57
İlkay olay yerine vardığında orda çaresizce ne yapacağını bilmeden zombi gibi dolanan bir tinerci ve yerde kanlar içinde yatmakta olan bir adam buldu. Gelirken Adem’in arabayla ezip, çarpıp bokunu çıkardığı tinercileride görmüştü.
“ Adem kurtulmayı başarmış olmalı ” diye düşündü. Cep telefonundan onu aradı ama Adem açmıyordu. Tinerci bu arada İlkay’ı fark etti ve sanki yeni bir emir almış ve bu emirde hedef İlkay’mış gibi üstüne doğru koşmaya başladı. İlkay tinercinin elindeki tornavidayı fark etti. Yerinde sabit bekliyordu. Tinerci koştu, koştu ve İlkay’a yaklaşınca elindeki tornavidayı savurdu. İlkay tam o esnada kenara çekilince bir boğayı torrolayan matador gibi göründü. Çok kısa bir sürede hasmını, elindeki tornavida ile elde ettiği avantajı ve kafasının bir milyon oluşu ile taşıdığı dezavantajı fark etmişti.
Tinerci elini son güç savurup bir şeye çarpamayınca dengesini kaybedip yere kapaklandı. Tam kalkmak üzereyken sırtında İlkay’ın onu aşağı bastıran ayağını fark etti. İlkay o esnada hala cep telefonunda numaraları çeviriyordu çünkü başka şeylerde oluyor olabilirdi ve Adem başka bir yerde de yardıma muhtaç ve mahsur kalmış olabilirdi. Tinerci yüzükoyun yattığı yerden elindeki tornavidayı arkaya doğru savurmaya çalışıyordu ama bulunduğu pozisyondan ötürü başarması imkansızdı. Numara cevap vermedi tekrar. Tinercinin bayılmadan önce son hatırladığı kafasının arkasında hissettiği büyük acıydı.
İlkay saldırgan tinercinin kafasını tekmeledikten sonra dükkandan dışarı çıktı. Tekrar Adem’i aradı ama yine açmıyordu. Evi aradı. Hem bir şey olup olmadığını öğrenmek hem de iyi olduğunu söylemek istiyordu. Eşini merakta bırakmak istemedi
“ Alo Özlem. Ben berbere geldim ama dediğin adam kanlar içinde yerde yatıyor. Tinercilerin çoğu perişan halde. Bir tane kalmıştı onu da ben hakladım. Arabada yok. Bu Adem araba kullanmasını pek bilmezdi ama görünüşe göre atlayıp kaçmış, yamrı yumru bir araba yanımdan geçti ama görmedim onu demek içindeki oydu herhalde. “
Özlem duyduğuna sevinmişti. Adem’in o an kurtulmuş olduğunu hissediyordu. “ Tamam İlkay, eve gel. ararız onu... “
İlkay telefonu kapattı ve “ ulan Adem, ulan Adem, biz sana ne dedik, belaya bulaşma demedik mi ” diye söylenerek hızlı adımlarla eve yollandı...
* * *
Adem cebinde titreyen telefona bakmaya fırsat bulamıyordu. Arayan her kimse biraz sakinleştikten sonra geri aramayı düşünüyordu. Heyecandan yaptığı hareketin pervasızlığını düşünemiyordu. Birileri ısrarla arıyorsa önemli bir şey vardı demek ki.
Arabayla biraz dolaştıktan ve etrafı kolaçan edip sakinleştikten sonra arabayı evinin bir alt sokağına park etti ve başına başka bir macera gelmeden apartmandan içeri girmeyi başardı.
Yavaş yavaş sakinleştikçe ellerinin acısını tekrar hissetmeye başladı. Avuçlarının içinde hala cam parçaları saplı olmalıydı çünkü hareket ettirdikçe kanamaya devam ediyordu. Ellerindeki kanı üstüne başına sildi. Merdivenlerden yukarı çıkmaya başladı. Ellerini yıkayıp, cam parçalarını ayıklayıp üstünü değiştikten sonra İlkay’ı aramayı ve olan biteni anlatmayı düşünürken evinin kapısının önünde, merdivenlerde oturmakta olan birini gördü. Siyah uzun saçları yüzünü kapatmış bir genç kızdı bu. “ Bu ne şimdi? ” Adımları yavaşladı. Buda onu öldürmek için gönderilmiş biri olabilirdi.
58
Bunları düşünürken içine garip bir his doldu. Ağır adımlarla kıza yaklaşırken onun tanıdık biri olabileceğine dair bir histi bu. Kıza iyice yaklaştı. “ Eğer yüzünü görebilirsem... “ Kız uyuyor olmalıydı. Minik minik nefes alıp veriyordu. Usulca parmaklarının ucuyla kızın kâküllerini yüzünden ayırdı. “ Aylin? ”
Aylin o anda gözlerini açtı ve korkuyla irkilerek geriye doğru esnedi. “ Dur dur, korkma benim Adem. Ama sen? Senin burada ne işin var? Nasıl geldin, nasıl buldun? ” Aylin sakinleşti. Oturduğu yeden kalkıp Adem’e sarıldı. Adem ne yapacağını ne edeceğini şaşırmıştı. “ Gel gel Aylin, konuşalım... “
14: ÇILGINLIK
Adem anahtarı ile kapıyı açtı ve önden içeri girdi. Ayakkabılarını çıkardı ve Aylin’i içeri davet etti. Salona açılan kapıyı açarken Aylin’de şeytani gülümsemeler eşliğinde ayakkabılarını çıkarıyordu. Adem ne olup bittiğini anlamamıştı. Taşlar yerine oturuyordu ve eksik parça Aylin gelmişti. Ama acaba Aylin olarak mı, yoksa Özlem’in rüyasını anlatırken söylediği, Efendinin bahsettiği Prenses’ mi?
Adem salona geçti ve Aylin’in de gelmesini bekledi oturmak için. Aylin “ sana bir sürprizim var ” dedi. Adem şaşırmıştı. “ Aniden İzmir’den kalkıp buraya gelmek haricinde bir sürpriz mi? ” Aylin gülümsedi ” bunu görmek istemiyor muydun, sana getirdim işte. Şimdi gözlerini kapat ve elini uzat, sana sürprizimi vereceğim ” Adem şaşkınlıkla gülümsedi ama bir şeylerin yolunda olmadığının farkındaydı. Bu kadar garipliği artık yutmazdı.
“ Tamam... “
Gözlerini kapadı. Ama hemen ardından neler olup bittiğini fark edebilecek kadar minik bir aralık oluşturdu göz kapaklarında. Kirpikleri arasından Aylin’in cebinden bir bıçak çıkarttığını gördü. Bunu yaparken çok neşeliydi. “ İşte rüyalarım gerçek oluyor ” diye geçiyordu içinden. Neşesi suratına patlayan bir tokat ile bozuldu. Yaşadığı şok ile yere düştü ve gözleri karardı. Bayılmıştı...
Adem kendini kötü hissediyordu bunu yaptığı için. Bir saat içinde kendisini öldürmek için kaçıncı girişim olduğunu hesaplamaya çalıştı. İçinden çok büyük parçalar koptu bir anda. Eğer kendisinin başına bunlar geliyorsa... “ Özlem abla, İlkay abi ”
Özlem doğaüstü güçler edindiğine ve bunu bir şekilde düşmanın aleyhine kullanabileceklerine göre “ onların başı daha fazla dertte olabilir ” diye düşündü. Tek tesellisi kendisinin yaşıyor oluşuydu. “ İlk ölen ben olucam ” diye içinden geçirerek avunmaya çalıştı.
Aylin’in tokadı yiyince elinden düşürdüğü kocaman çakıyı katlayıp cebine koydu. O şey sözünü tutuyor gibi görünüyordu. “ Eğer İlkay abi ve Özlem abla ya bir şey olmadıysa ” Ama belli olan şey tüm dikkatini Adem’i öldürmeye yoğunlaştırmış olduğuydu. “ Gittiğim her yerde birileri beni öldürmeye çalışacaksa neyin peşindeyiz, neyiz kimiz biz? Peki Aylin’i ne yapıcam şimdi? ”
59
Cebinde telefon tekrar titremeye başladı. Bu sefer geciktirmedi ve daha iyi çekmesi için telefonun cama yaklaştı. Arayan İlkay’dı.
“ Alo. Gördü mü? Beni mi arıyorsun? Evet o berberin ordaydım. Abi sorma. Biliyorum söylemiştin... Biliyorum onu da söylemiştin. Tamam abi, aloo, aloo... hay Allah çekmiyor. Abi duyamıyorum seni, ben sizin eve gelicem. Bir siz öldürmeye çalışmazsınız beni herhalde en azından. Heh duydun mu abi? Tamam. Birazdan bende ordayım... “
O an tek düşündüğü Özlem’in Aylin’i kurtarıp kurtaramayacağıydı. Eğer oda gördüğü rüyaların esiriyse –ki görünüş onu gösteriyordu- ve işaretlenmişse Özlem bu konu ile ilgili bir şeyler yapabilirdi. En azından Adem bunu ümit ediyordu.
“ Peki ya sonra? ”
Aylin’i gözünün önünden fazla ayırmak istemiyordu. Her ne kadar baygın olsa da eğer uyanacak olursa yine amacına ulaşmaya çalışabilirdi. Adem banyodan bir tas su ve biraz bez alarak ve bunu seri bir şekilde yaparak salona geri döndü. Aylin hala baygın, bıraktığı yerde çekyatın üzerinde uzanıyordu. Ellerini suyun içine soktu ve kuruyan yaralarını silmeye başladı. İyice temizledikten sonra ellerine yakından bakıp yerlerini tespit ederek saplı kalan cam parçalarını cımbızla çıkartmaya başladı. Bu işlem fazlasıyla canının yanmasına neden oluyordu. Her bir cam parçası yerinden oynarken orayı tekrar kesip kanatıyordu. Tasın içindeki su saydamlığını yitirdi ve kıpkırmızı kan oldu.
Birkaç dakika sonra bu ıstırap dolu iş bitmişti. Bereket Aylin hala baygındı. Ancak Tanrı ve o şey bilebilirdi ayıldığında neler yapabileceğini. Üstüne kısmen daha temiz kıyafetler giydi. Çizgili bir gömlek ve daha önce bir kez giyilmiş bir pantolon. Çıkmaya hazırdı.
Salonu ve dışarıya açılan kapıyı araladı. Aylin’i yattığı çekyattan kaldırdı ve kollarıyla uyuyan bir çocuğu uyandırmak istemeyen birisi gibi usulca ve fazla sarsmadan taşımaya başladı. “ Onu Özlem ablaya götürmeliyim... “
Apartmandan bu şekilde çıktığı zaman çok garip görünüyordu. Bu sahneyi hasbel kader görenler onun rahatsızlanmış biri olduğunu ve hastaneye götürülmek üzere öyle taşındığını zannettiler ama Adem hastaneye değil birkaç apartman aşağıya yürüdü ve içeri girdi.
Aylin’i yere bırakmadan oldukça zorlanarak zili çalmayı başardı. İlkay kapının gözünden baktı. “ haydaaaa... “ Kapıyı açtı...
“ Bu kim Adem? ” Adem ayakkabılarını çıkardı ve içeri geçti. Aylin’i ikili koltuğa yatırdı. “ Bu abi, tanıştırayım Prenses... “
c
* * *
Cornelius diğer ülkelerdeki yandaşlarından gelen tebrikleri kabul ediyordu. Hepsi sayılan yılların bitişini ve “ Efendinin günleri ” nin başlamış olmasını sevinçle karşılamış, gelebilecek herhangi bir haber veya emir için hazırda beklediklerini söylemişlerdi. Bu insanlarla internet aracılığı ile konuşuyordu. Her biri zafer gününün gelmesi ve aynı Cornelius gibi Efendiyi bizzat görerek başarılarını kutlayacakları günü bekliyorlardı.
Cornelius aniden bilgisayarın başından kalktı ve hızlı adımlarla Hüküm Odası’na doğru ilerlemeye başladı. Zihninde, ruhunun en derinlerinde Efendisinin sesini duyuyordu ve ses hemen gelmesini söylüyordu. “ Önemli bir şey olmuş olmalı... “
Hızlı adımları karanlık koridorda çıkardığı yankılı seslerle düşüncelerine yarenlik etti. Her şeyin özünde tek düşüncesi iyi bir gelişmenin daha olduğu temennisiydi. Odaya vardığında yavaşladı. Efendisinin huzuruna çıkmadan önce kendine çeki düzen verdi ve zihnini hislerden arındırmaya çalıştı. Kapıyı açtı. Yere bakarak ilerledi ve tek bacağıyla diz çöktü. “ Buyurun Lordum... “
Efendi artık odanın içinde görünür bir haldeydi. Yanan kanatlarını sırtında katlamış, boynunu bükmüş yüzü yere bakıyordu ve gözleri kapalıydı. Cornelius başını kaldırıp Efendisine baktığında karanlık yüzünden bulunduğu yerden yüzünü seçemesede bunları ve boynundaki şişen damarlarda içinde dolaşan ateşi gördü. Efendi öfkeliydi...
“ Ben yapıyorum ve onlar bozuyor Cornelius ” Sesi duyar duymaz bu iri yarı adam minik bir kedi gibi pıstı. Efendi çok öfkeliydi. “ Verdiğim emirlerin önüne geçmeye çalışıyorlar. Birkaç insanı sürüklenmeden kurtararak eğlenmelerine müsaade etmeye karar vermiştim bir süre. Ama prenses Cornelius, Prenses ’imi ele geçirdiler. Yüzlerce yıl sonra seçtim onu ve siyah saçlı savaşçı onu ölüp mutlu etmek yerine yaşayarak prensesimi ele geçirdi. Bu en büyük hatalarıdır... “
Cornelius olduğu yerde bunun ne demek olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bir prenses? Bunu ilk defa duymuştu.
“ Artık prenses sayesinde nerede olduklarını biliyorum. Sende bileceksin. Oraya git ve siyah saçlı savaşçıyı öldür. Onu kendi kanında boğ ve canının çıkmasını izlerken bu keyfine zaman ayır. Bırak davet ettiği ölüm onu bulduğunda son gördüğü şey senin yüzünün arkasında aydınlık bir güneş olsun. Aradığını sadece ölümde bulabilecek. Prenses ‘imi bana getir. “
Cornelius yeni bir görev almanın, bu kutsal amaçta yine bir fayda yaratabilecek olmanın dayanılmaz coşkusu ile kutsandı. Her ne kadar Efendisinin sesi öfke içinde çıkıyor idiyse bile yine de onun huzurunda olmaktan mutluydu. Eğer orada olmasaydı, bu gurur ile nefsi okşanıyor olamasaydı bir an önce yola çıkmak için koşmaya başlardı.
Havada küçük beyaz bir kağıt parçası uçuştu ve gözlerinin önüne düştü. Bu adreste gitmesi gereken yer, prensesi bulacağı adres vardı. Cornelius kağıdı yerden almadan önce ” peki gören göz? ” dedi...
İçinde bulunduğu mağaradan bozma odanın aniden cayır cayır yanıyormuş gibi ısındığını hissetti. Sormaması gereken bir soru sormuştu...
“ Sana çok uzun bir ömür bahşettim ama sen yine de sabrı öğrenemedin Cornelius ve hata yaptın. Onu kapatmak kaderin olsaydı bunu benim günlerim başlamadan önce yapardın. Tekrar denemen sadece sana zarar verecek, git... “
61
Cornelius elinde adresin yazılı olduğu kağıt parçası ve saygı ile Efendisini selamladı, odayı terk etti. Efendisi hiçbir zaman yanılmamıştı şimdiye kadar. Gerçektende kahinleri öldürmekte acele etmeseydi ikinci bir gözün var olduğu ve nerede olduğuda çok daha önce keşfedilebilirdi. Adrese bir kez baktı ve kağıt parçasını yumruğunun arasında sıktı, hata yapmaktan nefret ediyordu. Parmaklarını gevşeterek elini açtığında kağıt terli elin içinde ezilmekten aşınmış, pul pul olmuştu yere düştü...
Efendi Cornelius çıktıktan sonra kapının kapanmasını istedi ve kapı kapandı. Kendisini bu uzun ömründe hissetmediği kadar farklı hissediyordu. İlk defa işler planladığı gibi gitmiyordu. O ne olmasını istiyorsa olurdu ve şimdiye kadar bunun önüne geçen hiçbir güç ile karşılaşmamıştı. Etrafındaki kişileri doğmayan güneşle lanetlemişti ama gözleri korkmamıştı. Oysa kafayı yiyerek toplu olarak intihar etmeleri gerektiğini düşünmüştü. Efendi çok nadir yanılırdı.
Gören göz ve etrafındakiler onun hayatında ikinci kez aşağılanmasına neden olmuşlardı. Efendi kendisini sadece doğumu ile ilgili uzak hatıraları düşündüğü zaman olduğundan daha aşağı bir varlık olarak hissederdi. Normal, ölümlü bir insanın ölü bedeninden doğmuş olması bunu ona hissettiren tek şey olmuştu çağlar boyunca...
Öfkesi zihninde alev alev parlarken planlarını yürütmek için tüm dünyadaki insanlarla olan işini bir süre askıya alıp gözün etrafındakiler için başka bir zalimlik yapmaya karar verdi. Cezalandırmak istediği insanlar için güneşi zifiri karanlıkla sıvamaktan başka türlü cezalarda vardı. O bilinen ve bilinmeyen, duyulan ve duyulmayan ve pek çok görülmeyen lanetin gerçekleştiricisiydi. Prensesin gelişini garantilemek ve kölesi Cornelius’un işini kolaylaştırmak için yapabileceği pek çok şey vardı.
* * *
Özlem kızın yüzünü dikkatle inceliyordu. Rüyasında onun yüzünü görmemişti ama bir şekilde bahsedilen kişinin ” prenses ” in o olduğunu anlamış, görmüştü. Uykusuzluktan gözleri; ” gören göz ” leri içeri çökmüş altları torba olmuştu ve yorgunluktan yüz ifadesi huysuzlaşmış beti benzi de atmıştı. Aylin’i inceleyip ona baktıkça daha da ekşiyordu yüzü. Onun maruz kaldıklarını hissediyordu belki de. Adem ve İlkay’ın görüp hissedemeyeceği pek çok diğer şeyin yanında kızın alnındaki işaretide görmüştü. Aynı sokakta oğlunu öldürmeye çalışan adamın kanlar içindeki alnında gördüğü işaretti bu ve sanki alnında üçüncü bir göz daha çıkmış gibi duruyordu. Ama Aylin baygın olduğu ve gözleri kapalı olduğu halde bu göz açıktı ve aniden sağa sola hareket edişiyle Özlem irkildi. “ bizi izliyor ” Bir refleksle elini kızın alnına koydu. Gözü kapatmak istemişti. Sanki elektriğe tutulmuş gibi titremeye başladı.
Ona dokunur dokunmaz içi dokunduğu kızın maruz kaldığı işkencelerin acısıyla dağlandı. Yüzlerce binlerce görüntü gözünün önünden geçiyordu. Bunlar Aylin’in hatırladığı ve hatırlayamadığı rüyalardı. Her uykuya dalışında kabuslarla, iç gıcıklatıcı ve katlanılması zor görüntülerle beynine ve ruhuna işkence edilmiş olmalıydı. Görüntülerin arasında kendi rüyasında gördüğü ateş kanatlarınıda seçti. Hatta görüntülerin birçoğunda bunlar vardı. Bir tanesinde ateş kanatlar Aylin’i kovalıyor, döndüğü her köşede baktığı her yönde belirerek bağırıyordu. “ benimsin ” Tüm sevdiklerini, arkadaşlarını katlediyordu görüntüler ve o şey yine bağırıyordu ” benim olan haricinde herkesin sonu bu olacak ”
Görüntüler ardı ardına aynı etkiyle Özlem’e de işkence ediyordu. Aynı anda hem gördüklerinin ağırlığı hem de bunları görüp ruhu incinen kızın hissettikleri derinlere gömülen ağır bir gemi gibi çöktü içine. O şey Aylin’e gerçekten işkence etmişti. Özlem bunları sadece bir saniye içinde idrak etti ve titremeye başladı. Bünyesi bu kadar acıyı birden yüklenince kaldırmamıştı. Titremeleri durdu ve yere yığılıp kendi kabuslarının karanlık mahzenlerine düştü.
62
* * *
Birkaç saniye içinde bunlar olurken Adem gözü arkada kalmadan, arkasını kollamak zorunda kalmadan lavaboya gidebilmiş olmanın rahatlığını yaşamaya çalışıyordu. Ellerine tekrar bakıp yaralarının arasında cam parçası kalıp kalmadığını incelemek ve yüzüne adam akıllı su vurmak istemişti. İçtiği biraların ve yaşadığı heyecanın acısı yeni çıkıyordu. Kaşları çatıldı. Başı inanılmaz bir ağrıyla zonkluyordu. “ Bok vardı o kadar içecek ” Her seferinde kafasını dağıtmak için içki içmeye heveslenir ve he seferinde yine içtikten sonra çektiklerine lanet edip bir daha o kadar içmeyeceğine kendi kendine söz verirdi. Ama bu seferki baş ağrısı sanki başka bir şeydi. Bereket elinde cam parçası kalmamıştı çünkü zaten avuçlarının içi berberde yerde hareket edebilmek için ufak cam parçalarını yoğurmaktan, sağ elinin işaret parmağı ile orta parmağının arasıda elinin altından geçen kallavi bir cam parçasının yaptığı yırtık yüzünden çok fazla acıyordu. İçeriden gelen sesle irkildi. Bireyler oluyordu...
İlkay Özlem’i dürteliyor, ayıltmaya çalışıyordu. Kızı ancak saniyeler kadar süzmüş ve alnına dokunur dokunmaz titreyerek bayılmıştı. Şimdi dikkatsizce yere yığılmış başı Aylin’in karnına düşmüş orda kalmıştı. İlkay ne olduğunu anlayamadan eşini aldı ve diğer salonun sonundaki sarı kanepeye yatırdı. Yanaklarına ufak ufak tokatlar dokunduruyordu. “ Özlem, hadi canım uyan. Özlem ” Adem o esnada banyodan hızla salona koşturdu. İlkay Özlem’i uyandırmaya çalışıyordu bir yandan ise Aylin ayılmış sağa sola bakıyordu nerde olduğunu anlamak istercesine. Adem “ İlkay abi dikkat et ” diye bağırdı. Aylin en son ayıkken Adem’i öldürmeye çalışmıştı. Cebinden bıçağı çıkartıp kıza doğru yöneltti. İlkay dönüp Aylin’e baktı. Hiçte dikkat edilecek bir hali yoktu. Nerde olduğunu, bulunduğu yere nasıl geldiğini bilmeyen, Adem hariç içerideki kimseyi tanıyamamış olan, tanıdığı tek kişi tarafından bıçakla tehdit edilen Aylin uzandığı çekyatta bacaklarını karnında toplamış ve ürkmüş duruyordu. “ Adem napıyorsun, benim burada ne işim var? ”
Adem bıçağı katlayıp cebine koydu ama aklındaki sorunun cevabını almadan yine de olduğu yerden hareket etmeyecekti. “ Abi Özlem Abla’ya ne oldu? ” İlkay dönüp tekrar eşine baktı. Çok derin bir uykuya dalmış gibiydi. “ Kızın alnına dokunduktan sonra tiril tiril titredi ve bayıldı ” Tekrar dürtelemeye başladı. Artık olayların gidişatına hiçbir şekilde müdahale edemiyor olmaktan sıkılmıştı. O an için kesin olarak bildiğine inandığı tek şey Özlem ne kadar baygın kalırsa o kadar çok kötü şey görecekti ve belki de...
“ Uyan artık, hadi uyaaaan ” Omuzlarından tutup iyice silkeledi ama Özlem uyanmadı. O an İlkay’ın dikkati eşinin kapalı göz kapaklarına yöneldi. Gözleri hareket ediyordu. “ Rüya görüyor ”
* * *
Özlem karanlık bir mahzende ilerliyordu. Ne buraya nasıl geldiği hakkında herhangi bir fikri vardı ne de elindeki meşaleyi nerden aldığı ile ilgili bir hatırası vardı. Sadece yürüyordu. Dar bir koridordan geçiyordu bitmek tükenmek bilmeyen ve simsiyah taştan duvarları olan bir koridor. Çok pis bir koku burnuna geliyordu. Özlem’in hayal gücü bu kokunun neye ait olacağına dair düşünceler ürettikçe midesi bulandı. Bu konuda düşünmeyi kesti. İlerledikçe ikide bir saçlarına dar oyuğun tepesinden pis bir şeyler sürünüyordu. Bir ara saçındaki şeyin ne olduğunu hissetmek için elini attı ve eline bir şey bulaştı. Kanla yıkanmış kalın bir örümcek ağına benziyordu. Tiksinerek yere fırlattı ve adımlarını hızlandırdı. Bir şekilde içinde bir güdü onu geri dönmeye değil ileri gitmeye itekliyordu sanki. İleride görülecek bir şeyler olmalıydı...
Biraz ileride tavandan aşağı sızan bir ışık gördü. Oraya varması için bir iki dakika yürümesi yeterli gibi görünüyordu ve ilerledikçe pis koku yerini oksijene bırakıyor olmalıydı. Kokunun gittiğini hissedince biraz durup soluklanmak istedi ama içinden bir his ışığa gitmesini söylüyordu ve durmak yerine öyle yaptı. Adımlarını iyice hızlandırdı ve artık neredeyse koşuyordu. Işığa yaklaştıkça yağmur sularıyla duş yapmış kır çiçekleri ve çimenlerin kokusuna benzer bir koku geliyordu burnuna ve bundan çok hoşlandı. İçinde tatlı bir his kelebek gibi kanat çırpıyordu ışığın altına vardığında. Kafasını kaldırıp yukarı baktı. Sanki eşi İlkay’ın resimlerde çizdiği gibi açık bulutlu mavi ve güneşli bir gökyüzü vardı. Gözleri kamaştı ama bu özlediği bir histi. Karanlıklardan sıyrılıp güneş ile buluşmak...
63
Kemiklerinin ısındığını hissetti. En sıcak akşamlar bile güneş gibi ısıtmaz insanı. Oysa en son hatırladığı akşamlar bile zaten ocak ayı akşamlarıydı ve hep ayazdı. Gözleri alıştıkça güneşin o pürüzsüz top gibi şeklini görmeye başladı. Bu görüntüyü uçuşan martı ve kırlangıçlar süslüyordu. Kuşlar tatlı tatlı ötüyor, yukarıdan görüldüğü kadarıyla güzelliğin ambiyansını tamamlıyor, şarkılarla kutluyorlardı.
Sonra bu kuşlar birden kargalar gibi bağırmaya başladılar. İç gıcıklayıcı canhıraş çığlıklar arasında havada uçan kuşlar sanki soludukları havadan zehirlenmiş gibi aşağı düşmeye başladılar. Hiçbiri tam olarak kanat bile çırpamıyordu. Özlem tam yukarı çıkmanın, gördüğü güzellikle buluşmanın planlarını yapmak üzereyken bu güzelliğin lanetlenmesi ile çöktü.
Birkaç saniye sonra durduğu yerde kuşların yere çarptıkları zaman çıkardıkları sesleri duyuyordu. O temiz kır çiçeklerinin kokusu ile bezeli hava yine ekşidi. Özlem çok üzülmüştü bu olana. Güneşe bakarken dışarıdan içeri sızan ışığın azaldığını hissetti. Güneş kararmaya başlamıştı. Sanki yaşayan bir çamur o pürüzsüz top gibi yuvarlağın sağ tarafından her tarafı kaplayarak yürüyordu. Saçtığı ışığa tecavüz ediyor ve yok ediyordu. Bu yaşayan karaltı salkım saçak yürürken güneş sanki olduğu yerde titriyordu. Eğer o titremeler can çekişmesi ise güneş birkaç saniye içinde ölmüştü. Özlem bunun üstüne yine karanlık ve o pis koku ile baş başa kaldı. Ne olup bittiğini anlamamıştı ama birkaç saniyeliğine de olsa güneşin sıcaklığını hissetmek, kuşları görmek ve doğanın saçtığı o müthiş kokuyu tatmak iyi gelmişti. Tam gözlerini kapamış bunları düşünürken delikten aşağı çürümüş bitkilerle ve ölü insan kalıntılarıyla dolu bir toprak dökülmeye başladı. Çevik bir hareketle ileri doğru savurdu kendini. Elindeki meşale neredeyse bu hareketle sönecekti ama Özlem durduğu anda korlarından tekrar harlanarak yandı. Özlem buna sevinmişti çünkü karanlıkta kalmak hiç hoş olmazdı bu kara kuyularda.
Artık birkaç saniye önce durup gökyüzünü izlediği yerden dökülen toprak geri dönüş yolunu tıkamış ve o tünel gibi bitmez tükenmez koridorun içindeki eski kokuyu mumla aratacak bir leş kokusu yaymıştı. Özlem biraz yakından bakmak istedi ama içeri dolan toprak yığınının içinden bir kısmı dışarı çıkan kurtlanmış insan vücudu parçaları, kol ve kemikleri görünce kusmamak için ağzını kapatıp geri döndü. “ Geri dönme şansım kalmadı ” diye geçirdi içinden.
Yığını geride bırakıp yürümeye devam etti. Elindeki meşaleyi mümkün olduğunca ileri tutmaya çalışıyordu çünkü ne zaman duvarlara veya tavana doğru tutsa daha önce hiç rastlamadığı türden iğrenç görünümlü böcekler, çiyanlar ve örümcekler görüyordu ve birçoğunu da yürürken çiğniyor olmalıydı. İçindeki ürperti tarifsiz bir karabasanın içinde olduğunu her nefes alışverişinde ona hatırlatıyordu.
Birkaç dakika ilerledikten sonra koridorun sağ tarafından gelen sesler çalındı kulağına. Anlamadığı dilden bir şeyler konuşuluyordu. Ama konuşan kişi daha çok bağırıyor gibiydi. Biraz yürüdükten sonra sağ duvarda küçük bir oyuk buldu. Sesler buradan geliyor olmalıydı. Oraya iyice yaklaştığında dışarıda olup bitenleri görebildiğini fark etti. Yerlilere benzeyen insanlar gördü. Üstlerinden hayvan derilerinden ve postlarından kıyafetler vardı. Büyük bir ateşin etrafında dans ediyor çılgınca eğleniyorlardı. Adamın biri elinde kanlar içinde bir bebekle dans ediyordu, birkaç kişi ise yerde hareketsiz yatmakta olan bir kadını tekmeliyorlardı.
Adam bebeği elleriyle havaya kaldırdı ve gökyüzüne doğru haykırmaya başladı ” Dahankatakan unda bereg, lem velahak lem bereg ceharrat bekranha tun na niyallaaaaaa. “ (cadı kadından 5 ölü bebek, ölü kadından 1 canlı bebek, şükür sana Dahankatakan). Artık dansı toprağı tekmelermiş gibi vahşileşmişti.
Özlem gördüklerine bir anlam veremiyordu. Adamların anlamsız çığlıkları arasında sanki başka birisi elinde bebeği olan vahşi yerlinin çığlığını kulağına fısıldayarak tercüme etmişti.
Yerde tekmeledikleri adamın sevinç çığlıkları içinde doğumunu kutladığı bebeği doğuran kadın olmalıydı. “ Ölü kadından canlı bebek ” Olan biteni anlamaya çalışıyordu. Kadın çocuğu doğururken ölmüş ise bu yüzden böyle bir şey söylenmiş olabilirdi. Tekmeleniyor olmasının nedeni ise daha önce bunu yapamamış olmasıdır diye düşündü Özlem. “ Cadı kadından 5 ölü bebek ” Özlem bulunduğu yerden kadının neredeyse yüzünü bile görebiliyordu. Kadın sanki hala ölmemiş gibi tekmeleri yedikçe ifadesi değişiyordu. Yüzü toprağa süründükçe taze ölü ve yumuşak ten hareket ediyor, sanki onu canlıymış gibi gösteriyordu ama değişmeyen tek şey acı çektiğine dair olan ifadeydi. Çamur ve toprağa bulanmış olan yüzü, açık kalmış renksiz gözleri içler acısı görünüyordu.
Böyle bir sahneye dayanmak mümkün değildi. Özlem oyuğu genişletip genişletemeyeceğini düşünüyordu. Belki de oradan dışarı çıkıp o vahşi insanlara bağırırsa, onlar da şaşırır ve korkutulan hayvanlar gibi sağa sola kaçışırlardı. Kadınında onlardan kurtulabilirdi ve en azından cansız bedeninin daha fazla aşağılanmasına izin vermemiş olurdu.
Özlem kafasında bunları muhakeme ederken çamurun içindeki kadın sanki canlıymış ve Özlem’i görmüş gibi gözleri onda sabitlendi. Özlem ufacık oyuğun içinde dışarıdan görülebileceğini düşünmemişti ama kadın bakıyordu işte. O donuk feri sönmüş gözler kendininkilerle sabitlenmişti. Kadın kabilenin vahşi erkekleri tarafından tekmelenirken çok Özlem izlemeye başladığından beri hiç yapmadığı bir şey yaptı ve bir nefes aldı. Bireyler söylemek istiyordu sanki ağzı hareket etti. Hiçbir şey duyulmadığı halde fısıldadıkları Özlem’in zihninde çığlıklar gibi yankılandı. “ Yoldan çıkmış meleklerin ve cinlerin tohumunu doğuran bu kadın için üzülme ”
64
Kadın son bir tekme yedi midesine. Birkaç dakika önce doğum yapmış ve zaten bitmişti. Burnundan koyu kırmızı bir kan sızdı ve artık her tekme ile biraz daha kan geliyordu. Vahşi adamlar hala tekmeliyordu ve kadının cansız bedeni her bir tekme ile biraz daha ileri doğru savruluyordu. Özlem artık kadının yüzünü göremiyordu.
Bu gördükleri kendisini çok kötü hissetmesine neden olmuştu. Kadının gözlerinde gördüğü çektiği acının altında ezilmişti. “ Bu insanlar kim, o bebek kim? ”
Ortada yakılan ateşin etrafında bu binlerce yıl öncesinden fırlamış gibi görünen adamlar tepinmeye devam ediyorlardı. Şef kılıklı adamın elindeki bebek hiç ağlamadığı halde ölü değildi. Yeni doğmuştu, vücudu kanlar içindeydi ve göbek bağı bile tam olarak kesilmemişti. Çılgınca dans eden babasının elleri üstünde savruldukça göbek bağıda sağa sola savruluyordu. Özlem çocuğun yüzüne bakmak istedi. Görüşü buğulanmıştı çünkü kadına olanları izlerken ve gözlerinde yaşadığı acıya empati kurarken kendi gözlerinden akan yaşları fark etmemişti. Gözyaşlarını sildi ve tekrar baktı. Bebek babasının ellerinde bir taç gibi yükselmişti. Ağlamıyordu...
Tam bebeğin sıfatını görebilecekken oyuktan içeriye böcek istilası başladı. Sarı kırmızı çiyanlar, birkaç toprak rengi yılan, tarantulalar ve sırtlarında ateş karıncaları taşıyan akrepler. İçindeki ürpertiyi tek bir şey durdurabilirdi. Çıkışını engelleyemediği çığlığı tüm koridorlarda yankılandı.
Elindeki meşaleyi önüne dökülen böceklere ve yaratıklara tuttu. Öyle bir korku ile tiksinmişti ki o anda hepsini öldürmek istiyordu. Birçoğu çıtırtılar çıkarta, çıkarta yanmaya başladı ama diğerleri bu kadere ulaşmaktan korkmaksızın Özlem’in üstüne ilerlemeye devam ediyordu. Birkaç çıyan ve bir yılan meşaleye yapışmış yanıyordu. Yanan ve can çekişen haşerelerden kulakla duyulabilecek can teslim ediş sesi geliyordu. Özlem meşaleyi ileri geri sallayarak meşaleye yapışıp ve yanmaya devam eden yaratıkları yere savurdu ve bu ateşi ardında bırakarak koşmaya başladı.
Nefes nefese kalana kadar birkaç dakika boyunca koşmuştu. Artık daha fazla ilerleyemeyeceğini anlayınca durdu ve dizleri üstüne yığıldı. Artarda nefes almak neredeyse sarhoş etmişti onu çünkü bulunduğu bu bitmek tükenmez koridorlar mağarasında hava o kadar eski ve çürüktü ki artık bu pisliği solumaktan başı dönmeye başlamıştı. Dizlerinin üstüne kontrolsüz bir şekilde çöktüğünü anladı çünkü ağrıyordu. “ İlkay neredesin, yardım et... “
Bir süre ağladıktan sonra ve İlkay’ın yanına gelmeyeceğini idrak ettikten sonra orada oturmanın kendisine “ her ne yapıyorsa ” vakit kaybettireceğini fark etti. “ Buranın bir çıkışı olmalı ” diye düşündü. Bir girişi olduğuna göre bir çıkışıda olmalıydı mutlaka. O anda geri dönmek aklına geldi ama iş işten geçmişti. Artık teride sadece zehirli olmaları kuvvetle muhtemel yaratıklar, haşereler ve kelimenin tam anlamıyla ölü toprağından oluşan bir yığın vardı. “ Geri dönüş yok... “
* * *
Adem Aylin’i kollarından tutmuş sakinleştirmeye çalışıyordu. Olan bitenden haberi olmayan kız kaçırıldığını sanmıştı. “ Ben neredeyim, Adem ne oluyor... “
“ Aylin benim işte Adem. Hiçbir şey hatırlamıyor musun? Sen geldin buraya. Beni öldürmeye çalıştın ” Aylin duyduklarına inanamıyordu. Kendine geldikçe çenesinin üstünün ve sağ dudağının acıdığını fark etti. İlk aynada kendine baktığında göreceği acıyan yerlerinin birazcık da morarmış olduğuydu. Eliyle hafifçe dokundu. Dokunduğunda acısı artıyordu. Usulca çekti elini. “ Burası neresi? ”
Adem kısaca olup biteni ona özetlemekteyken ve dostça varlığının onu rahatlatmasını, telaşını dindirmesini sağlamaya çalışırken İlkay eşinin yanından ayrıldı ve mutfağa giderek bir bardak su doldurdu. Birazını içip kuruyan gırtlağını ıslattıktan sonra tekrar salona geçti. Özlem’in yanına çöktü. Hala derin baygınlık içindeydi. Parmaklarını bardağın içine daldırdı ve ıslatarak su damlalarını eşinin yüzüne vurmaya başladı. Su oldukça serindi ve İlkay bunun bir etki yapmasını bekliyordu umutsuzca ama hayır. Özlem ayılmıyordu.
65
Adem her ne kadar anlatırken saçma sapan gelsede hızla olan biteni Aylin’e anlattı ve onu bir şeyler hatırlaması için kendiyle baş başa bırakarak İlkay’ın yanına geçti. “ Abi ne yapsak? ”
İlkay çaresizce saçlarını elleriyle yavaşça geriye yatırdı. Yüzü sinirden kıpkırmızı olmuştu. Cevabını veremeyeceği bir soru ile karşı karşıya kalmıştı. “ Ne yapıcaz ” .
“ Ne biliym Adem ne yapıcaz. Serinletmeye çalıştım olmadı, kolonya koklattım olmadı, tokatladım olmadı. Eğer Özlem baygınsa ki inşallah öyledir ayılmıyor. Aklıma kötü kötü şeyler geliyor ” Bir eliyle alnını tuttu eşinin ve ateşi olup olmadığını hissetmeye çalıştı. Kapalı göz kapaklarının ardında gözleri hala hareket ediyordu. Alnı buz gibiydi ve terliydi.
“ Abi hastaneye mi götürsek? ” Hazır gitmişken kendisinide göstermek istiyordu aslında. Biraz önce başında başlayan ağrı sanki tüm vücudunu gezmeye başlamıştı. Gözleri acıyordu ve göz kapakları sanki ” kapat artık beni ” diye yalvarıyordu.
İlkay bunu çoktan düşünmüştü ama dışarısı tehlikeli olabilirdi. Adem’in peşinde oldukları gibi eşinin ve kendisininde peşinde olabilirlerdi. Özlem’in rüyasında gördükleri doğruysa prensesinde yani bu biraz önce evine gelen ve eşinin bayılmasına neden olan Aylin’in de peşinde olabilirlerdi. Çaresizce sağa sola bakınan, iyi bir şeyler yapmak isteyipde buna fırsat bulamamanın ezikliği ile çökmüş gibi görünen Adem’e doğru kaydı gözleri. Ona bakarken içinden karşısındakinin kim olduğunu düşünüyordu. Bu zor durumla aynı kendileri gibi boğuşmaya çalışan bahtsız birimi, yoksa bütün bu belaların başlarına açılmasına neden olan adam mı? Hem bu “ prenses ” nerden çıkmıştı? Belki de hepsi onun suçuydu. Eşi ona bakarken, ona dokununca bu hale gelmişti. Belki de o Özlem’in rüyasında gördüğü şeyin şeytanlıklarından biriydi. Bakışları kıza yöneldi. Aylin yaşadığı şokla ve duyduklarıyla sarsılmış, dolu gözlerini kocaman açmış neler olup bittiğini anlamaya, hatırlamadığı zaman aralığında neler olduğunu anımsamaya çalışıyordu. Gerçektende Adem’in dediği gibi gece değil öğlendi. Kolundaki dijital saat bunu gösteriyordu ama Aylin pencereye baktığı zaman bir gıdım olsun güneş ışığı görmüyordu ve bu aklını ve mantığını kemiriyordu. Çaresizce görüntüsünde hiçte şeytanca bir oyunun piyonu gibi bir ibare yoktu. Daha çok kurban gibi görünüyordu...
“ İlkay abi, daldın abi. Hastane diyorum... “ Adem’in seslenişi ile kendine geldi.
“ Bir an önce gidelim, içime kötü kötü şeyler doğuyor... “ Bunları söylerken ayağa kalktı. Aslında kalkar kalkmaz eşini yattığı yerden kaldıracaktı ama gözleri karardı ve gerisin geri yere çöktü. Şakakları sanki tüm vücudundaki kanı birden beynine pompalamış gibi şişti. Gözleri hiçbir şey görmüyordu. Şakaklarından ve başından başlayan bir ağrı boynundan ilerledi ve sırtından aşağı doğru yürüyerek belinde büyük bir bomba gibi patladı.
Bu ani bastıran şok ile gözlerini kıstı ve bağırmamak için dişlerini ve yumruğunu sıktı. Adem hemen yanına vardı ve “ abi neyin var? ” dedi. Sorarken iyice yaklaşmak için kolundan tutmuştu İlkay’ın ve hemen o kolun ateş gibi yandığını fark etmişti. Sanki sapasağlam adam birden hummaya tutulmuştu.
* * *
Efendi Cornelius çıktıktan birkaç dakika sonra hissetmişti izlendiğini. Metal tarayıcısından geçen bir eşya gibi hissediyordu kendini. Zihninin ve ruhunun en karanlık, en ücra köşeleri sanki meşale ateşi ile aydınlanıyordu ve “ gören göz ” bakıyordu. Bakıyor, görüyor ve hiç kimsenin tanımasına izin vermediği kadar tanıyordu Efendiyi.
Bu hiç ama hiç hoşuna gitmemişti. O her zaman karanlıkların ardında saklanan, geceyi bir örtü gibi örtünen ve onu arayan gözler, onu dinleyen kulaklar yokken bile fısıltıyla konuşandı ama şimdi konuşma değil içinden geçenler bile bir varlık tarafından görülüyor duyuluyordu. Hem de hükmünün geçmediği bir varlık.
66
Yılların sayılmadığı zamanlarda öldürdüğü bilge kabile büyücüsünü hatırladı. Büyücünün zihnine girmiş ve tapındığı tanrıların sesi ile onunla konuşmuş yanına çağırmıştı. Büyücü onun yanına vardığında görüntüsü karşısında hayretler içinde dona kalmıştı. Efendi büyücüye tamda zihninde hayal ettiği tanrısı gibi görünmüştü. Koç başlı siyah derili bir insan. Bir bebek kurukafası ile süslenmiş insan kemiklerinden kakma asası ve kollarında etinden dışarı fırlamış kemikler gibi görünen boynuzları olan, sadece beli ile dizlerinin arası kahverengi bir deri ile örtülmüş bir ifrit.
Efendi büyücüyü zihnindeki kara büyüleri ve düşünceleri almak için kullanmıştı. O bir şeyler bilen her insanın bilgisini kendisine alabilirdi. Bunu kabile büyücüsüne yaptığı zaman büyücü aklındaki yalvardığı tanrıya, onun nasıl görüneceğine dair hayallerde gidince Efendinin gerçek yüzünü görmüştü. Bu yüzü gören herkes gibi oda çok kısa bir süre sonra ölecekti.
Ama o an Efendiyi şaşırtan bir şey oldu. Büyücü zihninde konuştuklarına dair hiçbir düşünce olmadan, sanki çok daha yüce bir varlığın kuklası gibi konuşuyordu. Efendi merak içinde dinledi.
“ Karanlıklarda saklan, ekmeğini gizlilik içinde ye insanlara savunmasızlarken hükmet ve yılanlar gibi tıslayarak konuş ama yine de bil ki en güçlü olduğun gün bir çift göz seni görecek. “
Efendi bu sözleri merak içinde dinlemiş ve kehanetin üzerine neşe ile öldürmüştü büyücüyü.
Gün gelmiş kehanet gerçek olmuştu. Efendi bunun farkındaydı. Bunun olmasının engellenemeyeceğinin farkındaydı. Cornelius’u sadece olduğundan daha dikkatli ve güçlü olsun diye azarlıyordu. Büyücünün söylediği, ya da söylettirildiği üzere iki göz açılmıştı. Gözlerden biri kapanmış olsa da diğeri her şeyi görmekteydi işte. Bir çift gözü ile...
* * *
Özlem sonu dibi gelmeyen mahzenlerde kalmış, gördükleri, hissettikleri, duydukları ve soluduğu nefes ile resmen işkence çekiyordu. Ruhen çökmüş durumdaydı ve artık bitkinlik, “ ne olacaksa olsun ” düşüncesi tüm benliğini kaplamıştı. Yürürken, attığı adımların peşi sıra çıkan vıcık vıcık sesler bir şeylerin üstüne bastığına ya da daha önceden üstüne basılıp boku çıkartılmış yaratıkları ezdiğine delaletti.
Aklına bu tarz maceralar yaşamış olan gerçek insanlar ya da hayal kahramanları geldi. Onlar hep bir şeyin peşinde olarak bu tarz yerlerde bulunmak zorunda kalırlardı. Arkeologlar yüzlerce yıl insanların ya da temiz havanın bile girmediği yerlere girerlerdi yeni şeyler keşfetmek için. Eskiye ait yeni şeyler. Ya da hazine avcıları. Arkeologların bile bakmaya yeri geldiğinde cesaret etmediği yerlere define, değerli eşyalar ya da belalarını bulmak üzere giderlerdi. Birçoğu belasını, bir kısmı ise uğruna canlarını tehlikeye attıkları şeyi bulurlardı. “ Ama bu çeşit çeşit, farklı renk ve ırklardan hatta Lara Croft’u da sayarsak farklı cinsiyetlerden insanların gerçekte olsalar, hayal kahramanı da olsalar tekbir ortak yönleri varsa buda ne kadar düşerlerse düşsünler böyle zorluklara, yine de vazgeçmemeleridir ” Özlem bunları düşünürken karar verdi karamsarlığa düşmeyip, algılarını açarak bu kara kuyulardan ne olursa olsun çıkmaya...
Biraz ileride sağ kanattaki ahşap kapı belki de buradan çıkış biletiydi. Kapıyı gördüğü anda yüzünde bir ferahlık hissetti. Sanki yüzü berrak pınarların kıyılarındaki ufak, oval taşlara vurmasıyla etrafa sıçrayan damlaları ile ıslanıyordu. İçine dolan ferahlatıcı his daha fazla hevesle hareket etmesine ön ayak olmuştu. Önündeki ahşap kapı ile ilgili güzel hisler doldu içine. Kapıyı hiç denemeden yola devam edebilirdi çünkü daha hala bu tünel gibi yolun sonu dibi görünmüyordu.
Kapıyı açıp olan biteni gördüğünde ise tek dileği orda gördüklerini görmüş olmak yerine kapıyı hiç denemeden yola devam etmiş olmaktı...
67
15: ÇARESİZLİK
İlkay ilk şokun ardından gözlerini açtı. Artık ıstırap tüm vücudunda sanki kalbinin pompaladığı kanla birlikte geziyormuş gibiydi. Saç diplerinden parmak ucuna, oradan ayaklarına, tırnaklarının dibine kadar her yeri, her bir santimi bedenî acılarla silkeleniyordu. Gözlerine çöken karanlık yerini yavaş yavaş güneşin üstüne çöken karanlığın geride aydınlık pek bir şey bırakmadığı dünyanın görüntüsüne bıraktı. Çekilen ani acıya beden yavaş yavaş alışmaya başladıkça kulaklarındaki anlamsız uğultuda çekildi.
“ Abi ne oluyor? İyi misin? Ateş gibi oldun birden... “
Yavaşça tekrar ayağa kalktı ve etrafına bakındı. Gözlerindeki karanlık görüş açısından köşelere ve görünmeze doğru yürüyen berbat bir hayalet gibi çekildi. Evindeydi. Sanki baygınlık geçirmiş gibi zaman mevhumunu yitirmişti. Orada ne kadar süre ıstırap ile kendinden geçerek kaldığını hatırlamıyordu. Adem’i fark etti ilk olarak. Çaresiz gözlerle ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor sorular soruyordu. Sonra evin salonunda sağa sola bakınırken Aylin’i fark etti. Sanki her şey ağır çekimde olup bitiyordu. Kız ne diyeceğini bilemez halde sadece seyrediyordu bu hayatına yeni giren insanları. Sonra eşini ve ne yapmak üzere olduğunu hatırladı İlkay. Salonun ortasına doğru bir iki adım atmasıyla arkasında kalan koltukta uzanan eşine döndü. Özlem hala baygındı.
Acı vücudunu hala terk etmemişti. Saniyede bir veya iki kere tam kalbinin üstünde tarifsiz bir kavrulma hissi toplanıyor, oradan da sanki kanıyla tüm vücudunu gezip geçtiği her yeri yakıp çürüterek gerisin geri kalbine dönüyordu. Hareketleri ağırlaşmıştı. Adem tekrar ” abi ne oluyor? ” diye sordu.
“ Bilmiyorum Adem, inme indi sanki. Her tarafım dökülüyor, ağrıyor ”
Adem başındaki ağrı ile boğuşurken aynı şeyin kendi başına gelip gelmeyeceğini düşünmeye başladı İlkay biraz olsun kendine gelmek için oturunca. Ağrıya, acıya kendisinden çok daha dayanıklı olduğunu düşündüğü İlkay’ı birden bu hale getiren bir şey onunda başına gelirse ne yapacağını düşündü. “ Abi hastaneye gidelim sende bir görün istersen diycem ama nasıl olacak? Ya dışarıda? ” Sustu...
İlkay aldığı nefesin bile acı verdiğini hissediyordu. Ciğerleri oksijenle dolup şişerken, acı artıyordu. Aldığı nefeste acı bir tat bırakıyordu dilinde. Sadece bir iki dakika içinde doğduğuna doğacağına pişman olmuştu sanki. Başını önüne eğmiş yavaşça iki yana sallayarak olup bitenlere sitem ediyordu sanki. . “ Neden bunlar başımıza geliyor? ”
Ne olursa olsun, ne yaşıyorsa yaşasın Özlem’in kendisinden daha kötü bir durumda olabileceğini düşündü. Ne pahasına olursa olsun profesyonel yardım almak gerekiyordu. Çünkü Özlem’in düşmeden önceki titreyişi ve tüm denemelerine rağmen ayılmayışı hayra yorulacak bir şey değildi. Kısa bir süre içinde planını yaptı. Adem çıkıp arabayı alarak kapının önüne getirecekti. Oradan direk olarak acile gidecek böylece yürüyerek yolda karşılaşabilecekleri herhangi bir durumu en azından 4 kişi için bertaraf edeceklerdi. Adem bir bakıma feda ediliyor gibi görülebilirdi ama o an için en mantıklısının bu olduğunu düşündü. Hastanede de yine Adem’e güvenmek zorundaydı. Özlem’in durumu netlik kazanana kadar kendisi ile ilgili herhangi bir şey yapmayacak, doktorlara kendi yaşadığını anlatmayacaktı. Özlem kendine geldikten ve her şey yoluna girdikten sonra kendisini devreden çıkaracaktı ve yine bu arada güvenlik Adem’de olacaktı. Tabii böyle bir şeye gerek varsa...
Bunları bir çırpıda, fazla zaman kaybetmeden Adem’e anlattı. Adem dinlerken gitgide içinde bulunduğu dünya dan uzaklaşıp gittiğini hissetti. Kanında dolaşan alkol miktarı azaldıkça başının ağrısı artıyordu. Sadece başı değil her tarafı o garip hisle dolmuştu. Ağrımadan önceki o garip şaşkınlık hali.
Parmaklarını çıtlattı. Hareketleri yavaşlamıştı. Kendini anlatılanlara vermeye çalıştı ve İlkay’ın kısa sürede düşünüp yaptığı planı dinledi. “ Yine sorumluluk ” diye geçti içinden. Güçsüz olmayı, çaresiz kalmayı kaldırmayacak kadar büyük sorumluluk. Ama yapmak zorundaydı. “ Peki ben ne olucam? ” diye araya girdi Aylin. Yapılan planda hiç adı geçmemişti ama işte oradaydı ve her ne olup bitiyorsa bir şekilde bunun bir parçasıydı. İlkay oyuna katılan yeni oyuncu ile ilgili bir şey düşünmediğini fark etti. “ Sen benden ayrılma istersen Aylin “ dedi Adem.
Aylin ayıldığından beri ve gördüğü rüyanın etkisinden çıktığından beri Adem bunu düşünüyordu. Aylin’i tanıyan oydu ve eğer ondan bir zarar gelecekse herhangi bir şekilde bunun Özlem ve İlkay’a değil kendisine gelmesini tercih ederdi. Ayrıca Efendi onun peşinde olacaksa eğer onu ele geçirmesini engelleme görevini kendisine biçmişti. Bir şekilde Aylin in bu olaylara dahil olmasının nedeni olarak kendisini görüyordu.
Adem ” abi ben arabayı getirmeye gidiyorum o zaman. İyisin dimi sorun yok? ” diye sordu dışa açılan kapının önünde. Aylin’de ayaklanmış yanına gelmişti. “ sen benden ayrılma ” lafı ona uyuyordu. Bulunduğu yerde, etrafındaki kişiler arasında tek tanıdığı Adem’di ve onun yakınında olmak onu bir şekilde içinde bulunduğu kasvetten uzak hissettiriyordu. “ daha iyiyim hadi Adem çabuk ” dedi İlkay. Adem ve Aylin kapıyı arkalarından kapattıkları anda koltuktan aşağı yere yuvarlandı ve eşi de baygın olduğu için rahat rahat çektiği acılarla kıvranmaya başladı. Biraz kendini sıkmaya çalıştı ve yüzüne kan yürüdü ama hayır acı dinmiyordu bir an için bile. Yüzü dayanılmaz bir ateşle yanmaya başlayınca faydası olmadığını anlayıp tekrar serbest bıraktı kaslarını. Başını arkaya yatırıp gözlerini tavana dikti ve derin nefes alıp vermeye başladı. Yavaşça yerinden kalktı ve dolaptan ağrı kesici çıkardı. 3 tane ağzına attı ve üstüne su içti. İçtiği suyun tadı o kadar berbat gelmişti ki neredeyse kusacaktı. Sürahiye ve bardağa tekrar baktı. Sanki içtiği su değil de birikmiş irin gibi gelmiş, leş gibi kokmuştu ağzının içinde.
68
Sürahide de, bardakta da anormal bir şey yoktu. Sinirle sürahiyi duvara çarptı. Bardağı da yere fırlattı. “ Allah belanı versin ” diye bağırdı. Eşinin yanına gitti tekrar ve yüzüne dikkatle baktı. Yüzünde huzursuz bir ifade vardı ve gözleri ince kapaklarının altında hala sağa sola dönüyor gibiydi. Birazda terlemiş olduğunu fark etti. Birkaç kez daha dürteledi, ismini çağırdı ama nafile. Özlem ayılacak gibi görünmüyordu...
* * *
Adem kapıyı kapatınca önce apartmanın ışığını yaktı. Çocukluğunda en koktuğu şey karanlığın içinden gelebilecek olan şeylerdi. Küçük yaşta izlediği zombi filmlerinin etkisinde fazlasıyla kalmış ve karanlığın içinde hep kendisini bekleyen zombiler, türlü türlü yaratıklar olduğuna inanmıştı. Karanlıkta durmaktan pek hoşlanmazdı küçükken. Apartman merdivenlerini çıkarken eğer otomatik sönecek olursa mutlaka evin kapısına gelene kadar koşar ve kapıyı da can havliyle çalardı. Bazende ilk apartmana girer girmez yukarı çıkmadan önce aşağı inen merdivenleri kontrol eder ve saldırmak için otomatiğin sönmesini bekleyen yaratıklar olup olmadığını kontrol ederdi.
Ve şimdi yıllar sonra tekrar çocukluğuna dönmüş gibi hareket etmeye başladı. Işıkları yakar yakmaz bulunduğu kattan yukarı çıkan merdivenlere bakındı. Ardından da aşağı inen merdivenlere bakındı. Kimse yoktu. Görmek istediğide buydu...
Aylin’i peşine takıp apartman kapısını açtı. Sokağa inen birkaç merdiveni sağa sola bakarak indi. Garip görünen hiçbir şey yoktu. Aslında çok garip görünen bir şey vardı. Garip görünen şey öğlene yaklaşan saate inat karanlık gökyüzüydü. “ Güneşin inadı kırılacak gibi değil ” diye geçirdi içinden Adem. Bu manzarayla her karşılaştığında biraz daha çöküyordu.
Havadaki soğukta hiç öğlen serinliği ya da soğuğu gibi değil bas baya gece ayazıydı. Aylin rüyanın etkisi geçtikten sonra ilk defa dışarı çıkmıştı ve bu kötü deneyimi ilk defa yaşıyordu. Hiç bitmeyen alacakaranlık gözlerini, vücut saatini, aklını, düşüncesini her şeyini şaşırtmıştı. “ Ne yaptıkta güneşi küstürdük Adem? ” diye sordu. “ Benim yüzümden oldu prenses. Gün oldu her doğuşunda küfrettim ona. Sanki iyi bir gün başlıyormuş gibi birde doğuyorsun diye. Bak artık doğmuyor. Nasıl iyi bok yemişim değil mi? ”
Adem bunları söylerken sokağın cadde tarafından sokağa doğru elleri cebinde yürüyen bir kadın döndü. Üstünde basit bir penye ve bol bir pantolon vardı. Siyah dalgalı saçları ıslak ve şekilliydi. Yüzündeki bitkin ve kansız ifade ilk bakışta hemen fark ediliyordu. Adem Aylin’i arkasına alıp kendini siper etmiş gibi öne savurdu. Çünkü kadın çok rahatsız edici görünüyordu ve Adem bundan hiç hoşlanmamıştı. Biraz daha yaklaşınca ceplerinden pantolonunun paçalarına kadar kan yürüdüğü gözle görülür hale geldi. Uzaktan seçebildiği kadar kadının ağzından da kan gelmekte olduğunu gördü Adem. Kadın şarkı söyleyerek geliyordu ve yaklaştıkça kadının sesi de yaklaşıyordu. Adem bir tehdit sezmişti. Cebinden bıçağını çıkarttı ve açık bir şekilde elinde tutarak tekrar elini cebine soktu. Yürümeye başladı. “ Bu kim, tanıyor musun? ” diye sordu Aylin. “ Hayır tanımıyorum ama halinden hiç hoşlanmadım ” dedi Adem. Yavaş yavaş ilerlemeye başladılar. Kadın yalpalaya, yalpalaya sokağın ortasından yürüyordu. Adem ve Aylin ise kaldırımdan ve mümkün olduğu kadar binalara yapışık bir şekilde yürüyorlardı. Artık kadının şarkısı iyice duyulmaya ve ne olduğu anlaşılmaya başladı. Kadın şarkısını söyledikçe dilinden kan damlıyor, dudaklarından çenesinin altına doğru yürüyor oradan da penyesinin üstüne damlıyordu. Adem şarkıyı tanıdı...
69
“ Eller günahkar,
Diller günahkar.
Bir çağ yangını bu
Bütün dünya günahkar
Masum değiliz, hiçbirimiz... “
Kadın son bir kez daha nakaratı tamamlayabildi ve “ hiçbirimiz ” der demez sendeleyip elleri cebinde olduğu için çok kontrolsüz bir şekilde düştü. Yüzünün yan tarafı asfalta çakıldı. Ellerini cebinden telaşla çıkardı yerde yatarken ama bu aslında beyninin düşmeden önce yapmasını istediği bir hareketti ve can teslim etmekte olan bedeninin son kontrollü hareketi bu oldu. Artık vücudu sadece titriyor, bacakları havayı tekmeliyordu. Adem o esnada son nefesini ciğerlerine doldurmakta olan kadının ayaklarının da çıplak olduğunu fark etti. Aylin’le hızla yanına vardıklarında kadın huzursuz ve mutsuz bir şekilde verdi son nefesini. Adem pantolonun ceplerinden yürüyen kanın nedenini gördü ve kadının neden ağzından kan damladığını anladı. Kadın bileklerini dişleri ile ısıra ısıra paramparça etmiş olmalıydı. Belki de kendi kanını içmişti. Aylin kadının yüzüne bakakaldı. Şoka girmiş gibi sanki kadının yüzünde bir şey seyrediyordu. Ruhu çekilmiş etteki o donuk, acıklı ifadede “ neden ” sorusunun cevabını aradı ama cevap yoktu...
“ Yapılacak bir şey yok Aylin, gitmeliyiz. O öldü ” dedi Adem. Kadını bir tehdit olarak görüp bıçağını çektiğine bile utanmıştı aslında ve bu utanç içinde katladı tekrar bıçağı. Artık paranoyak olmuşlardı. Aylin hala bakıyordu. Adem kızın elinden tuttu ve yürümeye başladı. Baktıkça daha kötü olacağını biliyordu. “ Gitmeliyiz Aylin. “
Bu garip olay ve yüzünü yıkadıktan sonra tekrar açık havaya çıkması onu biraz daha kendine getirdi. Kendine geldikçe bedeninin çektiği acıda artıyordu. İlkay’ın ani olarak yaşadığı şok, alkol yüzünden Adem’de daha yavaş, belki de daha acı dolu olarak gerçekleşiyordu. Istırabın büyüklüğü arttıkça bunun geçeceği ile ilgili düşüncede yerine “ hayır daha da artacak ” şeklinde bir umutsuzluğa sürüklüyordu. Buda psikolojisini altüst ediyordu. Belki de her şey yolunda giderse hastanede kendisinide gösterebilir, belki birkaç ağrı kesici, belki bir iğne olabilirdi. ama her halükarda sona kalmıştı. Köşeyi döndükleri halde ve Aylin kendine geldiği halde hala kızın elini tutmaya devam ettiğini fark etti. Sanki bu hareketi kontrollüymüş gibi Aylin’in yüzüne biraz baktı ve sanki o an kendine geldiğine ve sakinleştiğine kanaat getirmiş gibi yaptı ve böyle bıraktı Aylin’in elini...
* * *
Arabaya varana kadar başka bir olağanüstü olay yaşanmadı. Sadece sağda solda amaçsızca dolaşan insanlar görmüştü. Amaçsızca geliyordu hareketleri çünkü bu kişiler attıkları birkaç adımda bir etrafa bakınıyor, deli deli hareketler yapıyorlardı. Yapacak işi olmayan, gidecek yeri olmayan insanlar gibi görünüyorlardı ama hepsi düzgün giyinmiş tiplerdi. Sokak serserileri değillerdi. Hatta aralarında yaşlı başlı, kelli felli insanlarda vardı. Bazısı yerde çökmüş bir şeyler hatırlamaya çalışıyor, bazısı kafasını yukarı kaldırmış gökyüzüne bakıyordu. Adem onların güneşi görüp göremediklerini merak etti ama durup bunu soruşturacak zaman yoktu.
Anahtarı cebinden çıkarırken arabanın sahibi ile ilgili garip düşüncelere daldı Adem. Belki de adam uzun uğraşlar, para biriktirmeler sonunda bu arabayı satın almayı başarmıştı. Belki uzun ve zorlu çalışmalar sonrasında aldığı terfiler sayesinde bunu başarmıştı. Aslında pekte zengin biri değildi belki ama en azından işe giderken ayağını yerden kesmeyi başarmıştı. Şimdi ise kim bilir neredeydi. Belki hastanede, belki morgda.
Açtığı kapıdan Aylin geçti ve ön tarafta yerini aldı. Adem şoför kısmına geçerken böyle bir durumda nasıl olup da nezaket kurallarına göre hareket etmeyi başardığını düşündü. Hiç farkında olmadan yapmıştı. Aylin donuk ve mutsuz görünüyordu. İçindeki tek umut bunlarında o berbat kabuslarından biri olduğu ve sıcak yatağında uyanacağına dair bir umuttu. Tek umudu boş bir umuttu...
Adem direksiyona geçti ve marşı bastı. Birkaç denemeden sonra araba çalıştı. Tam park ederken bıraktığı geri vitesten ileriye alacakken kapı tarafında aniden bağırarak beliren adam zıplattı yerinden. Kapalı camın ardında adamın biri elindeki torbanın içini onun görebileceği şekilde cama dayamış ” Al sende bak, benim sözüm dinlenmezse böyle olur ” diye bağırıyordu.
Adem bir an için adamın gösterdiği torbanın içine baktı. Torbanın içinde ufak bir kan gölü oluşmuş, içindeki küçük insan kafasına ait surat zar zor seçiliyordu. Adem “ Allah belanızı versin ” diyerek hızla kaldırdı arabayı ve ardına bakmadan, torbayı gösteren adamın kim olduğunu merak etmeden ya da görmek istemeden gazladı.
70
Lastiklerin ani patinajı ile ve egzozla dumana boğulan adam deliler gibi bağırmaya başladı. “ Ben ne dersem o oluuuuur ” Elini torbanın içine daldırıp, parmaklarını kana buluyor sonra da Kızılderililer gibi yüzüne sürerek kendince çılgınlar gibi bir dans sergiliyordu. Bunu gören ve henüz aklı başında olan insanlar ne olup bittiğini anlamıyorlardı fakat Mehmet Bey biraz sonra mutlaka torbanın içindekini, zaferini onlara da gösterecek ve ne olup bittiğini anlamalarını sağlayacaktı.
* * *
Elindeki meşale düştü. Kapı açılır açılmaz saçlarını geri savuracak kadar güçlü esen rüzgar öyle bir leş kokusu taşımıştı ki yüzüne kusmaya başladı. Kapı açık bir alana açılıyordu. Alanda belki yüzbinlerce, hatta milyonlarca ceset vardı. Parçalanmış, didik didik edilmiş bedenler, iskeletler, yakılıp kömür olmuş ceset tepeciklerinden oluşan bir dünyaya açılmıştı kapı.
Kızıl bir şafak söküyordu ve kana bulanmış güneşin irinimsi sarı pırıltısı gibi alev, alev yanan haşmetli taç yakışıklı bir yüzü gölgeliyordu. Cesetlerin, ölüler dünyası Necropolis’in kralı yaşayan hiçbir şeyin olmadığı bu alanda ortaya bir taht yerleştirmiş gururla oturuyordu. Sağ ayağının altında çizmesiyle yüzü çürümüş bir kafayı çiğniyordu. Telefonla konuşan insanların kağıt kalemle bir şeyler karalaması gibi bu şeyde ayağının altındaki kafayı ezerek oyalıyordu kendini misafirini beklerken. Tahtı kanla yıkanmış, arkasına yaslandığı zaman başının sağ ve solunda kalan kısımda insan gözleri yapıştırılmıştı tabi o gözler tahtın kendi gözleri değilse.
Kral ayağa kalktı ve “ görüyor musun? ” dedi. Üstünde sadece bir zamanlar beyaz olan bir pantolon vardı ve belden yukarısı çıplaktı. Ama her tarafı bir zamanlar üstüne bulaşıp sonra orada kurumuş olan kanla sıvalıydı. Yaptıklarından gurur duyduğu duruşundan belli oluyordu. Canı tırnakları sökülür gibi cayır, cayır yakılarak alınan, zevk için işkence edilerek alınan insanların cesetlerini işaret etti. Umutları hayalleri, amaçları, kişilikleri ve en önemlisi aileleri olduğu halde domuzlar gibi gırtlaklanmış olan insanları gösteriyordu elleriyle. “ Görüyor musun? ”
Özlem bir süre nefes tuttu kusması durunca. O çürük, berbat kokunun tecavüz ettiği havayı tekrar solumak istemiyordu. Ama bir noktadan sonra daha fazla devam edemedi. Birkaç denemeden sonra alıştığını fark etti ama böyle bir kokuya alışabiliyor olmak bile kötü bir düşünceydi onun için. Kapıdan içeri girmek istemiyordu. Bunu kesinlikle ve kesinlikle istemiyordu. İçeri girdi.
Kendine hakim olduğu halde ve o “ şey ” ile muhatap olmak istemediği halde yine de içeri girdi. Ona doğru adımlarını ardı ardına atarken bir an için durmayı denedi. Durdu. Onun etkisi altında olmadığını, kendi isteği ile gittiğini görmek istemişti. Efendi mutluydu. “ Büyük şahit ” dedi ona. “ Gel hadi ”
Özlem yürürken aklından geçen tek bir şey vardı. “ Sakın yere bakma ” Adımları engebeli bir arazide yürüyormuş hissi veriyordu ama bastığı şeyin toprak ya da taş olmadığını biliyordu. Belki de içeri girip onunla konuşarak hiçbir şey edinemeyecekti ve sırf merakı için ölmüş insanların zavallı bedenlerine, beden parçalarına saygısızlık ediyordu...
Üstlerine basarak.
71
Bu düşünce bir kez daha adımlarına son vermesine neden oldu. Daha fazla ilerlememeye karar verdi. Efendi Özlem’i çok dikkatle izliyordu ama izlemenin de ötesinde bakışlarıyla üstündeki görünmez kalkanları deliyordu sanki ve onun tüm bildiklerini bildi bu esnada. Tüm gördüklerini ve yaşadıklarını. Yaşadığı mutluluklar, edindiği deneyimler, bildiği şeyler, çektiği acılar, pişmanlıkları, ıstırapları. Sonra aklında dönüp duran, cevabını bilmediği soruları gördü. Onun için o kadar basit şeylerdi ki. “ Gören göz ” bile olsa karşısındakinin normal bir insan olduğunu bir kez daha idrak etti. Sonra sanki bir bilgisayarmış gibi Özlem’e ait her şeyin bir kopyasını kendisine aldı. O böyle yapıyordu. İnsanların her şeyini kendine alıyordu.
Özlem bunu hissetti. Artık karşısındaki bu zalim “ şey ” birazcık da olsa kendisine benziyordu. Efendi alacağını aldıktan sonra kendisini tutmayı bıraktı. Kapı açıldığından beri, gören göz geldiğinden beri bunu yapıyordu. Kendisini bir yandan kibirle ona gösterirken, bir yandan da “ gören göz ” ün göreceklerinden sakınmıştı. O an için sadece görmesini istediği kadarına izin vermişti. Ama kendi işi bittikten sonra bilerek açtı kapılarını ona. Sanki milyonlarca, milyarlarca penceresi olan, pencerelerinden ışık sızan bir konaktan girdi Özlem. Gören gözleri Efendiyi delip geçiyordu. İsteği haricinde bakışları ona odaklandı ve lanetlenmiş sayısız geçen yıllarla köhnemiş bu ruhun hayatı film şeridi gibi gözünün önünden geçmeye başladı. Binlerce yılı eskitmiş bir hayat. Binlerce insana denk ıstırap, binlerce insana denk hırs ve binlerce insanın ahı, on binlercesinin intikamı.
Efendi gözün neler görmekte olduğunu biliyordu. Sanki gördüklerinin kendisi için ne ifade ettiğini anlatmak için arada açıklamalar yapmaya başladı. Göz görüyor, Efendi konuşuyordu.
“ Tanıdığım herkes öldüğünde, ölmeyeceğimi anladım. Benim için hayat ölümden ibarettir. “ dedi Efendi.
Özlem Efendinin hayatını, yaşadıklarını izliyordu. Tüm izledikleri arasında en çok gördüğü ölüm ve gözyaşıydı. Bunlardan sonra ise sırayı ateşler alıyordu. Tüm sırlarına vakıf olduğu “ Efendi ” nin yaşamı boyunca yaptığı her şey, hissettiği her şey benliğini delip geçerken bir yandan şifası olmayan yaralar açıyordu. Doğruluğuna inandığı şeyler gördükleriyle yıkılıyordu. Neredeyse tüm insanlık tarihine şahitlik ediyordu.
“ Uğursuz insanları görüyor musun? Ahmak ruhları. Verilenlere küfredenleri. Ölüm karşısında ise bir bebek gibi ağlayanları ” dedi Efendi. Gözün gördüklerini pekiştiriyordu. Özlem içindeki tüm enerjinin, yaşama sevincinin, umutların, hayallerin çöktüğünü hissetti. Sanki küçülüyordu. Gördükleri karşısında ufalıp çekiyordu sanki. Görüntü bitti. O an için sanki donmuş olan zaman çözüldü. Özlem hayatında hiç böyle ağlamamıştı. Hiçbir şey bu kadar bitirmemişti onu. O an için ölse, her şey orada noktalansa, ardında ne olup biteceği umurunda bile değildi. Ölümün artık tek kurtuluş olduğunu düşünüyordu. Kendisini bu çılgınlığın ortasında bulmak başından beri kendi seçimi değildi. Gören göz kehanetini yapan büyücüyü düşündü. Belki de onun yüzünden, onun katiline ettiği lanet yüzünden bunları yaşıyordu.
Hayır Özlem bunları yaşamayı mı yoksa ölmeyi mi seçersin diye sorsalardı başından ölmeyi seçerim diye düşünüyordu artık. Efendinin hayatında o kadar çok ölüm gördü ki artık yaşama dair pek bir düşüncesi bile kalmamıştı.
Efendi tahtının önünden yavaş adımlarla Özlem’e acır gözlerle bakarak yürümeye başladı. İçinde kopan fırtınaları sanki gözle görülür bir şekilde oluyorlarmış gibi izliyordu. Adım adım yaklaşıyordu. Özlem olduğu yerde donmuş kalmış başına ne gelecekse kabullenmişti. Artık ölmek istiyordu. Bu kadar büyük hisler taşıyan dünya da sadece 2 kişi vardı. Belki Cornelius diğer görüye sahip kadını öldürmeseydi başka olabilirdi. Belki kendisi ölürdü ve tüm bunlarla o uğraşmak zorunda kalırdı. Nede olsa aynı güçlerle donanmışlardı. Ama o bu oyundan çabuk el çekmişti. Belki de kendi ölümünü bile görmüş ama buna bir şey yapmamıştı. Belki de zaten hayatı çok berbattı ve üstüne bunları yaşamak yerine ölmeyi seçmişti. Şimdi sadece 2 kişi vardı. Gerçekleri, olanları ve olacak olanları bilen. Özlem ve şu an adım adım onun üstüne gelmekte olan Efendi.
72
Hıçkırmaktan kendini alamıyordu Özlem ama gururlu bir ölümün artık yapması gereken tek şey olduğuna kanaat getirdi. Zorda olsa kendisini dizginledi. Gözyaşları akmaya devam etse de en azından bükük boynunu düzeltti. Efendi ona doğru gelirken kanatlarını açtı. O böyle gözükmekten hoşlanıyordu. Kendisini bu şekilde tabir ediyordu. Kanatları bir daha hiç sönmemek üzere cehennem alevleri ile tutuşmuş bir melek.
Devasa bir kartalın kanatları gibi açıldı kanatlar ve etrafına ateş parçaları ve kıvılcımlar sıçrattı. Kırmızının tonlarıyla şov yapan güneş bile sakındı ateşten kanatların aydınlığından ve sönükleşti. Sanki kanatlar gerçeği yırtıp cehennemin ateşini buraya getiriyordu. Çok dikkatli kulak kabartıldığında ateşlerin harıltısı arasından günahkâr ruhların geç kalmış tövbeleriyle süslü çığlıklar duyulabiliyordu. Özlem bir refleks ile başını yana çevirdi kendini ateşten sakınmak için ama sonra bundan da vazgeçti. Yüzüne gelen sıcak yakıcı rüzgarı da kabullendi.
Efendi durdu. “ Bak bana ” dedi. Özlem yüzüne baktı ve sonra inceledi onu. Hiçbir insanın olamayacağı kadar güzel görünüyordu adam. Çıplak ayaklarından biri parçalanmış bir cesedin göğüs kafesinin içinde, diğeri ise bir kolun üstünde duruyordu. Vücudu düzgün şekilli bir yapıda görünüyordu. Uzun siyah saçları kulaklarının arkasından geriye dökülmüştü. Yüzü oldukça yakışıklı, beyaz tenli bir erkek olarak görünüyordu. Gözlerinden ne kadar çok şey bildiği ve gördüğü okunuyordu. Görüntüsü en fazla 25 30 yaşlarında gösteriyordu ama bu adam gerçekten de insanların miladından çok çok daha öncesinde doğmuştu. Gözlerinden bilgelikle birlikte yaşlarda akıyordu. Ne alevler yanıyordu o an için göz bebeklerinde, ne kızgın lavlar dolanıyordu damarlarında. Bas baya üzgün, hayal kırıklığına uğramış, her şeyini kaybetmiş bir adam gibi görünüyordu. “ Gördün artık. Şimdi söyle bana. Anladın mı neden ölmeleri gerektiğini? ” dedi. Gören göz tüm hayatını görüp hissederken oda bir kez daha doğumundan bu gününe gelişini izlemişti. Genelde bunu yapmazdı. Acı çektiriyordu bu ve Efendi acı çekmekten çok çektirmeyi severdi.
Özlem cevap vermek istemiyordu. Efendi ise cevap bekliyordu. “ Söyle ” Özlem anlamıştı hem öyle bir anlamıştı ki kendisi bile ölmek istemişti. Hiçbir şekilde karşı çıkmak gibi bir düşüncesi yoktu. Sadece “ olsun, bitsin artık ” diyordu. “ N’olur olsun ve bitsin ”
Efendi cevap alamayınca sinirlendi. Gelecek cevabın ne olacağını biliyordu ve bunu duymak istiyordu. Özlem ise artık ona bakmak bile istemiyordu. Tekrar boynunu büktü ve yere baktı. Ayaklarının yerde yatan birine ait olan küçücük ellerin üstünde olduğunu gördü. Hemen bir adım ileri yürüdü ve gözlerini kapadı. Artık hiçbir şey görmek istemiyordu. Görmeyi kendisi seçmemişti. İstememişti. Hatta bundan nefret etmişti. Gördüğü her şeyi sanki kendi yaşıyormuş gibi görüyordu ve son gördüklerinden sonra genç benliğinin içinde ihtiyar bir ruhla kalmış gibiydi. Binlerce yıl yaşında bir ruh. İnsanı intihara sürükleyecek kadar büyük her bir hissin binlercesi ve binlercesi ile lanetlenmiş bir ruh.
Gözlerini açmak istemiyordu ama kapatmanınsa bir faydası olmadığını fark etti. İçinde bulunduğu tüm dünya karardığı, göz kapaklarının yumuşak karanlığı tüm ışıkları yuttuğu halde karanlığın bu gücüne bir çift kanat ve asi bir ruh karşı çıkıyordu. Kapalı gözleri ona Efendinin başka bir yüzünü gösterdi. Hayal gücü en yüksek çocukların bile yorgan altında titrerken hayal edemeyecekleri kadar korkunç bir yaratık gibiydi. Tarif edilmez bir ifrit. Özlem gözlerini açmak zorunda kaldı.
“ Söyle ”
Efendi duymak istiyordu ve istediğini her zaman alırdı. “ Anladın değil mi neden ölmeleri gerektiğini? ” Yere doğru eğildi ve elleri ile yerden bir şeyler söküp çıkardı. Tekrar doğrulduğunda sağ elinde bir insan kalbi, diğerinde ise bir zamanlar mutlu bir hayat yaşayan, en sevdiği şeylerden biri yemek, yemek olan birinin karnından koparılmış yağlı et parçası duruyordu. Ellerini yumruk yapıp sıkınca et parçaları parmaklarının arasından sündü. Kalbin içinden ise siyah toksin bir zehir gibi bir şey sızmaya başladı. Özlem o kadar gördüğü şeyden sonra bile bu sahneye rahatsız olmadan bakamıyordu ve bu ıstırabın söylemesini istediği şeyi söylemeden bitmeyeceğini fark etti. Dudakları arasından çıktığına kendisinin bile hayret ettiği şeyler söyledi.
“ Yaşadığın her şeyi, gördüğün her şeyi gördüm. Ama sen Azrail değilsin, DEĞİLSİN ”
Aslında Efendiyi onaylayıp her şeyin bitmesini istemişti ama yine de içinden doğan bir şey, bir güç bunu engelledi. Doğru bildiği şeyi söylemek zorundaydı.
“ Azrail ancak benim küçük kardeşim olabilir, anlamadın mı hala. Ben beşinci meleğim. Yaşayan kabusum. Ben o büyük iddianın lades kemiğiyim ”
Kibirle haykırdı. Sesi yerde yatan cesetleri bile oynattı yerinden. Kızıl şimşekler çaktı dünyasında.
“ Bunun gerçek olmadığını sende biliyor olmalısın. Sen ne Tanrı’sın ne melek. Melekler doğmazlar ”
73
Özlem artık her şeyi onun kadar biliyordu. Bunun farkında olduğu içinde kendisini ona boyun eğmekten men etti. Aslında yapmak istediği buydu. Ona hak verip, egosunu tatmin etmesini sağlayıp sonra da kaderini kabul etmek. Ama bunu bir türlü kendine yediremiyordu. Başka şeyler söylemeyi aklından geçirdiği halde iş konuşmaya gelince başka şeyler, tam tersi şeyler söylüyordu.
“ Bilgimi, zekamı ve gücümü aşağılıyorsun. Ben ne olmak istersem olurum. Ne yapmak istersem yaparım. Senden çok daha iyi biliyorum ki bir Tanrı var ve gururla beni izliyor. Gururla yaptıklarımı izliyor. Çok büyük bir teşekkürü hak ediyorum gören göz. Ama bunu sen bile göremiyorsun. Ne işe yarar gördüklerin, ne gördüğünü anlamadıktan sonra. Anlamsız rüyalar de geç buna da ”
Efendi konuştukça ve istediği onayı alamadıkça sinirleniyordu. Siniri ateşe verilip kömür olmuş binlerce insandan oluşan ceset dağlarını çalkalıyordu. Artık Özlem açık gözleri ile bile onun gerçek yüzünü görüyordu. Güzelliğe, güzele ait hiçbir nüansı içermeyen zalim, şeytani bir görünüş. Alev, alev yanan ruhu bedeninin içinden dışarı taşıyor gibiydi. Hızlı ve sinirli adımlarla Özlem’in üstüne yürümeye başladı. Özlem bu yaşadıklarının son olduğunu biliyordu. Büyük bir acı ile sarsılıp sonra bitmiş olmasının verdiği huzurla sonsuzluğa gitmek. Her nasıl olursa olsun. Bundan kaçmaya niyeti yoktu...
* * *
Adem arabayı almış ve sokağa, İlkay’ın evinin önüne kadar bir yerlere çarpmadan getirmeyi başarmıştı. Yolda az çok İlkay’ı ve Özlem’i anlatmıştı ona. Nasıl zor zamanlarında ona yardımcı olduklarını anlattı. Hatta bir keresinde o kadar kafayı çizmişti ki eve bile gitmek istememiş İlkay’larda kalmıştı. İlkay ve Özlem bir şekilde onu içinde bulunduğu dünya dan uzaklaştırabilen, başka bir şeyleri düşünmesini hatırlatan tek kişilerdi ve Aylin bunları öğrendikçe onlara sevgisi biraz daha arttı. Adem’in dışarıda sabahlamasından her zaman nefret etmişti. Adem hep “ kötüye bir şey olmaz ” diyerek Aylin’i avuturdu. Aylin dışarıda sabahlamak yerine Adem’i kafayı çizdiği zamanlarda dört duvar arasında kalmaya zorlayan bu insanlara bir sevgi beslemeye başladı.
Kısacık yolda bunlar konuşulmuştu ve şimdi hastaneye gidilmesi gerekiyordu. “ Belki de Özlem abla ayılmıştır ” diye umut etti Adem. Gerçekten çok müşkül durum olmadığı sürece dışarıda olmak hiçte güvenli görünmüyordu.
Arabanın kornasını kafasını direksiyona vurarak çalıyordu. Başındaki ağrıyı belki de böyle geçirebileceğine dair salakça bir düşünce içine girmişti. Kafasını mümkün olduğunca sert vuruyordu çünkü bu ağrı dinmeliydi. Dinmeliydi çünkü dinmedikçe başından aşağıya yürüyordu ve verdiği sıkıntı katlanılmaz bir hal alıyordu. Sırtındaki karıncalanma hissi onu durduğu yerde duramaz bir hale getirdi. Bir kez daha vurdu kafayı. Aylin “ yapma Adem ” dedi. “ Başının ağrısı böyle geçmez ”
Adem kafasını direksiyondan kaldırdı. “ Nasıl geçer? ” Aylin “ uyuyarak ” dedi. “ Hastaneden dönünce biraz uyursun hiçbir şeyin kalmaz, söz sana. Beni dinle ” dedi. Bunu söylerken kendisine ait çenesindeki ufak sızı hariç başka bir ağrı olmadığına şükrediyordu. Çünkü eğer başarabilirse bir daha asla ama asla uyumamayı düşünüyordu Adem’den farklı olmayarak. “ Sağ ol uyku mu? Ben almayayım ” dedi Adem. “ Uyanıp hepinizi doğramaya çalışmak gibi bir niyetim yok ” Gözlerini kapayıp başına arkaya, koltuğa dayadı. Canı çok yanıyordu...
İlkay korna sesi ile kendine geldi. Adem arabayı almış, kazasız belasız gelmeyi başarmış kornayı da 3 kez çalmıştı. 3. ve ısrarlı bir şekilde uzun çalan klakson İlkay’ı diriltti ve bağdaş kurarak çöktüğü yerden, salonun ortasında halının üstünden kaldırdı onu. Aklı bin bir düşünce ile bombardımana uğramış gibiydi. En beteri de başucunda yatmakta olan eşinin bir daha kalkmayacağına dair olan düşünceydi. Tırnakları kısa olduğu halde yumruğunu o kadar sıkıyordu ki etine batıyorlardı. Böyle bir şey olursa ne yapacağını düşünüyordu. Buna her kim neden olduysa, her ne sebeple bunu yaptıysa ya bunu fitil, fitil burnundan getirecekti ya da bu yolda ölecekti. Hatta eşi bir saniye sonra uyanmış olsa bile yine de buna neden olan kişiye aynı şeyleri yapacaktı. Bedeninin ve ruhunun beraberce çektiği acıları ona unutturup oyalayan tek şey bu düşünceydi. Dışarıda çılgın bir dünya vardı. Güneş yoktu. Doğmaya niyeti ise hiç yoktu. Nedensiz ve en kötüsü tarifsiz acılarla mahvoluyordu ve birileri bunun bedelini ödemeliydi.
Tekrar korna çalınca perdeyi araladı ve pencereden “ geliyoruz ” diye işaret yaptı. Özlem hala baygındı ve sanki o kadar derin uyuyordu ki bir daha uyanmayacakmış gibi hissetti İlkay onu uzandığı yerden kaldırırken. Bir kez daha yakından yüzüne baktı ve bir eliyle elini tuttu. “ Soğuk ” diye geçirdi içinden. Soğuyordu...
74
Canı öyle çok yanıyordu ki hareket etmek, adım atmak bile ıstıraba dönüşmüştü artık. Kapıyı açarken anahtarı çeviren parmakları bile fazlasıyla acımıştı çok az bir ekstra güç harcadı diye. Zorla dış kapıyı açtı ve kollarında baygın eşi ile apartmanın girişinde belirdi. Gözleri ışık arıyordu. Biraz olsun ışık gerçekten çok iyi gidebilirdi. Yıldızsız, aysız, uğursuz bir geceye dönmüştü hayatları. Dünya’nın tüm nimetleri haram olmuştu. Eşini arabada arka koltuğa uzanmış bir halde yerleştirip ayaklarının ucuna oturduktan sonra yolda hep bunu düşündü. Bir şekilde çok kötü şeyleri düşünmemek için kendini kısmen daha az kötü olaylarla, düşüncelerle avutmaya çalışıyordu. İçtiği bir bardak su bile cehennem işkencesi olarak bilinen bir işkence gibi gelmişti. Hala ağzında o berbat tat vardı ve ne kadar tükürürse tükürsün geçmemişti. Soluduğu hava nerde olursa olsun pis geliyordu. Bedeni tarifi imkansız acılar içinde zonkluyor, ruh hali ise alarm veriyordu.
“ Özlem abla nasıl, bir gelişme olmadı mı? ” diye sordu Aylin lafı Adem’in ağzından alarak. İlkay gözlerini eşinin yüzünden ayırmadan ” hayır, aynı ” dedi. “ Bir problem olmadı ya yolda? ” Adem poşetindeki kan gölü içinde duran kafatasını gösteren adamı ve amaçsız deliler gibi dolanan tipleri anlattı. “ Ne oluyor ya, ne oluyor bu insanlara? ” İlkay gerçekte yüksek sesle bağırmıştı. Aylin gerçektende Adem’in anlattığı gibi güçlü birisi olduğunu hissetti İlkay’ın. İlkay şu an bir insanın olabileceği en tehlikeli hallerden birinin içindeydi.
Adem arabayı çok yavaş sürüyordu. En son araba kullanalı en azından 5 sene olmuş olmalıydı. O zaman neredeyse bir kediyi ezeceği için bir daha ehliyet almadan araba kullanmaya çalışmayacağına yemin etmişti ama yeminini bozmak zorunda kalmıştı. Aslında araba kullanması gerçekten tehlikeliydi. Birkaç tinerciyi çiğneyeli daha uzun zaman olmamıştı. ama araba kullanmayı bilen tek kişi olarak bunu yapmak zorundaydı. Dışarıdaki ortam acemi bir şoförün arabasında olmanın tehlikesinden çok daha fazlaydı.
Aylin arabanın camından dışarıyı seyrediyordu. Neredeyse dışarıda her metre karede bir şeyler oluyordu. Şehir sabah mahmurluğunu üstünden atıp yaşamaya başladıkça, hareketlendikçe kötü şeylerde olmaya başlıyordu. Uyanan insanlar gerçekleştirmek için can attıkları kanlı kabuslar görüp uyanan insanların dehşeti ile ağlıyordu. Bir kadın gördü yerde oturmakta olan. Hemen yanlarından geçip fazlaca onları seyretmek zorunda kalmadığına müteşekkir kalmıştı Aylin. Kadının kucağında bir şey vardı. Kıpkırmızı ıslak bir şey. Kadın ağlıyordu. Aylin o kırmızı şeyin ne olduğu hakkında en ufak bir tahmin bile yürütmek istemedi. Kadının canhıraş çığlıklarını kesin olarak ölene kadar unutmayacaktı. Sonra caddenin ortasında bir zombi gibi yürüyen bir adam gördü. Adem ona çarpmamak için yolun kenarına kırmış ve arabada Aylin olmasaydı edeceği okkalı bir küfür ağzına gelmişti. Adamın kafası patlamış akan kanlar beyaz gömleğini kızıla boyamıştı. “ Kim bilir başına ne geldi ” diye düşündü Aylin. Adam arabadakilerin fark etmediği üzere a4 araba arkadan gelen kamyonetin altında kalmış, zaten yarılan kafası bu sefer ciddi şekilde patlamıştı. Arkadan gelen arabalarda ani fren yapıp kamyonete çarpmamak için zar zor durmuşlardı. Adem, İlkay ve Aylin sadece bir fren sesi duydular belli belirsiz bu olayla ilgili o kadar.
Özlem ağır baygınlık hali içinde bir kez “ İlkay ” dedi. Sesi o kadar kısık çıkmıştı ki gözlerini bir an olsun ondan ayırmadan bakan İlkay sadece dudaklarının zorla hareket ettiğini gördü. İçine dolan ani sevinç bile acısını bir an olsun dindirmemişti. Uyanacağını sandı. “ Özlem, uyan hadi Özlem ” Özlem gözlerini açmıyordu. İlkay yüzünü tuttu. Elleri buz gibi olduğu halde şimdi yüzü ateş gibi yanıyordu. Hiç iyiye işaret değildi bu. Bir daha seslendi. “ Özlem ” Eşi gözlerini açmıyordu hatta ayılmamıştı bile. Sanki adını sayıklamıştı eşinin. Ama böyle olmadığı ikinci sözüyle ortaya çıktı. “ Ölmek istiyorum ” Bu sefer salak bir kazaya mahal vermemek için pür dikkat araba kullanan Adem bile duydu ve bir an için kafasını arkaya çevirdi. Özlem’in uyanması gerçekten iyi bir haber olurdu. Sonra tekrar gözlerini yola çevirdi. Bu kadar şeyin ortasında bir araba kazası ile ölmek çok ironik olurdu.
İlkay eşinin elini sıktı. Anlamıştı. Ayılmıyordu. Berbat bir rüyanın belki de karabasanın içindeydi ve bilincini bile geri getiremiyordu. Çok zor bir durumdaydı belki büyük bir acı çekiyordu, hayatta kalmak için efor sarf ediyordu belki. Bundan kurtulmak istiyordu belki. Ama İlkay kendi çektiği acıyı düşündü. Mızmızlandığına öfkelendi. Eşine olanlara öfkelendi. Elini iyice sıktı. “ Ne ölmesi gebertirim seni, kalk ”
Özlem bir daha konuşmadı. Ama nefes alıp veriyordu. Belki de eşinden onu azat etmesini istemişti ama onay gelmeyince uğraşına geri döndü. “ Hızlı ” diye bağırdı İlkay. İçinden aynı şeyi sayıklıyordu. “ Dayanamam ”
Özlem’in sesinin duyulmasından yaklaşık bir dakika sonra hastanenin içine girmeyi başardılar kazasız belasız. Adem acile giden yola araba ile nasıl gireceğini düşündü bir an durup. Sonra yolu buldu ve ilerlemeye başladı. İlerledikçe kalabalık artıyordu. Acilin olduğu sapağın köşesine döner dönmez ise artık araba ile ilerlenemeyecek bir hal olduğunu gördüler. İnsanlar acilin önüne yığılmıştı. Acil yardımın kapıları ise kapalıydı. “ Hadi buyur ” dedi Adem.
İlkay hiç durup düşünmeden arabadan indi. Sonra içeri uzanıp baygın eşini kaldırdı ve kollarında taşıyarak yürümeye başladı. Adem hemen arabadan dışarı çıktı. Aylin’de indi yavaşça. Aslında arabada beklemek istemişti ama tek başına kalmakta pek akla yatkın değildi. Aynı rüyayı gördüğü bu 3 insan ile birlikte olması gerektiğini düşündü. Her şey olup bitene kadar...
Adem İlkay’ın hemen ardından yürüyordu. Aslında böyle hareket etmeden önce biraz konuşmak gerek diye düşünüyordu. İçeride ne olduğunu bilemezlerdi. Çıldırmış hastalar üstlerine saldırabilirdi. Ama İlkay adımlarında hiçbir ağırlık olmadan bilakis gitgide hızlanan adımlarla kalabalığa doğru yürümeye başladı. “ Abi dikkat etmemiz lazım. Durumu hatırla. Çok dikkat etmemiz lazım ” Adem İlkay’ın tereddütsüz adımlarından yapması gerekeni anladı. Bu kadar çok başı ağrımıyor olsaydı belki daha hızlı düşünebilirdi. Koşar adımlarla İlkay’ı geçti ve gerçek bir görgüsüz gibi yolu temizlemeye başladı. Kapının açılması için bağıran bir adamı tuttuğu gibi kenara savurdu. Yaşlı bir kadın Türkçe olmayan bir dilde acıklı bir şarkı söyleyerek kıvranıyordu. Adem kadını sağa doğru itekledi. Kollarını ileriye uzatıp iki yana açıyor o arada kimin ne ağrısı var kim neden orda bekliyor dinlemeden itiyordu insanları. Aylin birkaç adım geriden takip ediyordu ve Adem’in açtığı aralık tam kapanacakken sıvışıyordu insanların arasından. Adem yolu açıp ilerledikçe arkadan küfürler yağmaya başladı. “ Biz iki saattir buradayız ” dedi bir kadın. Kafası çatlamıştı. Biraz önce Adem onu kenara silkeleyince iyicene canı yanmıştı. Yanındaki soğan erkeği kocasıda “ karım az bile söylüyor, iki buçuk ” dedi. İlkay yanlarından geçerken öyle bir bakış attı ki adama; adam karısının eteğinin altına saklanmak istedi. Kadınsa yüzünü bir domuzunkine benzetene kadar büzdü.
75
İtiş kakışın ardından en sonunda iki kanatlı kapının önünde kapıyı savunurmuş gibi duran adam fırsatını bulunca Adem’in suratına patlattı yumruğunu. Gözleri karardı ve yere düştü. Arkada kalan kalabalıktan kutlama sesleri geldi. Kollarında eşini taşıyan ve bu yüzden meşhur yumruklarından birini sallayamayacağı için üzgün olan İlkay adamın göğsüne ayağın tabanıyla okkalı bir tekme vurdu. Adam kanatlı kapıyı iki yana ayırarak içeriye uçtu. İlkay arkasını döndü ve Adem’in ayağa kalkmasını bekledi. O arada Aylin yetişti ve Adem’i yerden kaldırdı. “ İyi misin? ”
Adem patlayan kaşını tutarak ayağa kalktı. “ Pek değil prenses ” Yalpalayarak yürüdü ve oda içeri girdi. Aylin’de içeri girince içeriye doğru hareketlenmeye çalışan kalabalığa döndü. “ Sıranızı bekleyin lan ”
Normalde başka insanların hayatlarına ve haklarına maksimum saygı göstermeyi savunan bu insanlar artık yaşadıkları sinir harbinden, çektikleri acıdan, nazlanan güneşin yaşamasına izin verdiği geceden olsa gerek hak ve hukuku bir yana bırakmış kendi canlarıyla uğraşır olmuşlardı. Hem mantığın dili olsaydı “ buradaki insanlar arasında en çok yaşaması gereken Özlem’dir ” derdi
İlkay normalde Adem’e bir şey olup olmadığıyla ilgilenir ve yumruğu atan adamıda fena halde benzetirdi. Ama buna vakit yoktu. Tekmeyi yiyen adam zaten belasını bulmuştu. Hem zorla nefes alıp veriyordu hem de yere düştüğünde kafasını zemine çarpmış ve delmişti. Zaten acile geliş sebebide gözlerini karartırcasına ağrıyan başıydı. Birkaç nefes alışverişten sonra bayıldı.
İçeriside kalabalıktı. Bir tarafta sedyede baygın bir kadın inliyordu. Belli ki durumu daha acil birinin işinin görülmesini bekliyordu. Adamın biri kapının birkaç metre gerisinde duvara kusmuş, yeşil kusmuğunun üstüne sızmıştı. Büyük bir ihtimalle zehirlenmişti. Ama ne Adem nede İlkay soludukları havada o kusmuğun berbat kokusunu almıyordu. Aslında onların burnunda o kusmuğun kokusunu aratacak berbatlıkta bir koku vardı. Adem’i de yediği yumruk kendine getirmiş iyice ayılmasına neden olmuştu. Adem aslında sırf buna neden olduğu için o adamı birkaç kez tekmelemek istemişti çünkü ayıldıkça acısı artıyordu. Artık sadece başı ağrımıyordu. Aynı İlkay gibi lanetlenmişti. Sanki kanı bir yılan zehiri ile yer değiştirmişti ve gezdiği her yeri acıtıp cayır, cayır yaka yaka çürütüyordu. Yani tüm vücudu, her bir noktası, her bir zerresi kavruluyordu. Biraz su içse daha iyi olabileceğini düşünüyordu ama bunun peşine düşecek zaman değildi.
Müdahalelerin yapıldığı kapalıydı. Kapının önünde ağzı burnu patlamış insanlar, acıdan yere çöken tipler, kucağındaki ölü kızının hala yaşadığını zanneden zavallı deli bir kadın vardı. Yerde de bir çocuk yatıyordu ama yakınında anne veya babası yoktu. Çocuğun her tarafı yara bere ve sigara yanığıydı. Ağlamış gözyaşları sümüğüne karışmıştı. Artık gözyaşları tükenmiş sadece hıçkırıyordu uzandığı yerde. Korkunç manzara inceledikçe içini ezdi Aylin’in. O İlkay ya da Adem gibi acılarla kıvranmıyordu. Soluduğu havada Efendinin lanetinin çürük, pis kokusu değil duvara yeşil yeşil kusan adamın kusmuğunun pis kokusu vardı sadece normal olarak. Ama bu bile midesini bulandırmaya yetiyordu. Birde gördüğü manzaraları düşününce iyice içi gıcıklanıyordu.
İlkay kapıyı çaldı ve aralayarak içeri bakmak istedi. Ama kapının önünde biri duruyordu. Büyük ihtimalle dışarıdaki insanlar kapıya yüklenip içeriye saldırmasın diye bekliyordu. Kapının önündeki kişi aralanmak istenen kapıyı hemen geri itti ve “ sıranızı bekleyin ” diye bağırdı. Gerçekten çok sinirliydi. Belli ki çok zor şartlar altında işlerini yapmaya çalışıyorlardı. Ademin bakışları onlara gözlerini dikmiş kötü kötü bakmakta olan yaşlı bir kadınla kesişti. Kadın oturduğu yerden bastonuna tutunmuş kafasını yana çevirmiş fısıldayarak bir şeyler konuşan biriydi. Zümrüt yeşili bir entarinin altında kaybolmuş kadar sıska çirkin bir kadındı. Adem gözlerini dikip bakınca gözlerini çevirdi ama buruşuk suratında şekilsiz bir yırtık gibi duran ağzı hala kıpırdıyordu. Adem bundan hiç hoşlanmadı. İlkay Özlem’e bakıyordu. “ Umarım geç kalmıyoruzdur. Dayan, lütfen dayan. Dayanamam... “
Nihayet kapı aralandı ve yüzü gözü kan içinde bir doktor kafasını aralıktan uzatarak sıradaki dedi. Kapının önünde bekleyen güruh birden kapıya çullanmak istedi ama İlkay iri bedeni ile araya girdi. “ Bizim durumumuz çok acil, pardon ” diyerek içeri daldı. Homurdanmalar ve küfürleşmeler ile ilgilenmesi gereken Adem’di. “ Susun lan ” diye bağırdı. Yaptıklarının zorbalık olduğunun pekala farkındalardı ama başka ne yapabilirlerdi ki...
76
Aylin aynı durumda kendisi olsaydı Adem’in yine böyle davranacağını düşündüğü için bu olanlara, hak yemeye ve zorbalığa kızamıyordu. Ayrıca Özlem gerçekten çok önemliydi. Aylin bunu da biliyordu. Kapı İlkay ve eşinin ardından hemen kapanınca Adem kapıya yüklendi. Hangi arada derede geçtiyse o adam yine kapının önüne geçmişti. “ Tek tek alıyoruz arkadaşım sıranı bekle ” dedi. Adem ” biz beraberiz, girmem lazım ” dedi. Aylin’de kapıya doğru yaklaştı. Artık diğer bekleyenlerin canına tak etmeye başlamıştı. Kusmuğunun içinde yatan adam bile ayaklandı ve yaklaştığı herkes kenara çekilince Adem’in yanına kadar geldi. “ Ben girecem ” Adem yüzünü ekşitti. Herif iğrenç görünüyordu. Ellerini pek üstüne sürmek istemeden omuzlarından tuttu ve ileri savurdu. “ Hadi lan ayyaş ” Adam geri sendeledi ve düştü. Biraz safra daha kustu yattığı yerde ve ona bakan herkes tekrar kafasını kapıya çevirdi.
Adem tekrar kapıya yüklendi ve “ çekilsene lan, beraberiz dedim ya ” diye bağırdı. İçeriden ” ulan adım atmaya yer yok, işin yoksa dışarıda bekle ” diye bağırdı. O esnada İlkay içeri girmişti. Sedyeler boştu. Geniş acil servis odasının büyük kısmı perdelerle ikiye ayrılmıştı. Kapı kapanır kapanmaz perdelerden biri aralandı. Bir hemşire belirdi. Üstü başı kan içindeydi. Arkasında doktor sedyede yatmakta olan adama bir şey yapıyordu. İlkay iyice baktığında ne olduğunu anladı ama tam “ Adem ” diye bağırdığında kafasına yediği darbe ile yere yığıldı. Düşerken son anda eşinin yere yumuşak iniş yapmasını sağlayabilecek kadar bilincini açık tutabildi. Yerden kalkmak istedi ama bu sefer ensesinin yanına inen darbe ile direk olarak bayıldı. Artık karı koca yerde baygın yatıyordu.
Adem kapının ötesinde tam içeriye girmek için kapıyı zorlarken İlkay’ın “ Adem ” deyişini duydu. Bu çağrıdan “ bırak insanları meşgul etmeyi ” gibisinden bir şey anladı. Galiba gerçektende içeride adım atacak yer yoktu ve olağandışı bir şey olmadığı için İlkay gereksiz aksiyon olmasını istemediği için Adem’i durdurmuştu. Bunları düşünürken çektiği ıstırabı bir kez daha fark etti çünkü artık acısı iyice artmıştı. Kaşı patladığından beri kan yüzünden akıyordu ve kendi ile ilgilenecek zaman yoktu. Ama bu “ Adem ” seslenişinin ardından duvara sırtını verip yere çöktü. Aylin’de karşısına geçti bunun üzerine. Biraz olsun dinlenebilirdi artık.
Bu arada içeride 3 doktor İlkay’ı, 2 doktorda Özlem’i birer sedyeye yatırdılar. Yaşlı doktor ” durumları çok kötü ” dedi. “ Ameliyata alın. “ Hemşire içindeki tüm kesici aletleri kanla dolu bir ameliyat ekipman havuzu getirdi. Bisturinin üstünde beyaz deri parçaları yapışmıştı.
Aylin cebinden bir mendil çıkardı ve Adem’in kaşına bastırdı. Zaten her tarafı dökülen Adem mendil derinin altından dışarı çıkan ete selpak yapışınca hepten delilendi. Bir acı yürüdü beyninin derinliklerine. Yerinde duramayıp ayağa kalktı. İlkay’ın güvenlikle ilgili sözleri aklına geldi. Hem madem bir şey diyecekti neden sadece ” Adem ” diyerek anlamsız bir imada bulunmuştu ki? Hiç huyu değildi bu tarz konuşmak ya da hareket etmek. İçine doğan rahatsızlık yerini garip bir tedirginliğe bıraktı. Hatta geri çekilip birkaç saniye kaybettiğine bile sinirlendi ve paranoyakça kapının önüne yığılan diğer insanları cansız eşyalar gibi savurdu tekrar. Aylin ne olduğunu anlamamıştı. Acıyla saçmaladığını düşündü. Adem kapıyı zorladı tekrar. “ Aç lan içeri giricem ”
Adam içeriden ” ulan her ne için geldiysen, hastalığın her ne ise sana bakmıycaz ” diye bağırdı küstahça. Adem iyice delirdi bu lafın üstüne. Kapıyı tekmelemeye başladı. İçeride elinde kanlı bir kemik testeresi tutan kadın doktor “ ama bu şartlar altında işimizi nasıl yapıcaz ki? ” diye hayıflandı. Başka bir doktor elinde tuttuğu kol üstünde bir damar arıyordu. İlkay baygın yatıyordu ve kafasından sızan kan sedyenin yastığında yürümeye başlamıştı. Doktor kolun üstünü iyice tokatladı ve bir damar kendini belli etti nihayet. Diğer elinde tuttuğu şırıngayı damara saplamak üzereydi. Şırınganın içinde ise sadece hava vardı.
Adem “ çık kapının önünden içeri girersem kafanı patlatıcam. İlkay abiii, ses veeer ” diye bağırdı. Adam “ İlkay abin çok hasta. Ama iyi edicez. Bırak işimizi yapalım ” diye kikirdedi. Adem artık besbelli pis bir şeylerin döndüğünü anladı. Cebinden bıçağı çıkartıp açtı. Kapının önünde bekleyenler iyice geri çekildi. Bu manyaklığın içinden bir kor üstlerine gelsin istemiyorlardı. Zaten sabahtan beri başlarına olmadık şeyler gelmişti. İçeride doktor şırıngayı damara sapladı ve arkasına baktı. “ Tamam mıyız? ”
Adem bıçağı kapına var gücüyle sapladı. Bıçak ince tahta kapıyı kolayca aşıp kapının önünde duran adamın kürek kemiğinin tam ortasına saplandı. Adam kadınlar gibi bir çığlık atarak kapının önünden çekildi. İri yarı biriydi ve sert görünüyordu ama pek kalıbının adamı değildi. Kendini yere bıraktı ve elini sırtına götürdü. Kanı görünce de bilincini yitirdi. Adem kapıyı açarken kapının kanadı yerde yatan adamın kafasını dürttü. İçeriye baktığında manzara karşısında küçük dilini yutacak gibi oldu. Kapıdan bıçağını çıkarttı ve elinde şırınga tutan genç doktora fırlattı. Bıçağın keskin yeri değil ama sırtı adamın kafasına çarptı ve adam geri savruldu. Damardan içeri hava basmayı becerememişti.
Aylin içeri girdi hızlı adımlarla. Bireyler yapması gerektiğini düşünüyordu. İçeride 3 erkek doktor, bir kadın doktor, şişko bir hemşire ve birde yerde yatan hasta bakıcı vardı. Hasta bakıcının üstünden yürüdü ve oda havuzdan bir bisturi aldı eline ve ileri tutarak yaklaşana saplayacağını ima eder bir bakışla Adem’e doğru yürümeye başladı. Adem bıçağı fırlattıktan sonra hızla koşarak İlkay’ın yanına vardı birkaç adımla ve koluna saplı şırıngayı çekti. Bu aradan Özlem’in başında kemik testeresi ile bekleyen kadın Doktor Adem’e doğru testereyi salladı. Adem yana doğru savurarak kendini kurtuldu testereden. Kadın boş bulunup yere düştü. Adem kafasına bir tekme attı. Artık tüm hasımları önünde kalmış duvara doğru sıkışmıştı, İlkay, Aylin ve yerde yatan yaralı hasta bakıcı ise gerisinde kalmıştı. “ Aylin ” diye bağırdı. “ İlkay abiyi uyandır ”
77
Aylin bir elinde keskin bisturi ile İlkay’ı dürtelemeye başladı. Bu arada Adem yerden bıçağını aldı ve deli, sapık doktorlara doğru yöneltti. Aralarında en yaşlı olanı ” kendi hastana kötülük yapıyorsun, biz onu iyileştirmeye çalışıyoruz ” dedi. Doktorlardan biri üstüne saldıracak oldu ama bıçağı ona doğru savurunca Adem geri duvara yapıştı. Aylin İlkay’ı sarsa sarsa uyandırmaya çalışıyordu. Nihayet İlkay gözlerini açtı. Çok ağır hareket ediyordu. Kafasının üstünde binlerce kilo yük taşıyormuş gibi boynu büküktü. Sedye üstünde zorla doğruldu oturduğu yerde. Zaman ağır çekimde gibi geçmek istemiyordu sanki. Gözleri ortalıkta olup biteni yavaş yavaş algılamaya başladı. Önce Aylin’i gördü. Onu uyandırmayı başardığı için birazda olsa sevinmişti. Adem bu kadar kişi ile başa çıkamazdı.
Sonra Adem’i gördü. Elinde bıçakla doktorları duvara yapıştırmış orda tutmaya çalışıyordu. Lanet olasıcalar hasta hasta gülüyordu. Onlardan gözünü ayırmadan kafasını arkaya çevirdi. “ İlkay abi yardım eet ” Doktorlar perdeyle böldükleri kısımda içeri aldıkları herkesi ameliyat etmişti. Hepsine aynı ameliyat.
İlkay birden “ Özlem ” diye geçirdi içinden. Anımsadı. Hemen önündeki sedyede o uzanıyordu ve ilk bakışta hala nefes alıp verdiğini görünce sevindi. Kötü bir şey yoktu.
Adem bir yandan doktorları hareketsiz tutmaya çalışırken bir yandan da kusmamaya çalışıyordu. “ Aşağılıklar ” diye bağırdı. “ Şerefsizler ”
Aylin Adem’in yanına yürüdü. Elindeki bisturiyi oda ileri doğru tutuyordu ve gerçekten biri saldıracak olursa en ufak bir tereddüt geçirmeden saplayabilirdi. Doktorların sağ tarafına baktı. Tam acil müdahale odasının sağ kanadına birçok kafa yığmışlardı. Belli ki içeri giren dışarı çıkamamıştı. İyileşmek, şifa bulmak yerine Hakkın rahmetine kavuşmuşlardı. Ama çok acı bir şekilde. Herkesin, içeri aldıkları herkesin kafasını kesip odanın köşesine yığmışlardı. Sol köşede ise kafası kopuk bedenler üst üste yığılmıştı. Kadınlar, gençler, yaşlılar hatta çocuklar. Bunlar cerrahtı ve hiç tereddüt yaşamaksızın yapmışlardı bunu. Aylin “ bu ne biçim bir delilik ya ” diye tısladı. Karşısında pişkin pişkin duran tiplere tiksinti ile baktı. Gözü karardı. Düşmemek için elini tutunacak bir yer aramak üzere köşesinde duran masaya uzattı. Eli üstü bir bez ile kapatılmış geniş bir metal havuza girdi. Dokunduğu şeyin verdiği hissi anlayınca iyice dengesini yitirdi ve büyük çanağıda devirerek yere düştü. Geniş çanak biçimindeki havuzun içindeki kesilmiş yüzlerce el ve ayak parmağı üstüne döküldü içlerinden sızan kan ile birlikte. Üstünde yürüyen canlı böcekler varmış gibi savurdu onları ve yerden hemen doğrulmaya kalktı. Üstü başı kan olmuştu. Adem bu bir an içinde olan biteni görmek için kafasını çevirince kadın doktor üstüne doğru savurdu kendini. Tam Adem bir elini uzatıp Aylin’i yerden kaldıracakken insanüstü bir hızla üstüne uçan kadının köpek dişlerini boynu ile omzu arasında hissetti. Kadın kuduz bir köpek gibi saldırdı ve dişleri tam Adem’in etine batacakken birden tüm gücü çekildi sanki ve tek bacağı üstünde sendeleyip yere yığıldı. Aylin yerden doğrulmadan elindeki bisturi ile kadının hemen topuğunun üstünden bileğini yarmıştı.
Bu arada yaşlı doktor eline bir makas alıp sinirden köpüren ağzıyla “ geber ” diye bağırarak saldırdı ama onu da baygın yattığı yerden kalkan İlkay durdurdu. Makası tutan elini bir pençe gibi yakaladı ve dizine vurarak ortadan ikiye kırdı kolu. Adam ciyaklayarak kendini duvara savurdu. “ Delirmiş bunlar ” diye bağırdı İlkay. Aylin doğruldu. Bileğini kestiği kadına tiksinerek baktı. Kadında ona can düşmanıymış gibi bakıyor bir yandan da ağlıyordu. Ayağından sızan kan kesik kafalardan yürüyen kanla birleşmeye başladı. Manzara berbattı. Adem ” abi gebertelim bunları, müstahaktır ” diye bağırdı. İlkay’ın da yapmak istediği buydu. Aylin’de bu vahşeti yapan, gelen herkesi kesen bu doktor müsveddelerini gebertmek istiyordu.
O hengamede Özlem’in sesi duyuldu. “ İlkay... “
* * * Efendi Özlem’in üstüne yürüdü. Özlem gözlerini kapadı. Artık kapasada kapamasa da onun en çirkin halini görüyordu zaten. Artık kendini ölüme hazırlıyordu. Aynı ying yang de olduğu gibi Özlem in ölüme dair inançlarında, o bembeyaz ahiret inançlarının tam ortasında bunların masaldan ibaret olduğuna dair bir iddiayı savunan, ‘‘ölünce yok olup gideceksin seni solucan yemi ‘‘diyen bir siyah nokta vardı. Ölünce yok olacağına dair şüphelerinin tam ortasında ise Tanrı ya olan güveni ve inancı vardı. Efendi boğazını sıkıp onu havaya kaldırdığında gözlerinin tam içine bakarken bunu düşündü. Ying ve yang in bitmeyen mücadelesi içindeki bozulmaz uyumu. O uyumun içindeki bitmeyen mücadele. İkisine de eyvallah ı vardı aslında tam da o an, yani yok olup gitmeye bile razıydı eğer her şey bir masalsa. Normalde bu düşünceden korkar, tam olarak idrak edemez ve en nihayetinde de saklar gömerdi bilinçaltının mahzenlerine. Ama şimdi ölümün kapıyı çaldığını anladığı tam bu anda tüm o bastırılmış korkuları, şüpheleri ayyuka çıkmıştı ve Özlem bunları tümüyle barıştı. Tek istediği ölmekti. Dayanacak hiçbir gücü, dayanması için de hiçbir motivasyonu kalmamıştı. Efendi tüketmişti onu. Şimdi de son nefesini tüketiyordu işte.
78
Efendi biraz daha sıktı elini, Özlem in mavi gözlerindeki ışığı izliyordu, solup gitmeye başlayan ışığı. Gözlerin beyazı ise kırmızıya dönüyordu maruz kaldığı baskıdan. Genç kadına doğru yüzünü yaklaştırdı ve kulağını dudaklarına doğru getirdi.
‘‘ruhun öldü, sıra bedeninde… Şimdi yıkıl karşımdan… ’‘
Özlem i birkaç adım ötesine doğru bir çöp gibi fırlatıp attı. Kadın hayretle Efendi ye baktı, ‘‘neden? Artık ne seni, ne dünden beri gördüklerimi görmek istemiyorum, bitir ’’dedi.
Efendi ardına dönüp bakmadı bile, tahtına doğru yürüdü, düşünceliydi. Kim olsa bastığı yerde neye bastığına dikkat eder rahatsız olur basamazdı bu açık hava ceset mezarlığında, ama o hariç. Özlem yerde sürünmeye başladı, Efendinin ayağına yapıştı, ‘‘öldür, lütfen öldür artık ’‘
Efendi ardına döndü ve Özlem e doğru eğildi, genç kadını acır duygularla saçlarından sevip yüzüne doğru çirkin bir sesle haykırdı, bu haykırış kötü ruh kovan kilise rahiplerinin o ettiği duaların etkileyici ve son kelimesi gibi çıkmıştı,
‘‘uyan ’‘
16: ÇAĞ YANGINI
Özlem gözlerini açtığında gerçek dünyaya mı yoksa başka bir kabusa mı uyandığını idrak edemedi bir süre. Gözleri küçülmüş, altları torbalanmış ve akı kızıla çalmıştı. Başındaki ağrı kulaklarında zonkluyordu. Buraya nasıl geldiği hakkında hiçbir fikri yoktu, eşinin neden doktorun birinin üstüne oturmuş kafasını yere vurup durduğundan da bihaberdi. Tek kelime edebildi.
İlkay…
İlkay tüm o keşmekeşin içinde eşinin sesini duydu ‘‘Allah bana yokluğunu hissettirmesin ‘‘derdi her zaman. Bu bensiz ölmenden korkuyorum demek, bu beni bırakmanı kaldıramam demek, bu pek çok şey demekti ve İlkay Özlem uyurken bir yandan içinde bu korku ile mücadele vermişti. Adını duyduğuna bu kadar sevindiği hiç olmamıştı. Saçlarından tutup yere çaldığı adamın kafasını yere bıraktı öylece ve yanına gitti. Elinden tutu ve vücudunda dolaşan tüm o acı bile yerini bir rahatlığa bıraktı. Eşini alnından öptü ve ‘‘iyi misin? ‘‘diye sordu, cevabı belliydi aslında değildi ama sordu yine de.
‘‘Evimize gidelim n’olur ’’Dedi Özlem, kendini güvende hissetmek istiyordu ve içinde bulunduğu ortam buna hiç mi hiç uygun değildi. Olan bitenin farkına varan Adem ve Aylin’de etrafındaki çılgın insanlara sırt dönmek istemezcesine artarda kaldılar ve Özlem’in yanına gittiler. Yaklaşıp üstlerine saldıracak gibi olanı tekmeleyerek ve kalabalığı yararak arabaya kaçmaya çalışıyorlardı. Aylin giderken ‘‘canını seven kaçsın ‘‘diye bağırdı. Orda bekleyen insanlar için yapabilecekleri başka hiçbir şey yoktu zira.
Arkalarından birkaç kişi kovalamaya başladı, ‘‘durum nereye gidiyorsunuz? daha tedavi olmadınız bekleyin ‘‘diye gülerek kovalıyordu. Aradaki mesafe kapanacak gibi olunca grubu yavaşlatan Özlem’i İlkay sadece bir anda tuttuğu gibi kucakladı ve hızında hiçbir şey değişmeksizin koşmaya devam etti. Adem grupla beraber kaçıyordu ama aslında biraz daha hızlanabilirdi ve arabaya yaklaşınca da böyle yapmaya karar verdi. Aylin önce anlamadı ama daha sonra arabayı görünce o da anladı ve arabanın ön koltuğuna doğru seğirtti. İlkay Özlem’i kucağından indirdi ve hemen atladılar arabaya. Bu arada kovalayan delirmiş haldeki doktorlar yetişmek üzereydi. Herkes binip tüm kapılar kapandığında doktorlar kapıyı camları yumruklamaya başladı. Adem arabayı çalıştırdığı esnada birisi camı kırmayı başararak kolunu içeriye soktu ve Adem’in boğazını sıkmaya başladı. İnsan üstü bir kuvvetle sıkıyordu ve bir an neredeyse bayılacak gibi oldu ama kendini ayık tutmayı başardı ve geri vitese takıp son sürat gaza bastı. Adamın kolu kırık camdan savrulup içeriye büyük bir dilim et parçası sıyırıp attı ve bu Adem’in kucağına düştü. Tiksinerek bacaklarını silkeledi Adem ve yere düşürdü parçayı. Onun oradaki varlığını unutmak istercesine yola devam etti.
79
Arka koltukta İlkay biraz önce işlemek zorunda kaldığı cinayetlerin ağırlığını aklının bir köşesine ertelemiş, tamamen eşine odaklanmıştı. Özlem ise rüyasında gördüklerinin rüya olmadığına, gerçeğin bildikleri ya da varlığını kabul ettiklerinden daha farklı bir versiyonu olduğuna dair bir iç tartışma yaşıyordu. Kısa sürede çok fazla şeye şahit olmuş çok fazla bilgiye erişmişti. Efendi’nin kim olduğu, yaptıklarını neden yaptığı, amacı, yanlarındaki bu kızın onun için ne önem atfettiği gibi detayların tamamına hakim olmuş hepsini ‘‘görmüştü ’’Bu gördüklerini ne zaman ve ne kadarını anlatması gerektiği konusu ise bambaşka bir iç hesaplaşma konusu olacaktı.
Arabadaki sessizliği bozan Aylin oldu ‘‘Bu yaşadıklarımız sadece burada yaşanıyor olabilir mi? ‘‘Adem duymazdan geldi, hiçbir şey üzerine düşünecek ve kafa yoracak hali yoktu. Çılgınlık gittikleri her yeri sarpa sarmıştı ve ne yapacağını bilmez halde sadece arabayı kullanıyordu. Düşüncelerinden sıyrılmak, kendi düşüncelerinin ve geçmişindeki sıkıntıların acısıyla yüzleşmemek adına türlü formüller, kendine has yöntemler geliştirmiş olan Adem bunları şu an akıl edemez durumda olduğu halde yine de düşünememeyi başarıyordu. Nedenler ve nasıllar dipsiz kuyu gibi önündeydi çünkü ve adımını attığı anda düşeceği o kadar belli iken insan çukura adım atmaz, atmamalı. O adımı Aylin attı.
‘‘Uykuya dalıp kendi olarak uyanabilen yok, ben de dahil. Ben buraya gelişimi, gelirken yaptığım vahşice şeyleri, Adem’e saldırmamı ve size bir film izler gibi izledim, kendime kesinlikle bir müdahalem olamıyordu, iradem yoktu sanki. Sanırım herkese olan da bu ’‘
Vahşice şeyler ifadesi arabanın içinde bunu duyanların zihninde altı çizili bir şekilde yer buldu. İlkay bakışlarını kıza biraz şüpheyle çevirdi ‘‘Hiç birisinde kontrol bende değildi. Ne yaptıysam olmadı, bir kabustan uyanamamak gibiydi, kabus olduğunu bilirsin hani ve bunu bilince uyanabilirsin anca. Ben uyanamadım çünkü kabus değildi, gerçekti… ’‘
‘‘Sen görevlendirilmiştin ’’dedi Özlem. Sesinde net bir yargı vardı. Hepsini anlatıcam, ne olup bittiğini biliyorum hepsini gördüm, önce su içmem lazım. Sonra da evi terk etmemiz lazım. Artık hiç kimse için hiçbir yer güvenli değil, ‘‘hele ki biz ’‘
Adem sarsıldı duyduklarından. Annesini ve abisini düşündü, evdelerdi ve ne olduğundan haberleri yoktu. Ne olacağından da. Onları öylece evde bırakıp dışarı atılmıştı ve başına daha şimdiden gelmeyen kalmamıştı. Kafasında bunlar düşünürken bir adam arabanın önüne atladı sokaklarına tam giriş yapacakken. İntihar etmek ister gibiydi ama aracın hızı buna yetecek kadar değildi ve sadece kenara savruldu. Adem bu olmamış gibi yoluna devam etmek istiyordu ama Aylin ‘‘dur dur dur, dur adamcağıza bakalım ‘‘dedi. Adamcağız arkalarından küfürler yağdırıyordu. İlkay ‘‘devam et durma ‘‘dedi. Ses tonu emreder gibi değil, yapılacak başka şey yok der gibiydi. Öyle de yaptı Adem ve hızını kesmeden yola devam etti. Tüm mahallede bir sessizlik hakimdi.
Fazla sessiz…
Grup İlkay ile Özlem in evine doğru giderken onlara mahallenin sessizliği ve tekinsizliği eşlik etti. Apartmana girdiklerinde kan kokusu da bu eşliğe dahil oldu. Üst komşularının kedisine ait olduğunu tahmin ettikleri pati izleri vardı apartmanın girişinde, kırmızı ve ıslak pati izleri. O evde neler yaşandığını grupta kimse bilmek istemezdi bu yaşananlardan sonra. Aslında tüm apartmanda, tüm mahallede, her yerde olan bitenler birbirine çok benzer şeylerdi. Adem, Aylin, Özlem ve İlkay eve girdi ve kapıdaki tüm kilitleri kilitledi. İlkay ayakkabılığı da kapıya dayayıp kapının olası bir durumda dışarıdan açılabilmesini de engellemek için elinden geleni yapmış oldu. Orda kalamayacaklarını, bir an önce insanlardan uzak kalabilecekleri bir yere gitmeleri gerektiğini biliyorlardı ama yine de herkes bir köşeye sindi ve boş gözlerle birbirlerine ve etrafa bakmaya başladılar. Adem’in aklına şarkı söyleyen kadın geldi ‘‘Çağ yangını ’’dedi.
Özlem herkes biraz sakinleştikten sonra şu anda ne olup bitmekte olduğunu anlatmaya başladı. Efendi ile karşılaşmalarını, bu karşılaşmanın etkilerini ve Efendi nin amacını anlattı.
Yaşayan her bir insanın ölmesi gerektiği bir plandı Efendinin yaptığı ve uygulayacak her türlü güce ve etkiye sahipti. İnsanlar uykuya daldığı zaman etrafındakilerin Efendi dediği kişinin kontrolüne giriyorlardı. Bu kontrolden aldıkları görev ise en sevdiklerini öldürmek ve bunu yaparken de müthiş bir keyif almaktı. Mahallede 40 yıllık evli çiftler birbirlerini öldürdü, anne babalar çocuklarını, çocuklar anne babalarını, insanlar komşularını öldürdü. Sevdiği olmayanlar ise buldukları en yakın aynanın karşısına geçerek canlarına kıyıp gözlerindeki ışığın sönüp gitmesini izlediler. Bileklerini kesenler oldu ve kendi dahil hiç kimseyi sevmeyenler yüksek yerlerden kendilerini aşağıya bir bok çuvalı gibi bıraktılar. Uykularından uyanan bebekler sadece çaresizce ve hiç susmaksızın ağlıyorlardı. Ta ki o sesleri onları canından çok seven ailelerinin kanlı elleri tarafından susturulana kadar. Sadece birkaç saat içinde ne kadar insanın ölmüş olduğuna dair bir sayımı hiç kimse yapamaz, yapmak da istemez çünkü ortaya çıkan sonuçla baş edebilecek bir psikolojiye sahip olan hiç kimse yaşamıyordu artık dünya da.
Efendi kıyımı başlattığından beri henüz uyumamış olanlar bu kıyımın şoku ile kendine sağ salim duracağı bir köşe arayan, birilerinin kurbanı olmaktan kurtulan, psikolojisi bozulmuş kayıp ruhlardı sadece. Büyük bir çoğunluğu olan bitenin uykudan uyanan insanların kanlı marifetleri olduğunu anlamıştı fakat bu bilinç kendilerinin de potansiyel katil olduğunu gösteriyordu.
80
Şu anda bu kıyımdan kurtulma şansı olan insanlar sadece Özlem’in dokunuşu ile bu etkiyi ortadan kaldırabileceği insanlardı. Bunu Aylin sayesinde öğrenmişlerdi. Ama bu dokunuş da Özlem’i Efendinin ona ulaşmasını engelleyen bariyerlerden kurtarıp onu tam da karşısına düşüren bir yarı baygınlık – yarı koma haline sokuyordu. En azından geçen sefer böyle olmuştu ve bu bile yeterince Özlem in bunu tekrar yapmaktan imtina etmesini sağlıyordu.
Adem tüm bunlar konuşulurken ayaklandı ‘‘Abi eve gitmem lazım ’’İlkay otur oturduğun yere saçmalama dışarıda olan biteni biliyorsun. Artık bir evin yok, bizim de yok ’’dedi. Adem ’’ama abi eve gitmem lazım biliyorsun annem ve abi ’’lafını bitiremeden İlkay bağırdı ‘‘Adem onlar öldü, dün gece ya da bu sabah değil, zaten dışarısı sabah değil, öldü onlar kabullen artık bak kaç ay oldu, öldüler bunu kendine de yapma bize de yapma artık yeter. Abin kardeşim gibiydi, annen de annem gibiydi, ama öldüler gömdük anladın mı bitti, yapma bunu lütfen yapma artık ’’Koskoca adamın gözleri uzun zamandır olmadığı kadar dolmuştu ve kabına sığmayan gözyaşları bıraktı kendini göz pınarlarından. Lafını esirgemezken sarsmaya başladığı çocuğa şimdi sarılmıştı ve sıkıyordu iyice ‘‘Adem bak kabullenmemiz gereken çok şey yaşıyoruz ve ne bok olucaz belli değil, ama sen bırak bugünü geçmişi bile kabullenemiyorsun, sana ihtiyacımız var, yanındaki kızın da bizim de anladın mı? ‘‘Kollarının arasından bıraktı çocuğu. Adem’in başı önünde ayaklarının altındaki halının motifini inceliyordu ‘‘Anladım abi ‘‘dedi başını aşağı yukarı sallarken. Oysa içinden dediği şey ‘‘onlar ölmedi ’’den başka hiçbir şey değildi.
***
17: EFENDİ SENİ İSTİYOR
Uzun sessizliği yine İlkay bozdu ‘‘Birkaç gün içinde dünya üzerinde yaşayan kimse kalmayacak. Zaten ilk 24 saatte dünyanın büyük çoğunluğu ölmüş olmalı. Ne kadar kişi uyumamış, bunlardan ne kadarı uyananların vahşetine kurban gitmemiş olabilir. Peki kalanlardan ne kadarı bu çılgınlığa insanın uykuya daldığında kapıldığını anlamış ve buna önlem almış olabilir ki? ‘‘
‘‘Benim rekorum 78 saat ’’dedi Adem. Deprem olduğunda kimse evlerine girememiş, aileler sahilde yatmış herkes depremin İstanbul depremini tetikleyeceğine inanmıştı. Mahalledeki evlerin çoğunluğu zaten hasarlı olarak mühürlenmişti. Sonra tabi ufak bir elden geçirme ile ve göstermelik bir kolon ekleme ile apartmanları tekrar oturulabilir halde diye ilan ederek insanları geri evlerine taşımışlardı. Tabi bu arada herkesin dengesi bozulmuştu. Bu süreci de uykusuz geçiren Adem, uyumadan önceki son saatlerinde artık halüsinasyonların başladığını önceki normal günlerdeki sohbetlerinde anlatmıştı zaten.
‘‘2. Günden sonrası çok zorlu bir mücadele ve aslında kaybetmeye mahkum bir mücadele. Uyku er ya da geç kazanır ’‘
Bu ifade malumun ilanıydı aslında.
‘‘Buradan gitmemiz lazım, burada artık duramayız. İnsanların bize kolayca erişebileceği bir yerde duramayız, gitmemiz lazım ’’Aylin histerik gözlerle söyledi bunu. Bir saniyede bin ihtimal düşünüp eliyormuş gibiydi.
Özlem ‘‘senin korkacak bir şeyin yok esasında ’’dedi kıza.
‘‘Efendi seni istiyor ‘‘
Aylin dona kaldığı şekilde sadece gözlerini Özlem’e kaydırdı duyduğunun üstüne. Sadece sağ kaşı biraz havaya kalkmıştı.
Özlem ağzındaki baklayı çıkarmış gibi aslında biraz da hınzır bir şekilde bakıyordu. Ortamdaki herkesten daha bilge hissetti kendini ve öyleydi de aslında. Keşke bildikleri bu kadar karanlık olmasaydı tabi.
‘‘Abla bu ne demek şimdi? Neden beni istiyor, hem bu Efendi, bu kim bu nasıl bir şey ben anlamıyorum, beni kimse hiçbir şey istesin istemiyorum ‘‘Lafına içinden devam etti ‘‘Ben bile beni istemiyorum ki ‘‘
Özlem bir sigara yaktı. Bir rahatlık vardı üstünde, herkes her an içeriye bir yığın insan doluşabilir, dışarıdan ateş edilebilir gibi türlü melanetleri düşünürken Özlem gayet kafası rahat hareketlerde bulunuyordu. Biraz göze battı.
‘‘Sen onun akrabasısın. Efendi eski kadim bir soydan geliyor, insanların vahşi olduğu bir soydan. Tam yılını bilemem, dünya da henüz pek az insan varken var olmuş. Şimdi o soydan yaşayan pek kimse yok, olanlar da etkin değil zaten. Ama Efendi senin şecereni biliyor ve kendi kanına en yakın olan sensin, bu yüzden seni istiyor‘‘
81
Adem ‘‘bacım diyip sahip mi çıkacak yani? ‘‘diye lafa saplandı. Duyduğu cevapla konuşmadan geri tükürülmüş gibi arkasına daha bir yaslandı.
‘‘Hayır karısı yapacak. Efendi tüm insanlığı yok edip sonra kendi soyundan yeni bir halk ve yeni bir uygarlık başlatmak istiyor. Kendisi gibi üstün bir halk, kendisi de bu halkın Tanrı’sı gibi yaşayacak ’’
Özlem derin bir nefes çekip kıza acır gözlerle baktı. Rüyalarında kabuslarında gördüğü varlığın hissettirdiği şeyler, o kötülük, gerçek dünya da gerçekten karşı karşıya gelmek istemiyordu ve hatta bunun düşüncesi bile nefret uyandırıyordu. Sonra Efendi’nin kıza neler yapabileceğini, neler yaptırabileceğini düşündü.
‘‘Bu arada peşimizde de bir katil var ’‘
Bunu da rahat söylemişti. Peşlerinde bir katil olduğu haberi aslında yeni bir haber olmazdı şu ortamda. Fakat zaten dışarıda yaşayan herkesin potansiyel katilleri olduğunu düşündüklerinde onların haricinde peşlerinde bilinçli bir katil olması?
Herkes sigaralara üşüştü. Çakmak sırayla elden ele gezdi.
‘‘Bu kişi Efendi’nin sadık bir hizmetkarı ve öldürmeyi iyi bilen birisi. Sıra dışı bir olayı yok ama birkaç insan ömründen uzun yaşadığını söyleyebilirim ‘‘
İlkay sigarayı yarıda bırakıp, herkese ‘‘kalkın kalkın, herkes dolaptakileri poşetlesin, kıyafet yedek alsın, şu buz dolabının arkasında boş poşetler var doldurun onlara, planı tenha bir yerlere gidip, ya da oraya giderken yaparız, burada kalamayız ‘‘
İlkay yatak odasına gidip, eşinin bile bilmediği yerlerde zulalardan eski günlerden sakladığı bıçaklarını, sokak dövüşünde eline sardığı bezleri aldı. Sonra aynanın karşısındaki sandalyeyi ters çevirip ayaklarını söktü, ahşap sopalar olarak kullanmaya çok müsaitti ayaklar. Onları şimdilik çantasına yerleştirdi ve odadan çıktı. Söylediği işler hallolmuştu bile. Herkes ayrılmaya hazırdı.
Ortamdaki en yaşlı ve deneyimli kişi olarak İlkay’ın yönlendirme yapması ve diğerlerinin olası katkıları ile ona uyması makul görünüyordu herkes için. Bu noktada İlkay ‘‘arabasız ilerlemek de tehlikeli, arabayla kalabalık yerlerden geçmekte. Her halükarda arabayı tercih edelim derim, önce yola çıkalım sonrasını yolda düşünelim ‘‘Dedi. Herkes kendi kafasındaki düşüncelerle, neden ve nasıllarla meşguldü. Direk takip edip uyacakları, plan yapan ve hadi diyen birinin varlığı rahatlattı.
Evden hızlı adımlarla çıkıp apartmanı koşturarak geçtiler, arabada herkes yerini benimsemişti. Acemi şoför Adem şoför koltuğuna, Aylin yanına oturdu. İlkay ve Özlem de arkadaydı. İlkay Özlem’den bir koltuk mesafesi kadar dahi olsa uzaklaşmak istemiyordu. Özlem ise gördüklerinden bazılarını unutmaya, unutmaya başladıklarından bazılarını ise hem de daha detaylı hatırlamaya çalışıyordu.
‘‘Belki bir çıkış yolu ’’
Adem ‘‘abi şahin tekel e uğrayalım‘ ‘dedi. İlkay hariç bunu neden dediğini pek anlayan olmamıştı ama İlkay’da tamam dedi ve Adem bir ara sokağa daldı. Uğrama sebebini akıllıca bulan İlkay arkadan Adem’in omzunu tuttu, ‘‘olm iyi aklına geldi ha ‘‘
2 üst sokakta, köşe başında bulunan Şahin Tekel mahallenin bira rakı ve sigara gibi belli ihtiyaçları ile birlikte el altından silah satması ile de bilinen bir abileri Şahin Abi ye aitti. Kimse soy adını bilmezdi, herkes Şahin Abi derdi. Adem aracı tekel in önüne çekti ve herkes sadece nefes alıp vererek ve hiç ses çıkarmayarak etrafı dinlemeye başladı.
Tık yok…
Adem ve İlkay arabadan dışarı çıktı, İlkay ‘‘sen git gel ‘‘dedi. Elinde tahtadan bir sandalye ayağı vardı. Tuttuğu yer ince sayılırdı ama diğer uca doğru daha da kalınlaşan ve vurduğu yeri patlatacak ya da kıracak gibi duran bir sopaydı. Özellikle vuran İlkay olunca.
İlkay kendisinin çok eski versiyonlarından birisini hatırlamaya çalışıyordu, hatırlayıp direksiyonu ona vermesi lazımdı. Çünkü bu adam evlenmeden önce can sıkıntısından Yedikule zindanlarında gece yapılan sokak dövüşlerine katılan, kan dökmeden rahatlamayan birisiydi. İçindeki öfke ancak sevdiği kadın ile evlenince dinmiş, ama yine de tam da sakinleşmemiş birisiydi. Şimdi sevdiği kadının hayatı tehlikedeydi ve bu tüm dünyaya olup bitenlerden daha kaygı uyandırıcı bir durumdu İlkay için. O yüzden öncelikli olarak onu korumak güdüsü ile hareket ediyordu.
Adem içeri daldı ve ortalığı kolaçan etti. Sonrasında da abi gelin gibisinden bir hareket çekti gruba. Kızlar da arabadan indi ve dükkâna daldılar. Onlar erzak için elleri kolları dolu olarak araba ile dükkan arasında mekik dokurken Adem’de dükkanın arkasından bir kapak açtı ve dükkanın deposuna doğru indi.
82
‘‘Abi torba koli vs. bir şey verin ‘‘
İlkay aşağıya içindeki çöpleri boşalttığı bir koli ve sağda solda bulduğu birkaç poşeti attı.
Biraz sonra aşağıdan yukarıya tabancalar, kasaturalar, mermi kutuları ile dolu torbalar ve bir koliyi de kafasının üstüne koyarak merdivenlerden yükselen Adem çıktı.
‘‘Gidelim ’‘
Torbalar ve koli bagaja atıldı ve arabanın arkası iyice çökmüş olarak yola devam etmeye hazırlanırlarken arabanın tavanından büyük bir gümbürtü geldi ve tavan bir miktar aşağı çöktü. Özlem in penceresinin yanından bir kol uzandı aşağıya doğru sarkarak. Kolda can kalmamıştı, öylece kısa anlık titremeler yapıyordu. Birisi arabanın üstüne atlamış ya da atılmış olmalıydı. Adem kapıyı açıp dışarı çıkacak oldu ama İlkay ‘‘yapma ’’dedi. Bas gidelim.
Ara sokağın çıkışına doğru yürürken tam yolun bitiminde birisinin ortada durduğunu gördü. Bu upuzun boylu, geniş bedenli tuhaf kem bir suretti.
‘‘Biri var ‘‘
Özlem dikkatini yola verip ileriye doğru seğirtti ve kim olduğunu görmeye çalıştı. Oysa kişiye odaklandığı anda adamın yüzü direk sanki zoom yapmış gibi karşısına gelmişti.
‘‘Cornelius… ’‘
‘‘O kim abla o kim? ‘‘dedi Aylin,
‘‘O tarafa gitme, geri dön, geri bas Adem gitme’ ’diye haykırdı. Gözlerini elleriyle kapatıp ağlamaya başladı ‘‘Buldu işte buldu beni ’‘
Cornelius hızlı adımlarla arabaya doğru yürümeye başladı. Henüz yürüyerek yetişmek için çok uzun mesafe vardı ama adam da bacaklarını nerdeyse pergel gibi açıp bir adımda uzun mesafe kat ediyordu. Adem dona kalmıştı, kitlenmişti adama. Hele de Özlem’i korkutup bu kadar ağlatacak ne var gibi düşüncelerden ötürü. Gaza kökleyip herifin üstünden geçmekti düşüncesi. İlkay ‘‘ez lan şunu ez ‘‘dedi.
Duyar duymaz gaza kökledi Adem çünkü zaten aklından geçen buydu. Arabanın ardına yuvarlandı ceset. Kim olduğunu, nerden arabanın üstüne düştüğünü düşünmediler bile. Yaşıyor mu öldü mü, yapılabilecek bir şey var mıydı?
Esra Yılmaz’ın cesediydi o. Yeni evli, taze gelin Esra. Evini bin bir emekle düzmüş, eşyalarını kılı kırk yararak özenle seçmiş, balayından musmutlu olarak dönmüşlerdi kocasıyla. Evlendiklerinden beri her gece sevişip beraber uyuyup beraber uyanan bu çift, son uykularından uyandıklarında Efendi den aldıkları görev en sevdiklerini öldürmekti. Mehmet ayılır ayılmaz karısının boğazını sıkmaya başlamıştı, karısı ise adamın gözlerini çıkarmış ama yine de direnişi sonuçsuz kalmış, nefessiz can vermişti. Mehmet, çiçeği burnunda damat Mehmet karısını tuttuğu gibi balkondan aşağı fırlattı ve hiç kimse bunu umursamadı. Hele ki düşmanları ile gerçek manada ilk kez karşılaşan grubun kendi derdi başından aşkındı.
83
Cornelius üstüne doğru süren arabayı umursamadan uzun adımlarını atmaya devam ediyordu. Adem de vites yükseltmeye devam ediyordu. İkisi de dirayet gösterisinde bulundu. Kazanan araba olmuş gibi görünüyordu. Araba adama çarptığı gibi üstünde takla attırıp yolun kenarına bok çuvalı gibi savurdu. Çarpmanın hiddetiyle kontrolü zor toparlayan Adem istemsiz motoru istop ettirdi ve araç durdu. Balkondan bakıp alkışlayanlar vardı, hatta birisi ıslık çaldı.
‘‘Ben bu kadar filmi boşa izlemedim ’’dedi Adem.
Arabadan indi ve bagajı açtı. Silahlardan birisini eline aldı, emniyeti açıp şarjörü kontrol ederken mermiyi ağzına verdi ve hareketsiz yatan adamın yanına yaklaştı. Güvenli bir mesafede durmaya çalışıyordu. Adamın kafasında ciddi bir göçük vardı, suratı da bir tuhaf duruyordu. Sanki aldığı darbeden ağzı burnu her yerinin yeri değişmiş bir insanlıktan çıkmış gibiydi. Bir an için dikkati dağıldı. Sokağın sonundan bir gümbürtü, bir arbede sesi gibi bir şey geliyordu ama her ne oluyorsa bundan çokça oluyor olmalıydı. O yöne baktığında yüzlerce kişinin birbirini ezercesine öne geçmeye çalışarak onlara doğru koştuğunu gördü. Ateş edemeden hemen arabaya koştu ve silahı Aylin’in eline verip arabayı çalıştırdı.
Biraz daha acele edip işi bitiremediğine pişman olmamak için ettiği dualar eşliğinde kaçmaya devam ettiler.
***
18: HARAM GECELER
Yol boyunca Aylin başına neler geleceğini düşündü. Hayatta genelde başına en kötüsü gelirdi ve bu sefer de en kötüsü ne olabilir diye geçirdi içinden. Daha önce intiharı düşünmüş ve şu anda etrafında olanların haberinin de olmadığı bir şekilde aslında bunu denemişti de. Fakat başarılı olamamıştı. Şaşırtıcı bir şekilde o kadar kan kaybına rağmen hayatta kalmış, organları iflas etmemiş ve kurtarılabilmişti. Aylin şimdi bunun arkasında da Efendi ile alakalı bir durum olup olmadığı geldi aklına. Eğer onu istiyorsa, onu canlı istiyor demektir.
İçine bir rahatlık geldi. Hayata sıkı sıkıya bağlı olmakla hiçbir alakası olmasa da bu düşünce onu bir miktar rahatlatmıştı. Bu macerada ne yaşanırsa yaşansın, sonunda ne olursa olsun. Bu iş onun ölümüyle sonuçlanmayacaktı. Peki Efendi onu bir esir gibi tutacaksa ve sadece kavmini üretmek için damızlık gibi kullanacaksa?
Az önceki rahatlık yerini ağzında pis bir tada bıraktı. Dişlerini sıkmaktan çenesine ağrı girmiş, kanayan dişlerinden ağzına dolan kanın bakırımsı tadı da yüzünü ekşitmesine sebep olmuştu. Gözünde canlanan imajlardan kurtulmak için kafasını salladı. Araç amaçsızca yolda ilerliyordu, diğerleri nereye gidebileceklerini ve ne yapabileceklerini konuşuyorlardı.
Aklına arabanın kapısını açıp öylece kendini kafa üstü yola bırakmak geldi, o an için ölmese dahi önden arkadan gelen arabalardan çılgının biri, düz yolda gitmek yerine onun üstünden geçmeyi tercih edebilir diye düşündü. Bilmediği onu elde edebilecek olan Efendi’nin emrindekilerden herhangi birisi olursa eğer, yapacağı şey canı pahasına onu koruyup Efendi’ye teslim etmektir.
Şehirden uzaklaşmak, insanların az olduğu veya olabileceği bir yere gitmek, saklanmak, erzak konusu, güvenlik konusu, tüm bunlar değerlendirildiğinde akla birkaç fikir geliyordu.
Merkezi küçük bir ile gidip, o ilin bir mezrasına yerleşmek. Olası ihtiyaçlarda merkeze operasyonel ziyaretler yapıp erzak sağlamak, sonrasında güvenli eve geri dönmek. Daha fazla silah edinebilmek.
84
‘‘Üstümüze koşan insan sürüsünü hatırlasanıza, bunlar aklı başında zombiler. Öyle sürüne sürüne değil, koşa koşa geliyorlar. Ben güvenli olacağını düşünmüyorum ‘‘
Adem arabayı Kanarya mezarlığının içine çekmiş, çalı çırpının içine girmiş mümkün olduğunca gözden görüntüden uzaklaşmıştı. Yaşayanlardan kaçmak için güzel kısmen de ironik bir yerdi. Aksi bir durum olmadığı sürece burada sakinleşip plan yapmaya karar vermişlerdi.
Hiç tercih edilmeyecek bir ortamda ama zaruri şartlardan dolayı giderilmesi gereken ihtiyaçlar giderildi çaktırmadan. İlk İlkay halletmişti o işi, sonra diğerleri de kendilerine kuytu köşeler seçip ihtiyaçlar giderildi fakat herkesin kulağı tetikteydi. Tehlikenin nereden nasıl geleceğini bilmedikleri bir durumda olduklarını unutmadan hareket ediyor, yürürken bile ayak uçlarına basıyorlardı.
Grup geri toplandığında Adem ‘‘filmlerde başına tuhaf tuhaf şeyler gelen insanların izbe yerlerde buluşup olayları konuşmalarını eleştirirdik, şu hale bakar mısınız mezarlıktayız ‘‘dedi. Kafasını sağa sola sallayarak ‘‘teyallaam’ ’der gibi hareketler halindeydi. Herkes gerilmişti ve ortam aslında yumuşayacak gibi değildi ama Adem bir şekilde korkusunu yenmiş, başına gelebilecekleri kabullenmiş gibiydi diğerlerinin aksine.
Aylin ise tırnaklarını yiyordu. Efendiyi düşünüyordu…
Özlem bildiklerinin, Efendi ile alakalı öğrendiklerinin ne kadarını paylaşması gerektiğini çözemiyordu. Bilgi yüzüklerin Efendisindeki tek yüzüğü takmadan taşıyanların onları karartması gibi karartıyordu gönlünü. Frodo’yu hatırladı, yükünü paylaşmamanın ondaki etkilerini ‘‘Ben frodo isem İlkay’da Sam ‘‘diye düşündü ama henüz sadece İlkay ile kalmamışlardı. Yüzük kardeşliğinin dağılmasından önceki ilk mücadelede herkesin tek yürek mücadelesi gibi şu an bu dört kişide içlerinde bulundukları durumla tek yürek mücadele ediyordu.
İlkay’ın konu ile tek ilgisi Özlem’in kocası olmasıydı esasında, Adem’in de tek ilgisi Aylin’in arkadaşı olmasıydı. Efendi’nin onlarla alakalı bir hesabı yoktu. Peki neden kabuslara ortak olmuşlardı?
Özlem’in gördükleri bu sorunun cevabını vermeye yetecek kadar şey içermiyordu.
Gördükleri arasında en çirkinlerinden birisi Efendi’nin doğuşuydu. Önce bir kan ve ceset yığınının ortasında tecavüze uğrayan onlarca kadın gördü. Kadınlarını bırakıp kaçmakta olan insanları da gördü. Sonra zaman aktı gitti. Tecavüze uğrayarak etmeyi öğrenen bu kabilenin şimdi alkışlar ve neşe ile tecavüze uğramakta olan bir kadını izlemekte olduğunu gördü. Her tarafı çamur içindeki vahşi bir adam aynı durumdaki kadına tecavüz edip döverken etrafında da üstlerinde çalı çırpı olan yerliler kılıklı tipler vardı. Garip bir tütsü yakmış tecavüzü izliyorlardı. Tecavüz eden adam iyice hızlandı bir iki yumruk daha attıktan sonra kadına ve ‘‘haaaaaa’’diye bağırdı. Bu bağırtıyı beklediği belli olan birisi elindeki orak uçlu kılıcımsı şeyi adamın boynuna doğru savurdu ve kafasını kopardı. Tüm izleyenler çılgınca bağırıp şimşekler çakan gökyüzüne doğru ulumaya başladılar.
Ölü bir adamın tohumları ile döllenen kadın…
Görüntüler değiştiğinde aynı kadını çığlık çığlığa bağırırken, ama bu sefer üstü başı düzgün otlardan yapılmış bir çadırın üstünde yatarken görmüştü. Bacaklarının arasını izleyen dişsiz yaşlı vahşi kadınlar sanki bir haber bekliyor gibiydiler ve o haber kadının doğum öncesi suyunun gelmesi ile beraber geldi. Kadın başını sağa sola sallayıp ‘‘hayır yapmayın ‘‘der gibi sesler çıkarsa da yaptılar.
85
Kadını tecavüze uğradığı ve ölen bir adamdan döllendiği yere getirdiler ve aynı katil üzerinde bebeğin babasının kanının olduğu aynı silah ile geldi ve bu sefer kadının kafasını uçurdu tek hamlede. Bir süre sessizlik içinde beklediler ve ardından cellat kadının cesedinin karnını yarıp bebeği çıkardı dışarı. Bağını kopardı ve bebek ağlamıyordu. Bir tokat attı bebeğin yüzüne.
Bebeğin gözleri açıldı. Öylece bakıyordu cellada. Birkaç yıl sonra elleri ile öldüreceği ilk insan o olacaktı.
Efendi böyle doğmuştu işte. Bir ölünün tohumlarından ve bir ölünün bedeninden. Ölüme karşı çifte bağışıklık…
Ne tarz ritüeller, büyüler bu sapkınlığın hayata geçmesine izin vermiş bunu kimse bilmiyor, sayısız yıllar öncesinden yapılmış ve yok olmuş bir toplumun lanetiydi bu. Bilinen ise anne ve babasının kardeş olduğu ve kabile tarafından seçildiği, kabile cadısının yani anne ve babasını doğuran kadının bu ölümden doğan yaşamı, torununu lanetlediği.
Kadın ölene kadar Efendiyi gözleyip izlemiş ve korkutmuş henüz çocukken. Büyüdüğünde ise korkacak bir şey olmadığını anlayan Efendi cadıyı öldürmüş. Ölürken de cadı laneti, aslında bedduasını yüzüne söylemiş.
Lanet Efendinin gizlilerinin açığa çıkması, muradına erememesi, bir çift gözün hep üstünde olması ile alakalı bir şey. Özlem orasını tam olarak anlamamıştı. O lanetin o kadar on binlerce yıl sonra gelip onun benliğinden zuhur etmesi laneti edenin bile öngördüğü bir şey değildi esasında. Bunlar doğanın kanunları ile oynayan, büyüler yapan, yaptıklarını ne yaptığını bilmeden yapan bir kabilenin işleriydi ve yaptıkları zaten kendi sonlarını getirdi. Onlardan geriye diğer kabilelerin saldırılarından doğan ve sonra da değişik oldukları için kaçan tecavüz çocukları hariç sadece bir kişi kaldı.
O’da kendine Efendi diyor.
***
Efendi Özlem’in gördükleri yüzünden onu düşündüğünü hissediyordu. Ama bu hisleri önemsemeyip işine devam etti. Gerçekleri onun için defalarca ve defalarca çarpıtıp farklı versiyonlarını ona izleterek çıldırmasına giden yola ekmek kırıntıları döşüyordu zaten.
Odasında oturmuş şöminedeki ateşe doğru hafif eğilmiş gözleri kapalı olarak düşünüyor gibi görünüyordu. Aslında düşünmüyordu. İnsanlara ulaşıyordu zihninden. Onları tek tek buluyordu ve tek tek yokluyordu. Sanki bir kapıyı çalan misafir gibiydi. Bulduğu kişi uyuyor ise kapı açılıyordu. Çünkü uyanıklığın verdiği bilinç bu müdahaleye izin vermiyordu. Tabi alkol, uyuşturucu gibi bilinci ikincil hale getiren maddelerin etkisinde değilse.
Yılbaşı / yılsonu bu kıyımı başlatması için harika bir zamandı. Dünyada pek çok insan belli bir saati geçtikten sonra ya uykuda oluyor, ya da alkollü kafası dumanlı oluyordu. Böylece çok kısa sürede dünya üzerinde milyarın üzerinde insana ulaştı bir kez odaklanması ile ve emri verdi Efendi.
Sevdiklerini, ailelerini öldürme emri…
O kapıdan içeriye girdiği anda Efendi misafir olarak, içerisini istediği hale getirebiliyordu hiçbir direnç ile karşılaşmadan. Saniyenin bilmem kaç katında bir denecek bir sürede bunu yapabiliyordu. Bazı kişileri ise özel olarak takip ediyordu. Beyninin koruma mekanizması ortadan kalksın ve istediğini ona yaptıracak şekilde beynine sızabilsin diye. İşte tam o esnada bu gerçekleşti. En çok istediklerinden birisinin göz kapakları ağır geliyordu…
Zihninde odaklanarak bildiğimiz gerçeklikten, alemden çok başka bir tanesine giriş yaptı. Burada dünya üzerinde yaşayan insanları tek göz oda evler gibi görüyordu. Uykuda olmayanlar kapısı hafif aralık ya da sımsıkı kapalı olanlardı. Bu insanların bilinci gelişmiş olduğu için dış müdahalelere, emirlere karşı tamamen savunmasız değillerdi. Ama uykuda olanlar bedenlerinin savunmasızlığı oranında zihinlerinin de savunmasız kaldığı bir durumdaydılar. Efendi’nin içeri girip istediğini yapabileceği halde.
Efendi evleri gözlemlerken kapısını açık görmeyi bir süredir beklediği bir evin içine neşe ile girdi, içeride ev sahibi onu saygı içinde karşıladı. Efendi evin içinde salonda şöyle bir etrafa baktı. Düzenli bir ev ve çiçeklerle süslü ferah bir salondu. Büfede beş kişinin resmi vardı, iki tanesi siyah beyaz resimlerdi. Ev sahibinin kaybettiği yakınları…
Renkli olan resimlerden birisini yere attı ve üstüne bastı. Çerçevenin kırılan camları gıcırdadı ayağının altında. Efendi resmi bir sigara izmaritini söndürmek ister gibi ayağıyla ezdi de ezdi, öfke ile.
86
Ev sahibi kaşlarını çattı. Bu muameleyi gören yakınına öfke ve nefret dolmuştu. Efendi arkasını döndü ve evden çıkmak üzereyken ev sahibine bakıp ‘‘onları bana getir ‘‘dedi. Ev sahibi kalktı ve diğer resimleri ona getirdi. Efendi resimleri aldı gülümseyerek ve ev sahibinin başını okşadı.
‘‘Aferin Adem… ‘‘dedi.
Resmi yere atılan İlkay, Adem’in ona getirmesini istediği resimler ise Aylin ve Özlem’e aitti.
Efendi kapıyı çekip çıktı. Adem bu rüya aleminde şimdi elindeki resimlere bakıyordu.
Efendi mutlu bir şekilde insanlara sevdiklerini öldürmelerini sağlayacak, yok evlerinin salonunda sadece kendi resimleri var ise onların da intihar etmelerini sağlayacak emirleri dağıtmaya devam etti.
Kapı çalındı…
Normal zamanda sadece iki ‘‘tak ‘‘sesi arasında geçen sürede bile on binlerce ziyaret yapabilen Efendi transtan çıkıp gözlerini açtı. İçeri girenler yanlarında bir ceset getirmişlerdi. Kocaman bir ceset.
Cornelius.
Efendi ayaklarının dibine bırakılan cesede doğru eğildi. Gözleri açık gitmişti yine Cornelius.
Yine…
Efendi adamın yüzüne dokundu, saçlarını sevdi. Onu getiren adamlarına baktı ve bakması ile olan biteni izledi onların gözünden. Sonra da Cornelius’un alnının ortasına avcunu yerleştirdi.
‘‘Bana geri gel, Efendine gel ‘‘dedi.
Adamlar ilk kez buna şahit oluyorlardı. Diz çöktüler. Şöminede yanan ateş dans ederek Efendinin önce belinde dolaştı, sonra da döne döne kolundan geçip eline doğru bir sarmal oluşturdu.
‘‘Efendine gel ‘‘dedi tekrar.
Efendi Cornelius’u çağırıyordu ama sanki ateşte üstüne alınmış gibi hareket ediyordu.
Cornelius’un kafasındaki göçük zangırdamaya başladı, ve kaburgalarında bazı çıtırtılar duyuldu. Ağzından kafasından ve muhtelif yerlerinden gelen kanlar ta ilk araç tarafından ezildiği yerden minik akarsular gibi ilerleyerek cesede doğru büyük bir hızla yola çıktı. Kanın buharlaşıp havaya karışan partikülleri bile. Bunların hepsi gelip toplanıp nereden çıktılar, aktılar ise geri oradan bedenin içine geri doldular. Havada atmosfere karışan Cornelius’un verdiği son nefes bile ağzından burnundan içeriye girdi çağrıya cevap vererek.
Cornelius titreyerek gözlerini açtı. İlk gördüğü şey tepesinde durup ona babacan bir şekilde bakan ve gözlerini açtığına sevinmiş gibi görünen Efendisiydi. Hiçbir ağrı, sancı hissetmiyordu. Bunun sebebini anladı. Yine ölmüştü. Mahcubiyet tüm benliğini sardı. Biraz doğruldu ve ayaklarının önünde duran adamlarına baktı. Buraya bir yerden getirildiğini, Efendi’nin işini yarım bırakarak onunla ilgilenmek zorunda kaldığını anladı.
87
Gözleri doldu utancından. Uğradığı yenilginin baskısı altında ezildi.
‘‘Sen yenilmedin Cornelius, bu kadar kendini yıpratma ‘‘dedi ve elini uzattı. Cornelius da Efendisinin eline uzandı. Efendi Cornelius’u yerden bir kağıt parçası alır gibi aldı ve iki ayağının üstüne dikti ‘‘Sen anladın artık, yenilmedin. Onları bir daha bulduğunda ne yapacağını anladın. Karşındakilerin iradesini anladın ‘‘dedi.
Cornelius bu sefer mutluluktan bir miktar nemlenen gözlerini sildi ‘‘Anladım Efendimiz ‘‘dedi. Üstünü başını düzeltti ve çıkar gibi hareketlenip izin istedi ‘‘ben çıkıyorum o zaman ‘‘dedi.
Efendi şöminenin başındaki yerini alıp etrafında fır dönen ateşi de yerine koydu tekrar kolunu şömineye uzatarak. Ateş yılışık bir kedi yavrusu gibi önce gitmek istemedi, daha da sokulmak istedi hatta ama bakışlar bunun beyhude olduğunu söylüyordu. Şömineye geri döndü ve çıtırdamaya başladı odunlarla beraber.
‘‘Çık ve işi bitir, bu geçen sürede 100 bin emir dağıtabilirdim ‘‘dedi.
Çıktılar.
Efendi sakin bir gülümseme ile gözlerini kapattı ve savunmasızca onun emrine girmeye hazır olarak bekleyen insanların oluşturduğu aleme geri daldı.
***
Aylin arabadan dışarı çıkmış, sırtını arabanın tamponuna vermiş tırnaklarını kemiriyordu. Adem yanına gelip oturdu ve birer sigara yaktılar. Adem sigarayı ters tutup avcunun içinde çekmeyi gösterdi Aylin’e. Sonra da elinin arkasında tutarak saklıyor böylece sigara ateşinin uzaktan gözlemleyecek birileri için onları bir hedef haline getirecek bir ışık olmasını engelliyordu.
‘‘Korkma ‘‘dedi Aylin’e ‘‘Aramızda en rahat olması gereken sensin bana göre ‘‘
Aylin dalga geçermiş gibi bir bakış attı ‘‘Ben kimsenin damızlık ineği olmak istemiyorum, yeni bir uygarlığın Havva annesi olmayı da ’’diyip derin bir nefes çekti sigaradan. Sonra da yanındaki şişede kalan suyu dikledi. Penceresi açık arabada oradan oraya savrulmaktan düz siyah saçları süpürgeye dönmüş, tipi iyice kaymıştı ama genelde umurunda olsa da bu durum şu an hiç mi hiç umurunda değildi.
Adem ‘‘anlıyorum, ama bak bizim bir arada olmamızın bir sebebi var, yani bu olmalı. Özlem abla bu Efendi denen zıkkımın planlarını bozabilecek birisi ‘‘dedi. Filmlerden alıntı hayaller kuruyordu filmlerden alıntı laflarla.
Bu esnada İlkay’da Özlem ile arabanın içinde oturmuş fısıldaşarak konuşuyorlardı. İlkay ‘‘eğer bana bir şey olursa ‘‘dedi ama Özlem bu lafının devamını getirtmedi ‘‘Sana bir şey olmayacak merak etme, ama Adem için aynısını söyleyemem ‘‘dedi.
İlkay ‘‘neden? ‘‘bağırarak fısıldadı başını iki yana salladı.
Özlem ‘‘bunu gördüm ‘‘dedi. Bir rüya mıydı yoksa geleceğe dair bir uyarı mı bilmiyorum. Çok fazla şey görüyorum neyin ne olduğunu anlamakta zorlanıyorum bazen ‘‘dedi.
88
İlkay üzüntü ile başını öne eğdi ‘‘Nasıl olacak peki? ‘‘diye sordu.
‘‘Peşimizde olan o adam, Efendi ile uzun, çok uzun zamandır beraber olan ve onun bazı işlerini yürüten bir adam. Adı Cornelius. Onun Adem’in boğazını sıkarak öldürdüğünü gördüm, ya da bana gösterildi Efendi tarafından dedim ya artık kesin konuşamıyorum neyin ne olduğu hakkında ‘’
İlkay bir şey demedi. Adem çocukluğundan beri mahalleden tanıyıp bildiği, başı dertten, bahtı kederden eksik olmamış biriydi. Ailesini kaybetmesi, işte doğru dürüst dikiş tutturamaması, psikolojik sorunları, pek çok ağrazı olan biriydi ‘‘Şimdi de ölecek demek ’’diye düşündü. Zaten herkes ölüyordu. Şu an bunları düşünürken dünyada insanların birbirlerine neler yapabiliyor olabileceğini düşündü.
‘‘Herkes ölüyor, böyle bir zamana, böyle bir kıyıma denk geldiğimize inanamıyorum ‘‘dedi. Bir sigara yaktı. İyice canı sıkılmıştı. Eğer karısı olmasa şimdi hemen kalkıp yanına da kimseyi almayarak bu Efendi denen zıkkım kimse, nerdeyse onu bulmaya yola çıkar. Karşısına çıkan herkesi de öldüre öldüre ilerlerdi, ta ki ya öldürülene ya da gerçekten de hedefine ulaşıp Efendi’yi yok edene kadar.
Ama olmuyordu işte. Evlenmeden önce sorunlarını hep şiddetle çözen, can sıkıntısından kavgalara karışan, görenin yolunu değiştirmeyi tercih ettiği bir adamdı. Evlendikten sonra durulmuş sakin bir hayata dönmüş ufak şeylerden mutlu olmaya çalışır hale gelmişti ve huzuru tam bulmuşken…
Demin düşündükleri dudaklarından döküldü ‘‘Şu an kim bilir kimler kimlere neler yapıyor da öldürüyor, Allah’ım sen yardım et bize ‘‘dedi…
Özlem’in transa geçtiğini fark etmesi birkaç saniye sürdü. Kadının gözbebekleri yukarıya hatta neredeyse daha geriye beynine doğru dönmüş, dışarıdan gözlerinin sadece akı görünüyordu.
Birkaç saniye…
İlkay ‘‘Özlem, ne oluyor Özlem? ‘‘diyene kadar sadece birkaç saniye geçti. O arada Özlem yankılarla İlkay’ın sesini duyarak başka bir aleme geçti.
Gördüğü aleme…
‘‘Kimler, kimlere neler yapıyor da öldürüyor? ‘’
Bir kadını gördü, çocuklarının odasından çıkarken. Odaya girdi, gördükleri karşısında görüntü sallanmaya başladı. Görmek, bakmak istemiyordu ama gözlerini önüne sunulan görüntüden de alıkoyamıyordu.
Elleri…
Dişleri…
Sonra görüntü sallanarak başka bir yere geldi. Bir çingene yerleşkesiydi. Üstü başı pejmürde bir adam çadırları elindeki meşale ile ateşe vermiş, daha da fazlasını yapmaya çalışıyordu. Birisi arkasından koşa koşa yetişip üstüne çullandı ve yere düşürdü. Saçlarından tutup suratını yere vurup durmaya başladı. Adam hala gülüyordu. Özlem ise görmenin haricinde, aldığı kokunun yanan insan kokusu olduğunu idrak edince görüntü yine çalkalanmaya başladı ve kendini bir ordu evinde buldu.
89
Yüzlerce asker kimisi üniformalı, kimisi atlet ve şort ile olduğu halde cesetleri etrafa yayılmış, henüz ölmeyenler ise fütursuzca birbirlerine ateş ediyorlardı. Koridorlar kan kokusundan geçilmiyordu. Sonra askerlerden birisi elinde pimi çekilmiş el bombası ile merdivenlerden aşağıya, gece nöbetinde olup uyumamış ve bu çılgınlığa kapılmamış güruhun tam da arasına atladı. Patlama ile kollar bacaklar, iç organları ve kafalar havalarda uçuştu.
Görüntü orada silkelenip geri bir akıl hastanesinde duruldu. Yılbaşı nöbetinde uyuyakalan güvenlik, tecrit odalarını gezip tek tek kafalarına sıkarak hastaları öldürüyordu. Onun ise sonunu askılarından serbest kalmayı başarmış ve odada kapının arkasında saklanarak içeri girince aniden saldıran ve gözlerine parmaklarını sokup yere düşen silahı elinden alarak kabzası ile başına vura vura öldüren bir deli getirdi. Kafasında açtığı yaraya ağzını dayayan deli akan kanı lıkır lıkır içiyor, ancak nefes almak için ağzını yaradan çekip havaya kaldırıyordu. Özlem delinin ağzının etrafındaki kemik ve beyin parçacıklarını gördü. Bedenen orda olmadığı halde yine de midesindeki tuhaflığı hissediyordu. Nefes alıp veremediğini de…
Görüntü bir fırtınada savrulan kameranın çektiği görüntüler gibi oradan oraya savrulup bu sefer de bir kilisenin içinde duruldu. Olan bitenden korkup ibadethanelerine koşanlar pederin içine zehir katıp içirdiği şarap ile zehirlenmiş banklarda sıralarda öylece ağızlarından köpükler çıkarak ölmüşlerdi. Pederi ise aynı onun gibi başka bir etki altındaki adam çarmıha gerip yakmış, şimdi de etlerini yiyordu. Göbek kısmından yağlı yağlı lokmalar kopartıp ağzına atıyor ve orgazm olmuşçasına şevk ile yiyordu.
O yüz ifadesinden kaçınmaya çalışırken adının yankılarını duydu ‘‘Özleeeeem ‘’
Görüntü yolculuk etmeksizin silkelendi ve tekrar adamın yüzüne odaklandı. Ağzının kenarından akan sular, adamın ölü balık gözü gibi olmuş gözleri…
‘‘Özleeeem ‘’
Efendi’nin gözlerini gördü bu sefer. Gözlerin beyazı yerinde kara, kalan kısımları ise cehennem ateşindendi. Çığlıklar görüntüye eşlik etmeye başladı. Binlerce, on binlerce insanın feryat figanı vardı o çığlıkların içinde ‘‘Yardım edin nolur ‘‘diye bir cümle duydu belli belirsiz. Bunun haricinde anlamadığı dillerden de pek çok cümle duydu. İçeriği anlamasa da ton olarak merhamet dileyen, çaresiz çırpınışların sesiydi besbelli. Ama o esnada Efendinin ne yaptığını da gördü. Tam bir metni okur gibi okudu niyetini. Bu diğerleri gibi değildi, geçmiş-bugün-gelecek-sanrı karışımı, hangisinin ney olduğunu çözemediği bir görü değildi. Bu besberrak bir şekilde karşısına dökülen ve yakın geleceğe ait bir görüntüydü.
Gülümsedi.
Sonra her şey yine çalkalandı ve görüntü tüm kornişleri aynı anda kopup serbest kalmış bir perde gibi aşağı döküldü. İlkay vardı karşısında. Omuzlarından tutmuş silkeliyordu.
Özlem gözlerini kapattı. Karanlığı kavuştuğu bir huzur gibi sahiplendi. Göz yaşları da o karanlığı yıkayıp temizlemek istercesine hücum etti gözlerine.
İlkay ‘‘ne oldu, iyi misin canım ne oldu? ‘‘diye sordu telaşla.
Özlem ‘‘iyiyim, sadece sorduğun sorunun cevabını gördüm, çok kötü İlkay kaldıramıyorum artık ‘‘dedi.
Gerçekten de Özlem gibi naif birisi, bazı şeylerin muhabbetine sohbetine bile katlanamayan, korku filmi izlemekten imtina eden birisi için gördükleri çok fazlaydı.
Çok fazla…
90
Sese gelen Adem ve Aylin kapıyı açıp içeriye baktı her şey yolunda mı diye. Konuştuklarını ama Özlem’in ağladığını da görünce Aylin ‘‘abla iyi misin ‘‘diye sordu. Adem de bekliyordu cevabı.
‘‘İyiyim, bazı görüntüler görüyorum sadece, kötü şeyler ‘‘dedi. Detay vermedi, anlatmakla paylaşabileceği bir yük değildi çünkü.
‘‘Abla ama göz yaşların? ‘‘dedi Aylin. Son gelen damlalar kan damlalarıydı.
‘‘Ya noluyor lan noluyor laaan ‘‘diye çığırından çıktı İlkay. Hayatında belki ikinci, belki de üçüncü kez eşinin kanını görüyordu ve bu görmek asla istemediği, gördüğünde de ne tepki vereceği hiç belli olmayacak olan bir durumdu. İlkinde yemek yaparken elini kesmişti ve İlkay en neşeli günlerinden birindeyken sinirden duvarları yumruklamıştı.
Adem ettikleri sohbetlerden az çok bunu bildiği için ‘‘abi sakin tamam, abla canın yanıyor mu ne oldu çok mu ovuşturdun yoksa gözlerini ‘‘dedi salakça.
Özlem ‘‘ne var be bir şey yok, canım falan acımadı abartmayın ne var ‘‘diyip göz yaşlarını sildi. Eline kan bulaşmıştı ‘‘Tamam ağlamıyorum, bişey yok geçti ‘‘
Adem geçmediğinin farkındaydı. İlkay’ı kolundan samimice tutup ‘‘abi tamam, hadi bir plan yapalım ‘‘diyip onun aklına müracaat etmeye çalıştı.
Nafile…
İlkay arkadan birkaç silahı beline takıp kafasını sağa sola ani hareketlerle çevirerek düşünmeye başladı. Aylin dehşet içinde öylece bakıyordu. Adamın hareketleri direk mizacını değiştirmiş, gerçekten de hasım olarak karşılaşmak istemeyeceğiniz bir hale bürümüştü. Özlem ‘‘İlkay yapma geçti tamam ‘‘dedi.
Duymuyor gibiydi. Adem ‘‘Abi sen şimdi diyeceksin ki Özlem size emanet ben gidiyorum, ben de diyorum ki Özlem abla baksın etsin nasıl yapıyorsa bana söylesin, Aylin size emanet ben gidiyorum diyip ben gideyim abi, ben senin kadar güçlü değilim ‘‘dedi. Bu sefer müracaat vicdanınaydı. Aklına ulaşamayınca Adem bu kapıyı zorlamaya başladı. Aylin ‘‘kimse bir yere gitmesin, bizi bir araya toplayan kader ne ise bir arada kalmalıyız ‘‘dedi. Gözleri gece karanlığında bile heyecan ve kaygıdan ıslanmış parlıyordu.
Özlem sinirlenip ‘‘kimse bir yere gitmiyor şu anda ‘‘diye bağırdı. Sesi birilerinin elbet duyabileceği bir yükseklikte gelmişti.
‘‘Şimdi burada sabahı edeceğiz ve sonra da sabahı ederken karar verdiğimiz plana göre hareket edeceğiz. Güvende olacağımız bir yer bulmalıyız, insanlardan uzak ve gelmesi zor bir yer. Neresi olabilir? ‘‘dedi. Kontrolü ele alması gerektiğini düşünmüş ve sazı eline almıştı. Onun yön vermesi bu gördüklerinden dolayı da genel manada kabul görecek bir tavırdı aslında. Bu yüzden de İlkay bile kendine gelip kulak verdi ve eşinin lafı bittiği gibi de düşünmeye başladı.
Adem ‘‘ada olabilir ‘‘dedi. Bulduğu fikir anlık gelen bir fikir değil bir süredir aklında dönen bir fikirdi. Teorik olarak da mantıklıydı.
‘‘Küçük adalardan birine gideriz. İçeride sağlam insanlar varsa onlara olayı anlatırız, yok manyamışlarsa zaten direk… ‘‘diyerek planını da daha bir açtı.
‘‘Bu pek çok kişinin aklına gelecektir zaten ‘‘dedi Aylin. Zaten genel manada karamsar, kötücül fikirler ve kötü ihtimallerle dolu bir zihni vardı bu cümlede onlardan birinin ürünü olarak Adem’e nefesini daha vermeden karşılık olarak geldi.
Sakinleşen İlkay silahları yerine koyup oturmuş ekibe tekrar dahil olmuştu. Aslında çok da sakinleşmemişti ama şimdilik bir durulmuştu da denebilirdi.
‘‘Çok kişinin durumdan haberdar olduğunu sanmıyorum. İnsanlar neye uğradığını şaşırmış haldeler. Ya yakalanmış ve Efendi’nin kölesi olmuşlar, ya da köleler tarafından katledilmişlerdir. Ne kadar uykusuz kalmış ve onlardan kurtulmuş olabilir ki? Uyumadan da ne kadar durabilirler ki? ‘‘
91
‘‘Biz ne kadar durabileceğiz? ‘‘diye sordu Adem.
‘‘Biz durmak zorunda değiliz. Ben Efendi nin mührünü kaldırıp emrini silebiliyorum, bunu Aylin’e yaptım hatırlasana ‘‘dedi Özlem. Omzundan aşağı dökülen saçlarını arkadan toplayıp bir düğüm atar gibi tuhaf bir yöntemle tutturdu. Havaya girmiş gibiydi, bu havayı da İlkay bozdu.
‘‘Olmaz. Aylin’i kurtardın evet ama sonrasında da komaya mı girdin ne olduysa oldu, bir daha tekrar olursa aynısı ya da daha kötüsü olmayacağı ne malum ‘‘dedi. Hissettiği öfkeye, endişeye, çaresizliğe yeni leveller katıldıkça katılıyordu neler olup bittiğini ve neler yapılabileceğini konuştukça. Sigarasını yakmasıyla derin derin çeke çeke bitirmesi bir olmuştu zaten.
‘‘Bana bir şey olduğu yok. Efendi bedenen dünyada olsa da ruhen ya da zihnen ne zıkkımsa aynı anda pek çok yerde. Bunlardan birisi de benim onun kölesi olan birine dokunduğumda gittiğim yer. Öldürdüğü insanlardan bir saray, bir mabet yapmış kendisine. Gerçeğin dehlizlerinden geçiliyor buraya ve orada sadece kendisi var. Dümdüz normal bir insan gibi duruyor ‘‘dedi. O anlar, ayağının bastığı cesetler, o sesler ve koku hatırasında gün gibi canlandı.
Aylin merakla ‘‘onu gördün mü, yani o dümdüz normal bir insan olarak ordaydı dedin, bize amacını anlattın ama bunları nasıl yapıyor, neden yapıyor, neden şimdi? ‘‘diye sordu.
Özlem pek kulak kabartmamış ve o arada düşünmüştü ‘‘Tekne ‘‘dedi. Gülümsedi. Hemen kafalarda kurgular yapılmaya başladı. Aylin’in soruları havada kalmıştı hatta kendisi bile tekne planını düşünmeye başladı. Yakında zaten konuşacak bol bol zamanları olacaktı.
‘‘Büyük bir tekne alırız, içine erzak doldurur ve açılırız böylece ada dahil her türlü kara parçasından ve dolayısıyla da insanların genelinden uzaklaşmış oluruz. Bence harika fikir ‘‘dedi İlkay gözlerinin içi parlayarak.
‘‘Ataköy Marina’da herhalde en yakın işimize yarayacak tekneler bulabiliriz ‘‘dedi Adem. Bazen ev ile iş arasında gece sabaha kadar içip sonra da işe yürürken ayılmak şeklinde yaptığı tuhaf eylemlerde sahilden yürürken bolca izlemişliği vardı bir miktar uzaktan marinadaki tekneleri. Hiçbir gün böyle bir teknem olacak mı diye aklından geçmemişti bile. Boş bir hayal olurdu zira. Ama şimdi bir tekne belki de hayatlarını kurtaracaktı ‘‘Belki de önünden geçip gittiğim teknelerden birisi ’’dedi içindeki ses.
Belki de…
İlkay kafada olayın bir kısmını kurup kurgular kurgulamaz hemen kaygılandığı asıl konuya geri döndü.
‘‘Tamam da, konu değişti. Sen Efendinin hizmetine giren birini her kurtardığında böyle mi olacak? Komaya mı gireceksin, tam ne olduğunu da anlamış değiliz ‘‘dedi.
‘‘Senden başka kaybedecek kimsem kalmadı, buna katlanamam ‘‘demedi. Bu içinde yankılandı sadece…
Özlem ‘‘bilmiyorum ne olduğunu, Efendinin ne yaptığını, ne emir verdiğini görüp onu etkisiz hale getirebiliyorum. Bayıldığımda da onunla görüşüyorum. Beni korkutuyor, çok korkutuyor evet ama bir yandan da faydalı bilgiler elde ediyorum ne olduğu ile ilgili ve orda olmamı da istemiyor. Beni geri gönderen, yani burada uyanmamı sağlayan oydu ‘‘dedi. O anları kısa bir tekrar hatırladıktan sonra. Hatıra eskidikçe etkisi geçiyor gibiydi ama yinelenmesi fikri de bir o kadar ürkütüyordu aslında. Korkuları ile ve korkularından kaçıp onlarla yüzleşmeyerek ürkek halleri ile bilinen Özlem sadece bir gün içerisinde kişilik olarak başka türlü bir halini keşfediyor ve keşfettikçe de ortaya koyuyordu.
‘‘Bu faydalı bilgileri de kullanacağız hem de bu gece ‘‘dedi ve planını anlattı.
Bu gece uyuyup dinlenebilmeyi düşünmeseler de en azından düşlemişlerdi ama bir süre daha uykunun haram olduğunu herkes kabullendi.
92
Adem hariç…
Adem bu gece uyuyacak kişi olarak seçilmişti.
19: GÖRÜNTÜ
Cornelius Efendisinden aldığı bilgi ile adrese doğru araba ile ilerliyordu. Arka koltukta oturmuş düşüncelere dalmış, daldığı düşüncelerden kurtulmak için de bir an önce işe yarar bir şeyler yapıp Efendisinin gözüne girebilmek adına adrese varmayı dört gözle bekliyordu.
Tekrar çocuk sahibi olup olamayacağını düşündü. Efendi’nin kıyımı bittikten sonra başlayacak yeni dünyada onun için nasıl bir yer düşündüğünü hiç paylaşmamış, sadece emeklerinin karşılığını fazlasıyla alıp hayallerine ulaşacağı söylenmişti.
‘‘Hayallerim ‘‘dedi. Ufak bir çocukken bile baba olmayı hayal etmişti. Baba olacak ve babasının ona yaptıklarını asla kendi çocuklarına yapmayacaktı. Efendi ile tanışıp ‘‘güce ‘‘direk bağlantılı olduktan sonra babasından alamadığı intikamı babasının mezarından aldığı o günü hatırladı. Adamın mezarına gitmiş ve kemiklerini çıkartıp kırıp atmış, bazısını sinirinden çiğnemiş, bazısını köpeklere yedirmiş yine de ciğerini soğutamamıştı.
Efendisinden babasını tekrar ete kemiğe bürümesini isteyecekti. Sonra da rahat rahat öldürebilecek, istediği işkenceleri yapabilecekti. Sonra da sanırım kaybettiği ailesini ama bu sefer yaratılacak olan yeni üstün ırktan olacak şekilde geri getirmesini isteyecekti. Sonsuz ve mutlu bir yaşantı için…
‘‘Yaklaştık Efendim ‘‘sözü ile hayallerden gerçeğe geri döndü. Aracı kullanan adam bir mezarlık kapısına gelmiş ve burada aracı durdurmuştu olası bir baskın yapabilmek adına.
‘‘Gir içeri, sessizce hareket etmeye gerek yok ‘‘dedi Cornelius ve yumruğunu sıktı.
Araç içeriye girdi ve sağa dönen patikayı takip edip sağlı sollu mezarlıkların başlayıp araç yolunun bittiği bir yere geldi ve durdu. Mezarlıkların arasında bir meşale yanıyordu ve bu meşaleyi tutan da Adem’di. Diğer elinde de büyük çuval gibi torba gibi bir şey vardı. Yanında da Aylin’in durduğu belliydi.
Dizleri üstünde.
‘‘Tam Efendimin söylediği gibi ‘‘dedi ve yürümeye başladı. O torbanın içindeki kafaları top gibi sektirmek, Özlem’in gözlerini bir üzüm gibi patlatarak yuvalarından çıkartıp Efendisinin ayaklarının önüne atmayı planladı yürürken.
Adem Aylin gibi iki dizinin üstüne değil, tekinin üstüne çökerek saygı ile başını eğdi ‘‘Efendimize armağanlarım ‘‘diyerek elindeki torbayı uzattı ve Aylin’i de kolundan tutup savurdu Cornelius’a doğru. Kız yere kapaklandı.
Cornelius ağzı düğümlü torbayı aldı, baya da ağırcanaydı ve pis kokuyordu. Kızı da saçlarından tutup yüzüne baktı. Doğru kişi olup olmadığını gözleri ile görmek için. Tek dizi üstünde sanki bir soyluya diz çökmüş gibi duran Adem’in saçlarını sevdi köpek sever gibi.
Çuvalın ağzındaki düğümü çözmeye çalışırken fark etmediği iki şey olmuştu.
Birincisi elindeki çuvalın içinde kesik başını bulacağını düşündüğü İlkay’ın aslında şu an geldiği arabada beraberinde getirdiği adamları arkalarından yanaşarak boğazlarını kesmek sureti ile indiriyor olduğu gerçeği.
İkincisi ise nazik ve yavaş adımlarla Özlem’in arkadan ona yaklaşıyor olduğu gerçeği.
93
Çuvalı açtı, içi mezarlığın etrafında otlayan ineklerin bokları ile doluydu ve kafasını kaldırması ile Adem’in eğilip diz çöktüğü yerden bir ok gibi sıçrayarak suratına kafayı gömmesi bir oldu. İki ayağı yerden kesilen bu iri kıyım adam yerden kalkmaya da Özlem’in dokunuşu nedeniyle fırsat bulamadı.
Özlem adamın alnına elini koydu, gözlerini kapattı. Gözlerini kapatırken de gören gözünü açtı tabii ki. O an için Özlem’e zaman durdu, her şey karardı…
Görüntüde küçük bir çocuk izliyordu. Çocuk Cornelius’du. Babası elinden tutmuş evin karşısındaki samanlık müştemilat kırması yere götürüyordu. İçeri girdiler ve adam kapıyı kapatmadan önce kafasını şöyle bir dışarı çıkartıp sağa sola baktı ve öyle kapattı.
Görüntü yerini bir kilisenin içinde bir ayine bıraktı. Yaşı daha da fazla büyümüş olan Cornelius ağlayarak dua ediyordu. Kilisenin içindeki diğer her kes ondan uzak bir yerlerde oturmuş, bir yandan dua ederken bir yandan da ona bakarak aralarında fısıldaşıyorlardı.
Sonra görüntü Cornelius’un kurduğu dar ağacına gitti, adam yağlı ilmeği boynuna doladı son kez gün batımını izlerken ağaca bağladığı ip üzerinde bedenini serbest bıraktı. Efendi’nin sesinden önce son duyduğu kırılan boynunun katırtısı olmuştu.
Özlem’de duydu.
‘‘Cornelius, duaların kabul oldu ve artık sana ölmek yok ‘’
Efendi bedenini ipten aldı ve yere yatırıp aynı Özlem’in yaptığı gibi alnına dokundu adamın. Ta ki Cornelius canlanıp gözlerini açana kadar.
Sonrasında görüntü Cornelius’un cinayetlerine, araştırmalarına, Efendisi ile konuşmalarına kadar gitti. Hepsini tek tek görürken harmoni bozuldu. Kaos kapladı görüntüyü. Efendi Cornelius’u uyumakta olanların aleminde gördüğü için devreye girdi ve olan biteni anladı.
Bağırışı binlerce kilometreden bile duyulmuştu.
Tüm bunlar sadece bir saniye içinde oldu ve Özlem bayıldı tekrar. Cornelius ise ele geçirilmişti artık.
***
Efendi her şeyi bilmek, yenileşen ve güncellenen, yeni ortaya çıkan her duruma vakıf olabilmek için her zaman tetikte yaşıyordu hayatını. Kıyıma başladığı zamana kadar. Kıyım hem emirleri vermeye odaklanmasından dolayı güçlerinin bu özelliğinden uzaklaştırıyordu, hem de kadim kehanetin laneti Göz’ü takip etmesini engellendiği için bu yaşananları ancak yaşandığı zaman tespit edebildi.
Yapabileceği de bir şey yoktu.
Cornelius hala uyku halindeydi ve ona ulaşmasında bir engel yoktu. İlk defa sinirle emri verdi. On binlerce, yüz binlerce insana değil sadece bir kişiye odaklanarak emri verdi.
‘‘yok et, yok et, yok et… ‘’
Oturdu koltuğuna. Alnından süzülen terleri sildi eliyle ve terlediğine şaşırdı.
Bu kadar bela olacaklarını tahmin etmemişti.
94
***
Özlem’in planı gayet başarılı işlemişti. Zamanlamayı harika ayarlamış, Efendi Adem’e emirleri verirken gizlice izlemiş ve gittiği anda da ona dokunup emirlerin hükmünü kaldırmıştı. Girdiği baygınlığı ise çabucak kurtulabileceği şekilde her yöntemi deneyerek kısa tutmayı başarmış ve onu ayıltabilmişlerdi.
Tek handikap gözlerinden akan kanlı gözyaşlarıydı. Adem’le temasında gördükleri de oldukça gam yüküne sebep olmuştu zira. Tanıyıp bildiğinden çok daha zor bir hayatı olduğunu görmek içini burkmuştu. Ama baygınlık esnasında düştüğü alemde bilincini yerinde tutup tekrar aynı yere gitmemiş, Efendi’nin karşısına çıkmamayı başarmış ve saklanabilmişti.
Bu arada eşinin yanına gelen İlkay ufak ufak tokatlarla başladı, sonra yine yüzüne su döktüler. Aylin’de kollarını çimdik çimdik edip acıyla Özlem’in bilincine düz kontak yapmaya çalışıyordu ve bu sefer daha da kısa sürdü. İnsanın adaptasyon gücünün harikalığı karşısında şapka çıkartılacak bir andı esasında.
Özlem ayıldı ve gözlerini açtığında kan boşaldı gözlerinden. Gotik filmlerde, korku filmlerinde sıklıkla kullanılan bir sahne olan kan ağlayan heykel görüntüsünün aynısına ulaşmak istercesine ifadesiz bir yüzü vardı zaten beyaz tenliydi yeterince de. Canı acımıyordu ama gerçekliği sorgulaması ve ayıldığına kesin olarak kani olması bir müddet aldı.
Cornelius çaputlarla, pantolon kemerleri ve onun arabasında buldukları iplerle elleri ayakları bağlanmış, ağzına da kumaşlar tıkanmış bir halde yerde yan yatmış duruyordu. Uyandığından beri aralıksız bağırarak inliyor, bir şeyler demeye çalışıyordu ama kimsenin umurunda değildi. Yanında getirdiği adamlar ise aralarında öldürme konusunda doğru dürüst tek deneyim sahibi olan kişi; İlkay tarafından halledilmişti.
İlkay askerlik yıllarından beri pek çok kavgaya karışmış ve silah kullanmadan adam yaralama becerilerini yer yer kullanmış fakat kimseyi öldürmemişti. Evlendiğinden beri de son derece sakin, hırçınlıktan uzak bir yaşantı sürmeye çalışmıştı. Ta ki bu olaylar başlayana ve amiyane tabirle dişine kan değene kadar. Tereddüt etmemiş, düşünmemiş, acımamış, sadece yapmıştı.
Şimdi de sıra Cornelius’a gelecekti ama nasıl? Geçen sefer araba ile çarptıklarında ölmüş olması gereken adam şu anda sapa sağlam, morluğu çürüğü bilmem nesi olmaksızın tekrar karşılarına dikilmişti. Daha da önemlisi neden onun geldiğiydi tabi.
Efendi ile yüzleşmek hem korktukları, hem de istedikleri bir şeydi. Korkmalarının sebebi onun karşısına çıktıklarında yaşayacakları mutlak mağlubiyet ihtimalinin kesine yakın olmasıydı. Bunu istiyor olmalarının sebebi ise herkeste bir miktar farklılık göstermekle beraber ‘‘madem eninde sonunda bu olacak, olsun ve bitsin ne olacak ise olsun ‘‘gibi bir içeriğe sahipti. Peki bu kadar güçlü kudretli bir varlık neden kendisi gelip işi bitirmiyor?
Diğerlerinin farkında olmadığı şey ise Özlem’in gitgide daha heyecansız, nitekim daha korkusuz ve soğukkanlı, daha düşünceli olduğuydu. Bu yaşadıklarının etkisinden farklı bir şekilde kendi içinde filizlenen, gördüklerinden dolayı oluşan bir şeydi. Uyku halinde iken dokunduğu herkesi ‘‘görüyor ‘‘olması yetmiyormuş gibi, onların anılarını yaşıyor ve kendine ekliyordu sanki. Bunun yükü diğer getirilerinden çok daha fazlaydı.
Herkesin daldığı derin düşünceler ve korkular Özlem’in sözleriyle bozuldu.
‘‘Efendi bu adamı çok uzun zamandır kandırıyor ve kullanıyor. Bunun tek düşüncesi geçmişinde yaşadıklarının daha güzel bir versiyonunu gelecekte yaşamak. Ama Efendi’nin kurguladığı gelecekte ona yer yok, kandırılmış ‘‘
Cornelius duyduklarından zerre etkilenmemişti. Efendisine bağı onun düşmanlarının lakırdıları ile zayıflayacak bir bağ değildi, olamazdı zira.
‘‘Sorun şu, Efendi’nin gücünün etkisinde değil, onun bağı gerçekten var olan bir bağ, bu yüzden onu eski haline asla ama asla getiremeyiz, çare yok bence ‘‘dedi ve yere çöktü.
Çare yok demesi aslında bir infaz emriydi, konu dönüp dolaşıp aynı yere gelmişti ‘‘Nasıl? ‘’
Adem nasılını çoktan çözmüştü ‘‘Yakalım, bedeni ölümden geri dönebiliyor olabilir ama ortada bir beden kalmazsa nereye dönüyorsun, yok öyle bir dava ‘‘diyip elini de kabadayı gibi havaya kaldırdı ve gülümsedi bilmiş bilmiş. Gülümsemesi kimsenin empati kurmaması ve kaşılık vermemesinden ötürü usulca kaçtı yüzünden.
‘‘İyi fikir ‘‘dedi Aylin. Ama benim daha iyi bir fikrim var…
95
20 – DAHA İYİ BİR FİKİR
Grup Cornelius ve ekibinin geldiği araba ile mezarlığı terk etmiş, Cornelius’u da arabanın arkasına bagajda buldukları iple çaputla bir güzel bağlayıp sürükleye sürükleye yol almıştı. Manzarayı gören nadir insan olmuş, onlar da Efendinin emrinde olan ve görevini başarmış deli katiller olduğu için gördükleri bu manzarayı alkışlayıp ıslıklayarak karşılamışlardı. Adem navigasyondan Ataköy Marina’yı bulmaya çalışırken Aylin’de interneti karıştırıyordu. Açtığı video bir youtuber a aitti ve çocuk neler olup bittiğini bir miktar anlamış gibi görünüyordu.
Genç adam belli ki her zaman videolarını çekmeye alışkın olduğu tertibatla değil, can havliyle videosunu yayınlıyordu. Bir köşeye sinmiş ışıkları söndürmüş, ufak bir mum ile aydınlattığı ortamda kısık sesle konuşuyordu.
‘‘Televizyon yayınları çoktan bitti, ayakta kalan ancak internet. Uyumayın sakın, uyuyan bambaşka birisi olarak uyanıyor. Tekrar söylüyorum sakın uyumayın ‘‘
Gözlüğünde, gömleğinin yakasında ve yüzünde kan lekeleri vardı. Bir şeylerden ucuz kurtulduğu belliydi. İlkay ve Özlem’de videoya dikkat kesildi. Aylin telefonu onlarında göreceği şekilde tutmaya başladı.
‘‘Az önce kız kardeşim beni öldürmeye çalıştı, annem babam yurtdışında ve onlara ulaşamıyorum. İnternette benzer yayınlar ve bildiriler görüp duruyorum. Dünyanın en megaloman adamlarından biri olan arkadaşım az önce canlı yayında intihar etti. Berk ya Berk, o adamın kendinden başka sevdiği hiçbir kimse yok olamaz, bu adam intihar etmez edemez. Herkes sevdiklerini öldürüyor sanırım ve bu her yerde oluyor ‘‘
Videoda arkada kapı çalma sesi duyuldu, bir çocuk çığlığı ile beraber ‘‘Aç kapıyı abi biri var burada beni öldürecek aç lütfeeen ‘‘diye bağırıyordu. Yayını yapan çocuk kameraya yaklaşıp ‘‘orada biri yok bana kapıyı açtırmaya çalışıyor ‘‘dedi. Gözleri yaşlıydı ‘‘Açmıycaaaam ‘‘diye bağırdı. Kapı daha güçlü yumruklanmaya tekmelenmeye başladı. Belli ki kız kardeşi neyi var neyi yok kapıya çarpıyordu ‘‘tamam abi sana gerçeği söyliycem, burada biri var ama beni değil, seni öldürecek, hadi aç abicim ‘‘diye psikopatça bir ses tonu ile tekrar mırıldandı ve ardından da yayın dondu ve öylece kaldı. Bir şekilde internet gitmiş olmalıydı.
Aylin telefonu kucağına koyup başını öne eğdi. Elleri ile gözlerini ve yüzünü ovuşturup derin bir nefes verdi. Arkada oturan İlkay ve Özlem’de arkalarına yaslandı. Olan bitenin hiçbir şekilde şakası yoktu.
Adem’de arada dikiz aynasından arkada sürüklenen Cornelius’u kesiyordu. Üstü başı lime lime olmuş, suratı elleri kolları paramparça olmuştu. Gülümsedi. Bagaja atmak için fazla tehlikeli bir düşmandı.
Marina’ya vardıklarında herkes yine de ihtiyatlı bir şekilde çıktı arabadan. Cornelius arkada yüzü gözü dağılmış tanınamaz hale gelmiş, insandan çok cansız bir eşyaya benzemişti, sanki eski bir paspas gibiydi. İlkay ve Adem ipinden çekerek deniz kenarına doğru sürüklediler.
Kızlarda teknelerden tekne beğenmeye çalışıyordu bir yandan da ortalığı kolaçan ederken. İlkay büyük bir kaya parçası buldu ve ipin fazlasını etrafında döndürerek düğümlemeye başladı. Cornelius paramparça olan ağzından köpüren kanların arasından bir şeyler söylemeye çalışıyordu ama anlayan ya da dinleyen yoktu.
Özlem büyükçe bir tekneyi gözüne kestirdi ve işaret etti budur.
Tekne Amerikan bandralı, oldukça lüks ve havalı görünen bir tekneydi. Dünyada adımlarını atamayacakları türden bir tekneyi dünyanın sonu gelirken sahiplenmenin ironisini hissetti Özlem. İlkay ile Adem’de o arada Cornelius u, daha doğrusu ondan geriye kalanları tekneye doğru sürüklüyorlardı.
Tekneye ilk adımı Adem ve İlkay attı. İçerisini şöyle bir keşfettiklerinde geniş kamaraları ve dolu kileri görmek gerçekten harika hissettirmişti anlık dahi olsa. Harika olmayan ise kamaralardan birinde belli ki sevişmek için getirdiği kadını yüzlerce kez bıçaklayıp sonra da kendi boğazını kesip yatağı kan revan içinde bırakan tekne sahibi ile manitasının cesediydi.
Kızları ve Cornelius’u bağladıkları kaya parçası ile güvertede bırakan Adem ve İlkay cesetleri de çarşafa sarıp denize atmayı düşünmüş ve bunu yapmak üzere hareket etmişlerdi. Özlem denize atma olayı gerçekleşmeden önce adamın cesedini görmek istediğini söyledi. Grup pek anlam veremese de izin verdiler.
Özlem cesede yaklaştı, sadece yüz kısmı açılmıştı.
Yaklaştı…
96
Alnına dokundu parmaklarının ucuyla ve gözlerini kapadı.
Görmek için…
Doğum anı, çocukluğu, babasının annesini dövüşüyle ilgili bazı anılar, birkaç tecavüz ve uyuşturucu partisine dair anı fragmanları, yiyip içtikleri gibi pek çok görüntü arasından kaptanlık eğitimi ile alakalı olanları gördü.
Ve aldı onları…
Öylece bir sehpanın üzerinde duran anahtarları alırmışçasına aldı.
Parmaklarını adamın alnından çektiğinde gözleri kan çanağına dönmüştü ama akmıyordu artık gözlerinden.
‘‘Siz bunları atın ben dümene geçiyorum ‘‘dedi.
Adem, İlkay ve Aylin birbirlerine baktılar. Tahmin ettikleri şeyin olup olmadığından tam emin değillerdi. Motorun çalışma sesi gelince emin oldular.
Adem ‘‘abi bu çok acayip bişey değil mi ya ? ‘‘diye atladı.
İlkay ‘‘Normal bir şey kalmadı, hadi ‘‘diyip Adem’i dehledi. Tekne bir miktar açıldıktan sonra önce cesetleri denize salladılar, sonra da sıra Cornelius’a geldi.
‘‘Ölmemiş dimi, bir daha bak bakayım ‘‘dedi İlkay. Aylin Özlem’in yanında kaptan köşkünde oturmuş hayran hayran kadını izliyordu. Daha önce defalarca kullanmışçasına profesyonelce hareket ediyordu Özlem, bir gün öncesine kadar ev hanımı olan ve hayatında hiçbir işte çalışmamış hayata dair deneyimleri izledikleri, gözlemledikleri, araştırdıklarından ve yaşadıklarından ibaret olan bu kadın şimdi baya baya büyük ve lüks bir tekneyi kullanıyordu.
‘‘Efendini tekrar görürsen ona de ki Adem abim senin ağzına sıçacakmış de tamam mı aslan parçası ‘‘dedi Adem Cornelius’un suratından geri kalanlara doğru. Şimdiye elli kere ölmesi gereken adam Efendisinin iradesi sayesinde hala hayattaydı ve son duyduğu bu salakça tehdidin ardından beline bağlı olan taşla beraber denize fırlatıldı.
Son söylemeye çalıştığı ise ‘‘ne olur öldürün beni ‘‘cümlesi idi, ama ağzından asla çıkamadı.
Grup sahilden olabildiğince uzaklaşacak ve bir miktar rahatlayabilecekti artık. Ta ki bir anda deniz dalgalanıp gökler gürleyerek bir kasvet çökene kadar.
***
Efendi ona göre bu ‘‘küçük beyinli aptallar ’’tarafından kandırıldığı gerçeği ile yüzleştiğinde tüm bağlantılarını kopardı herkesle. Şu an uykuya dalanlar, hiçbir risk ile karşı karşıya değillerdi. İradesini onlardan tamamen çekmişti.
Düşündü ve düşündü.
Düşündü…
Olan bitene rağmen onu hafife aldıklarına karar verdi.
Efendi’nin öfkesi tüm yeryüzünde hissedildi. Tüm canlılarda. Böyle insanın belinden başlayıp sırtına doğru yürüyen o soğuk rahatsızlık hissi gibi bir his değdi herkese istisnasız. Birkaç saniyeliğine yaşayan her canlı bu huzursuzluğu yaşadı.
Denizler kabardı ve dalgalandı, gökyüzünde rüzgarlar nereye eseceğini ve bulutlar nereye kaçışacağını şaşırıp birbirleri ile çarpıştı; fırtınalar, kasırgalar oluştu birkaç saniye içinde ve yine Efendi’nin sakinleşmesi ile duruldular.
Efendi bu ruh halinin ardından gözlerini kapattı ve iradesi ile Cornelius’a gitti. Yaptığı şeyin tam olarak tarifi beynini almaktı. Artık Cornelius orada denizin dibinde beline bağlı kaya parçası ile sonsuzluğun sonuna kadar balıklara yem olacak, yem oldukça geri iyileşecek ve sonra yem olmaya devam edecekti, beyinsiz bir şekilde. Bu da başarısızlıklarının bir cezası olacaktı ona.
Sonra Efendi mezarlıklara gitti, onlarcasına ve yüzlercesine. Yeni gömülmüş erkek cesetlerini tüm gücünü ve iradesini onlara yönlendirerek topraktan dışarı çıkarttı. Kimisi tabutla gömülmüş, kimisi ise mezarı tahtalanmış bir iki günlük cesetlerdi. Seçilmelerinde önemli olan kriter iri yarı erkek cesetler olmalarıydı.
97
Cornelius’u kısmen de olsa andıran.
Çıkartıldıkları mezarın tepesinde şuursuzca ve ölü olarak Efendi’nin iradesi ile tutulan cesetlerin vücutları şişip kabarmaya ve de suratları parçalanıp teninin altındaki kemiklerin şekli şemali değişmeye başladı. O kabarıklıklar kaslara dönüştü, suratları ise tıpkı Cornelius’a benzedi bu işlemle. Daha yaşlı görünenler bir miktar gençleşti ve genç olanlar bir miktar kocadı tam olarak Cornelius nasıl görünüyor ise tam da o hale dönüştüler. Sonra da Cornelius’tan aldıklarını bu kaldırdığı cesetlere verdi. Hepsine.
Yüze yakın Cornelius Efendi tarafından zihne de kavuşunca gözleri açıldı, kurtlanmaya başlamış olanların tenleri yenilendi, çürük yerler geri kanlanıp canlandı. Açılan gözlerinin giden feri geri geldi ve ölümden sonra tekrar ciğerlere oksijen dolmaya, yenilenen ve güçlendirilen kalpler bedenlerin içine fokurdayan bir kan pompalamaya başladı.
Tüm bu yeni Cornelius’ların beyninde zaten son aldıkları emir de yerli yerinde duruyordu. Hepsi farklı yerlerden aynı adrese doğru önceleri yürümekte zorlanarak, sonra daha da kendilerine geldiklerinden ötürü hızlı yürüyüp hatta yorulmak bilmeksizin koşarak yola çıktılar.
Özlem, Adem, İlkay…
Bunlar ölecek, Aylin ise Efendiye getirilecekti.
Ne pahasına olursa olsun…
Efendi iradesinin küçük bir kısmını bu Cornelius’ları yönlendirmeye atadı ve aklına gelen, uygulamaya koyduğu planı için kendi kendine övünerek gülümsedi.
Şömineye doğru döndü, ateşi izledi. Yüzüne vuran sıcakla gözlerini kapatıp işine geri döndü.
***
Denize atılan cesetler sıradanlıktan son derece uzaklaşan hayatlarındaki yaşadıkları son günün son sıra dışı olayıydı. Aslında böylesine lüks bir teknede bu dört kişinin buluşması da sıra dışıydı en nihayetinde ama sonuçta oturup konuşmak, biraz normale dönmeye çalışmak, kişisel ihtiyaçların giderilmesi bu normalleşme hissine sebep olan nüanslardı.
Teknenin buzdolabı oldukça lüks yiyecek ve içeceklerle doluydu ilaveten alt kamaraların sonunda küçük bir kileri bile vardı. Ciddi bir alkol stoku, uzun yolda müşkül durumda kalınırsa kullanılabilecek konserveler, kavanozlarda yiyecekler hazır kuru gıdalar, mısır gevrekleri.
‘‘Ekmek olarak sadece kruton var ‘‘diyip ardına da zor duyulur bir küfür sıkıştırdı Adem kileri karıştırırken. Bir an için sıcak bir tabak yemeğe koca bir lokma ekmek bandırıp yemenin bir daha mümkün olmayacağını düşündü. Hiç lazım değilken birdenbire buna aşerdi, ‘‘şimdi bir kuru olacaktı… ‘’
Tekneyi bir güzel keşfettikten sonra herkes kaptan köşkünde toplanmış sigaraları yakmış iki dakikada duman altı etmişlerdi bile orayı. Açılabilecek ne kadar cam çerçeve açmalarına rağmen. Aylin dumandan bir miktar rahatsız olsa da şikayet edecek hali yoktu. Arada derede sigara içen birine göre zaten kendisi de bizzat iştahla körüklüyordu. Yola çıkmadan önce tekelden silahlarla birlikte sigaraları da patlatmış olmaları bir müddet rahat ettirecekti ekibi.
Bir miktar tabi.
İçme suyu da, diğer bazı ihtiyaçlar da elbet giderilmek üzere karaya dönüş yapmak zorunda elbet kalacaklardı.
‘‘Güneşin doğacağı yok anlaşılan ’’ dedi İlkay sigarasını söndürürken. Meyve suyu ve biraz da kraker kemirmişti öncesinde altlık olarak.
‘’ Güneşin doğmaması gibi bir durum yok, doğa olayları anlık değişimler ve etkileşimler hariç gayet normal bir şekilde seyrediyor. Güneş doğuyor ve batıyor, sadece biz görmüyoruz. Efendi algılarımızla oynuyor bizi psikolojik olarak da tüketmek için.’’ dedi Özlem. Gözlerinin altı torbalanmış, gözleri iyice kanlanmış ve bitkin görünüyordu.
‘’ Ne olacak yani, bize gün doğmayacak da ne olacak. Ulan biz zaten imkânı olsa gece kuşu gibi yaşayan, gece sabahlayıp taze çıkan poğaçaları yiyip üstüne uyuyan, gün batarken de uyanan tipleriz. Mal, bize güneşi göstermesen ne olacak ‘‘ diye ezikledi Efendi’yi Adem.
İlkay evden çalışan bir çizer, Özlem ev hanımı, Adem ara sıra çalışan genelde çalıştığı işlerden kovulan bir tip, Aylin desen 2. Öğretim ressamlık fakültesi mezunu. Gerçekten de gececi tipler yani.
98
‘’ Peki tüm bu olup bitenlerle bizim aynı rüyaları görmemizin bir alakası var mı abla? ‘’ diye sordu Aylin. Her şey o kabuslarla başlamıştı en nihayetinde.
‘’ Efendi biz uykudayken beni ve birbirimizle olan yakınlığımızdan dolayı bizi bulmuş oldu. Herkese öldürme emirlerini vermeye başlamadan önce de insanlara rüyalarında ulaşıp belli görevler veriyordu devamlı bu günlerin hazırlığı için. Bizi de bir noktada birleştirmek için bunu yaptı. Gücünün yettiği ve yetmediği şeyler var. Bunların sınırlarını tam olarak bilmiyorum, sadece Tanrısal güçleri var bunu biliyorum ‘’ dedi. Konuşması gittikçe daha çaresiz bir ses tonuna evrilmişti. İnsan ne olursa olsun yaşantısı devam ettiği sürece içine girdiği zorlukların bir şekilde biteceğine ve razı gelebileceği türden bir konfor anına geri dönebileceği düşüncesi ile yaşar ve bunu başaracağına da inanır. Hayatı devam ettiği sürece hep böyle olmuştur çünkü. Ama şimdi Efendi’nin aslen yapmaya çalışmadığı, ama yaptıklarının bir sonucu olarak ortaya çıkan durum, hiçbir şeyin bir daha eskisi gibi olamayacağı, razı gelinebilecek bir rahatlığa bir daha eremeyecekleri düşüncesi git gide acı bir şekilde içlerine oturuyordu.
Özlem bir daha evin ufak tefek işini halledip sonra playstationın başına geçip araba yarışı oynayamayacaktı. İlkay sevdiği dizinin göt gibi bırakan sezon finalinden sonra neler olacağını asla izleyemeyecekti o yerinde pek rahat ederek oturduğu koltuğunda. Aylin hayallerindeki ve rüyalarındaki gördüğü fantastik mekânları resmedemeyecekti evinin bahçesinde. Adem’ de bir daha sahilde dertlerine içemeyecekti arabesk arabesk. Kaldı ki uğruna içtiği dertlerinin birçoğu da şu an tırıvırı kalmıştı. Yok o kız onun teklifini kabul etmemiş uyuz bir çocukla çıkmış, yok bu arkadaşında altında araba cebinde son model telefon varken bizim Adem’cik el arabası ve takoz telefonla kalmış vs vs.
Tabi ailesinden kayıpları ile alakalı durumlar bu kavramdan ayrıydı. Adem zaten onların kaybıyla o rahatlığa bir daha asla ulaşamayacağı bir hayatın içinde bulmuştu kendini.
‘’ Tanrısal güçlerini insanlığın iyiliğine kullanmak varken insanlığı yok etmek için kullanmak da büyük bir acımasızlık. İlla yok ederek mi daha iyi bir uygarlık başlatılabilir. Islah edilemeyecek noktaya mı gelmiş yani insanoğlu? ‘’ dedi Aylin. Aslında sorunun cevabı hakkında kendisinin de bir fikri vardı.
‘’ Evet ‘’
Bu cevabı veren İlkay, Özlem ve Adem’di. Aylin de aslında içinden aynı cevabı vermişti ama dudaklarından dökülmemişti.
‘’ Ucu bize dokunduğu için şimdi böyle demek kolay tabii ki. İnsanlıktan, insanlardan nefret eden, tiksinen, batsın bu dünya diyen, sapıklıklardan ve zalimliklerden ve haksızlıklardan da bıkan, lanetler eden de bizler değil miydik? E Allah belamızı verdi işte, aldı birini vesile etti, bak yok olup gidiyor insanlık ‘’ dedi Özlem. Bunu söylerken gördükleri ve son bir günde yaşadıkları geçti gözünün önünden parçalar halinde. Boğazı kurumuş ve hatta susuz kalmış olduğu için 2 dakikada 2 bardak su içti. Biraz gözlerinin feri geri gelmeye başladı.
‘’ Efendi kıyamet getirmiyor, dünya evren vs yok olacak değil, onun hesabı bizimle. İnsanlıkla, o bizi bitiriyor yok ediyor ‘‘ diye devam etti.
‘’ Peki ne olacak, nereye kadar kaçabiliriz ki? Ne kadar saklanabiliriz? Biz hadi diyelim ki son ana kadar saklandık, yaşadık. Efendi eninde sonunda bizi de ayıklamak isteyecek, her canlı ölümü tattığında en son sırada biz de kalsak gerekirse bizi kendisi bulur gelir bizzat halleder, ama halleder sonuçta öyle değil mi? ‘’ dedi Adem.
‘’ Nereye kadar kaçabiliriz bilmiyorum ama gittiği yere kadar zorlayacağımızı biliyorum. Bilmediğimiz ama hayatta kaldıkça öğrendiğimiz şeyler var. Son gelmediği sürece, son gelmemiştir ‘’ dedi İlkay. Azmi ve siniri yüzünden okunuyordu. Bıraksan suyun üstünden koşarak giderek Efendi’ ye saldıracak bir psikoloji içinde olduğu halde bunu yapamıyor olması da içini kemiriyordu.
Herkes yaşadıklarından ötürü ve yorgunluktan dökülüyordu bir köşeye kıvrılıp uyumak düşüncesi öylesine cazipti ki esnemeler birbirlerine bulaşıyor, birinden görüp kendi de esneyen gördüğü kişiye laf edip bu arada başkasına bulaştırıyordu.
99
‘’ Şöyle yapıcaz; ‘’ diye lafa girdi Özlem aralarında öyle ya da böyle en fazla uyumuş kişi olarak ‘‘ Ben herkesi yattığı yere bağlıycam bir güzel ellerinden ve ayaklarından, böylece uyuyabilecek dinlenebilecek. Birkaç saat sonra da uyandırıcam ve Efendi’ nin teması olmuş olsa bile onu etkisiz hale getirmiş olucam ‘‘
‘’ Bu bizi hayatta tutmak için bu durumda bulunmaz bir nimet olur, peki sen nasıl uyuyacaksın abla? ‘’ diye sordu Aylin. Uyku için deliriyordu şu anda bir iki saat için dahi olsa.
‘’ Bana bir şey yapamaz ‘’ diye net konuştu Özlem sigarasını yakarken ‘‘ Bana dokunamıyor, yapabiliyor olsaydı şimdiye çoktan yapardı ama tek yaptığı korkutmak oldu. Ama sana dokunabiliyor bunu gördük. Madem çok önemliydin onun için neden direk ona gitmeni değil gelip bizi öldürmeye çalışmanı emretti onu da bilemiyorum, belki bir fırsat olarak kolayca hallolacak bir şey olarak gördü ‘’
Aylin ‘’ Bilmiyorum, benimle ilgili neler düşündüğünü, ne yapmak istediğini bile sen gördün sen söyledin abla. Keşke bunların hepsi bir kâbus olsa ve uyansak, her şey iki gün önceki gibi olsa. O beğenmediğimiz, bok attığımız ama içten içe bizim için normal olan o dünyaya kavuşsak ‘’ diyip iç geçirircesine nefesini verdi.
‘’ Artık bu imkansız, geri dönüş yok. Bütün dünya günlerce kan kokacak, insanlık yok olana kadar Efendi durmayacak. Herkes onun emrine girmiş birer deliden ibaret kalacak çok kısa bir süre sonra ve herkesi de üstümüze salacak zaten. Buna hazırlanmalıyız ama buna nasıl hazırlanılır ki? Ölüme hazırlansak daha iyi ‘‘ dedi Adem, içi kapkaraydı ve diğerlerinin de aynı şekilde.
Birden bir korku kapladı içini, denizin ortasında kaçacak yer de yoktu? En azından kaçmaya çalışacak. Teknelerle gelen bir saldırı olsa yapılabilecek son çare denize atlayıp kaçmaya çalışmak olabilirdi ama nereye kadar? Zaten aman aman iyi bir yüzücü değildi, bok gibi sigara içip durduğu için de zaten çabuk yoruluyordu. Teknenin sabit durmayışı da inceden rahatsız etmeye başlamıştı. O hafif hafif sallanma hissi içinden derinliklerinden bir bulantı hissini çağırıyordu. Zaten zar zor tıkındığı üç beş lokma bişey midesinde duracak gibi değildi. Üst üste yutkunup duruyordu.
‘’ Ada, ne yapıp edip bir adaya sığınmalıyız, böyle teknede olmaz ‘’ dedi zar zor.
Herkes bu fikirden kendi payına bir şey alıp düşünmeye koyuldu. İpler bağlandı kamaralarda yattıkları yerde. Eller ve kollar bağlandı. Biraz uyku ve dinlenme…
Herkesi bağlayan Özlem oldu ve en çok dil dökmek zorunda kaldığı da kocası İlkay’ dı. Gözleri kan çanağına dönmüş, hayatının en berbat günü mü gecesi mi gökyüzünden ne olduğu belli olmayan bu zaman dilimini artık kendi de tükenerek tüketmişti. Çaresiz kabul etti. Bir hareketlilik, farklı bir durum ne olursa olsun ilk uyandırılacak olan olmayı taahhüt olarak alarak. Vücudundaki ağrılar gözlerini kapattığı anda sanki siren gibi çalmaya, kafası da tencere tava vurmaya başladı. Uykuya dalması birkaç dakikadan fazla sürmese de bu süre ona gün gibi geçmişti.
Adem ve Aylin yan yana kamaralardaydı. Parlak cilalı ahşap kaplamalarla süslü koridorlar ve beyaz lakenin hakim olduğu kamaralar gereğinden fazla lüks geliyordu zira Adem hayatında yattığı en rahat yatakta buldu kendini. Rahatlığını bozan tek şey el ve ayaklarının sıkı sıkıya bağlı olmasıydı. O da, Aylin’ de kendi kamarasında bileklerindeki zonklamanın ritmini dinleyerek uyudular.
Herkes yattıktan sonra Özlem dışarı çıktı. Gökyüzünde güneş ya da ay, yıldızlar bulut hiçbir şey yoktu. Sadece karanlık. Gözlerini ovuşturdu. Evinde son huzurla uyuyup uyandığı günün ardından geçen bu süreyi uykuda ve yarı baygın geçirdiği için bir yorgunluk hissi yoktu bedeninde. Ama ruhu tükenmiş, gözleri de baya bir yorulmuştu.
Bütün bu olup bitenin sonunda ne olacağını ve ölümü düşündü. Dünyanın sonunu, günlerin sonunu ve her şeyin bitişini görecek olmak fikren heyecanlı olsa da günün sonunda şahit olduğu onca dehşet, ıstırap, acı bu heyecana değmeyecek bir yük bırakıyordu omuzda ister istemez.
Denize baktı eğilip. Marmara suyunu hiç bu kadar karanlık görmemişti. Sahil kenarı bir semtte doğmuş büyümüş, türlü sebeplerle gece ve gündüz bu denizin etrafında olmuştu. Hiç bu kadar tekinsiz bir his vermemişti deniz. Bakmayı bıraktı.
Saatine baktı, gece üçe geliyordu. 6 saat sonra herkesi uyandıracaktı. Herkesi uyandırdıktan sonra da zaten uyuma sırası ona gelecekti.
100
21 - ADA
Prenses adalarından birisine konuşlanmak iyi bir fikir değildi. En azından büyük adalar. Ama belki tavşan adası ya da oralardaki adıyla hayırsız ada belki bir çözüm olabilirdi. Hem anakaraya yakın, hem de uzaktı yeterince. Normalde pek insan yaşamazdı, sadece geçip giden balıkçılar uğrardı soluklanmak için ya da sandalla açılıp orda piyizlenen şarapçılar. Bir iskele bir tatlı su kuyusundan ibaret bir ada. Güvenli mi? Kısmen…
Yaşanır mı? Yine kısmen…
Olası bir saldırıda kaçılır mı? O ancak yaşanınca öngörülebilecek bir şey olabilir. İskelede tekne hazır tutulur, adada barınacak barakalar yapılır, mutlak surette bir kişi devamlı gözcü olur ve nöbetleşe bu kişi değişir. Yaklaşan her türlü gemi, tekne, sandal vs için sorgusuz sualsiz ateş açılır.
‘’ Bu saatten sonra dokunmadığım kimseye güvenemem ‘’ dedi Özlem kendi kendine. Dokunuştan kastı Efendi’nin hükmünü kaldırmasını sağlayan dokunuştu.
İçtiği sigaranın külünü savurmuş bitince izmariti elinde kalmıştı. Denize atmaktan imtina etse de bir süre sonrasında sigarayı baş parmağı ve orta parmağı arasında sıkıştırıp fiyakalı bir şekilde denize fırlattı.
‘’ Artık ne kıymeti var ki? ‘’
‘’ Kaç saat geçerse geçsin sabah olmayacak, güneş doğup batıyor olsa da bize doğup batmayacak. Biz burada yaşamak için direnirken insanlar birbirlerini öldürerek yok olup gidecekler.’’ dedi içindeki acımasız ses; yaktırdı yine yeni bir dal daha sigarayı.
Serindi yaz olmasına rağmen, içeriye gidip torbalardan bulup buluşturup üstüne bir hırka geçirdi ve uyuyanları kontrol etti. Kimseden horultu hariç ses seda yoktu. Eşinin yanına kadar yaklaştı diğerlerini kapı önünden kontrol ettiği halde. Gözlerini kapadı ve İlkay’ a odaklandı. Gözlerini kapattığı anda açılan bir gözü daha olmuştu artık. Fıldır fıldır dönen, insan gözünün göremeyeceği ne varsa onu arayıp görmeye çalışan ve cismani olmayan bir göz.
Önüne gelen görüntüde İlkay Özlem’ in boğazını sıkıyordu ve arada elleri ile kadının başını çok rahatça kendine doğru savurup gelişine de kafa atıp duruyordu. Yüzünde burnu kırılıp içine göçmüş, gözlerine kadar morarmış ve ölü bir ifade vardı. İlkay ise bitmek bilmeyen bir kin ile vurup hevesle gülüyordu bir yandan da boğazını sıkarken.
Gözlerini açtı, diğer göz kapandı. İlkay orda öylece uyuyordu. Kocasının dökülmeye yüz tutan sarı saçları arasında ellerini gezdirdi ve ‘’ dokundu ‘‘
Kâbus sona ermiş ve etki de kalkmıştı. Sanki adamın uyurken dahi çatık gibi duran gergin duran kaşları ipinden salınmış gibi serbest kaldı ve yüzüne bir huzur ifadesi çöktü.
Sırasıyla Adem ve Aylin’ i de dolaştı. Adem Aylin’ i Efendiye teslim ettiğine dair bir kabus görüyordu. Cebinde de bir çift göz vardı Efendiye sunacağı. Aylin ise kendini bir tahtta görüyordu. Önünde ömrü boyunca tanıdığı gördüğü, bildiği herkesin cesedi serilmişti. Kucağında ise bir bebek vardı. Özlem iyice yanaştığında bebeği ancak görebildi. Ucubeye benziyordu benzemesine ama Aylin yine de sevgi dolu bakışlarla izliyordu bebeği.
Dokunuşu Adem’i de, Aylin’i de kabusundan arındırıp huzurlu bir uykuya bıraktı. Üstüne gam yükü çöken Özlem olmuştu. Olan ona olmuştu. Gözlerindeki yaşı sildiğinde ellerinin kanına boyandığını gördü. Yüzünü elleri ile kapatıp ağlamaya başladığında da akan kan damlalarından başka bir şey değildi.
Görmek de onu öldürüyordu ve bunun farkındaydı.
Zamanın biraz daha hızlı geçmesi için dua etmekten başka elinden bir şey gelmedi.
101
***
Sabah onlar hariç herkese gün doğduğunda grup daha yeni uyumaya başlamış ve gün öğlen saatlerini geçtiğinde önce İlkay, sonra da Adem ve Aylin uyandırılmıştı Özlem tarafından. Herkesi serbest bırakmadan önce özenle herhangi bir etki ve delüzyon etkisinde olup olmadıklarını kontrol etmiş ve öyle serbest bırakmıştı Özlem. Pek yorgun hissetmiyordu ya da aç. Sadece bitmek tükenmez, azalmak dağılmak bilmeyen bir tedirginlik hali vardı ve bunun mental yorgunluğu her türlü fiziksel yorgunluğu mumla aratır cinstendi.
Kuru ekmek ve reçel yiyerek ve pek de konuşmadan bir şeyler yediler beraber.
‘’ Hayırsız ada ‘’ Herkes birden pür dikkat kesildi. Özlem ‘’ ben ada fikrini çok düşündüm, başka bir çare düşünemiyorum ve hayırsız ada hem İstanbul’ a kısmen yakın, hem küçük, hem kimse yaşamıyor orada ‘’ dedi ve ‘’ bildiğim kadarıyla tabi ‘’ diye de ekledi.
‘’ Adında bile hayır yok, hem o ada Osmanlı zamanında köpekleri ölsünler diye sürgün ettikleri ada değil miydi? Yok mu başka alternatif? ‘’ diye sessizliği bozan İlkay oldu. İlkay her zaman hayvanseverliği ile bilinen biriydi. Mahallede kuş kapan kediyi bile taşlayıp kuşu kurtardığı bir macerası anlatılırdı herkese ‘‘ Başka şey yesin kuşu ne yiyo piç ‘’ demişti kediye. Onun korkusuna mahallenin çocukları kedi köpek bile kovalayamazdı oynamak için bile olsa.
O yüzden belki soğuk bakmıştı İlkay. Adem ‘’ diğer adalar büyük ve yerleşimi olan adalara daha yakın, yani tehlikeye daha yakın diyebiliriz, bence güzel tercih ‘’ dedi. İlkay muhalif tavrını sürdürmek istercesine ‘’ tavşan adası var yakın, orayı neden düşünmüyoruz ki? ‘’ diye sordu.
‘’ Orası çok küçük ve çorak ‘’ dedi Özlem.
‘’ en azından duruma göre kaçacak bir yerimiz bari olsun değil mi? ‘’ dedi Aylin. Uyandığından beri modu tamamen karanlık ve kasvetliydi. Gözleri ölü ölü bakıyordu. Kabuslarını belki gün gibi hatırlıyor olmak, belki de kapana kısılmışlık hissi. En çok da çare olarak ölümü dahi düşünemiyor oluşuydu koyan.
Tek yapabildiği kendisini akışa bırakmaktı, ne olacaksa olsun diyerek.
‘’ Bence gidelim, keşif yapalım, ada hayatı için ihtiyaçlarımıza bakalım ve en önemlisi de orada güvenliği nasıl sağlayabileceğimizi görelim ‘’ dedi Adem. Hareket etmek, bir işe yaramak ve biraz olsun umut elde edip iyi hissetmek istiyordu.
‘’ O zaman gidiyoruz ’’ dedi Özlem ve dümene geçti, motoru çalıştırdı ve teknolojik ıvır zıvırlardan anlayan Adem’ in sağı solu kurcalamasına aldırmaksızın adalara doğru dümen kırdı.
Adem farkında olmadan telsizi açmıştı birkaç dakika önce fakat ancak gelen ses ile bunu fark ettiler.
‘’ Aaaayyliiiiiinn ‘’
Ses dişlerin arasından sızmış bir fısıltı gibiydi, ürkütücü ve balgamlı çıkmıştı.
Herkes aynı anda telsizin hoparlörüne döndü. Adem sesi tanımış gibiydi, gözleri kocaman açıldı.
‘’ Bu ses… ‘’
Şeytan dürtmüş gibi ürperdi Aylin.
‘’ Aaaaaayliiiiinnn ‘’
102
Özlem Aylin’ e dönüp başını iki yana salladı, eli usulca telsiz in on/off tuşuna doğru yöneldi. Adem, dur yapma dercesine elini Özlem’ e doğru uzattı.
‘’ Annemiz yanımda Aylin, inanmayacaksın ama bir mucize oldu ‘‘
Ses Aylin’ in kazada annesi ile birlikte kaybettiği abisine aitti. Kazadan bir tek babası kurtulmuş fakat içkili olduğu için Aylin hep babasını bu ölümler için suçlamıştı.
‘’ Aylin, marinaya geldik biz, hadi gelsene ‘’
Kızın gözleri fal taşı gibi açıldı. Yıllardır mezarda olan annesi ve abisi…
Acaba Efendi...?
Özlem’ in gözlerinin içine baktı…
‘’ Gidelim mi? ‘’ dercesine.
Özlem başını iki yana salladı. Konuşmadan diyaloğa girmiş gibiydiler. Aylin ‘’ Ama annem ‘’ der gibi baktı, gözlerinden yaşlar dökülürken.
Adem ‘’ şerefsiz kansız orospu evladı, çektiği numaraya bak ‘’ diyip Aylin’ in karşısına geçti ‘‘ Aklınla oynuyorlar, orda bizi tuzaktan başka asla bir şey bekliyor olamaz Aylin ‘’ dedi.
‘’ Orospu ne zamandır mezarıma da gelmiyorsun zaten, senin gibi evlat doğuracağıma kıçımdan taş çıkarsaydım keşke ‘’ diye haykırdı kadının sesi.
Aylin hıçkırarak ağlamaya başladı, ‘’ yeter, duymak istemiyorum kapatın o zaman ‘’ diye bağırdı. Adem yerin dibine girmişti utançtan. Bu dramaya sebep olduğu için kamaranın içinde küçüldükçe küçüldü.
Özlem telsizi eline alıp konuşma butonuna bastı ‘‘ Bizi kandıramazsınız, yiyorsa siz gelin ‘’ dedi yürek yemişçesine. İlkay sırıttı ama o gülümseme Aylin’ in hıçkırık sesiyle birlikte yok oldu ve yerini bir miktar utanca bıraktı.
Telsizden bir emme sesi gelmeye başladı. Salakça ve tekrar edip duran, arada bir nefes alma sesiyle birlikte tuhaf sesler gelmeye başladı önce, sonra da emme sesi devam etti
‘’ Annemin memeleri süt dolu, hadi gel sen de birini kap Aylin, harika ya nasıl özlemişim ‘’ cümlesi telsizden duyulan son cümle oldu.
Özlem yüzünde bir tiksinti ifadesi ile kapattı. Son cümle herkesin ağzında leş bir tat bırakmıştı. Aylin ise suskun deli gibi bir noktaya bakıp kalmıştı.
‘’ Şerefsizler, abi gidip gebertelim marina da kim bekliyorsa Allah aşkına gidelim’’ diyip belindeki silahı çıkardı.
Özlem sadece baktı. Ama öyle bir baktı ki, o bakışlar görmekten çok gösteren gözlere aitti. O an için gösterdiği de bakışların kelimelere dönüştüğü ve ‘’ saçmalama ‘’ dediği bir gösteri idi.
Adem silahı usulca cebine koydu. Özlem’in gitgide yumuşak huylu sakin bir kadından keskin tavırları, mimikleri olan ve işlerin istediği gibi gitmeyişine hiç tahammülü olmayan bir kadına dönüşmeye başladığını fark etti. İlkay ayrı bir şekle bürünmüş, Aylin zaten perişan olmuştu. Bir kendisi sanki pek etkilenmemiş gibi görünüyordu kendisine.
103
Gamsızlık mı? Kaybedecek bir şey yok tripleri mi? Neden olduğunu tam olarak anlayamasa da sanki hala kendi olmayı başarabilen bir kendisi vardı.
‘’ Adaya varmalıyız bir an önce, tuzaklarına düşmeyelim, bizi Marina’ da kim ve ne bekliyor bilmiyoruz. Bela bekliyor o kesin. Ona da yeterince battık zaten. Aylin sen de topla kendini, duydukların gerçek değil hadi artık.’’ dedi Özlem ve yol ile dümene geri çevirdi dikkatini.
Herkes bir köşeye sindi ve öylece oturup kaldı. Konuşan yoktu, hatta birbirlerine bakarken bile göz göze geldiklerinde gözlerini birbirlerinden kaçırıyorlardı. İlkay içinde büyük bir hırs ile oturduğu yerde zor duruyor, Aylin duyduğu seslerin kulaklarında yankılanmasından kurtulmaya çalışıyordu. Adem ise hala marinaya dönüp bu adice şerefsizce yaptıkları şeyi onlara ödetmediklerine kızıyordu.
İşler yolunda giderken işler hep yolunda gidecek zanneder insan. Adem’ de sanki gitseler orda her ne bok varsa ne tuzak kurmuş bekliyor olsalar, yine de gidip onları tepeleyip yaptıkları adiliği ödetebileceklerine inanıyordu. Geçip Aylin’ in yanına oturdu ve kızın gözyaşlarını sildi. Aylin yitik görünüyordu. Sanki bitse de kurtulsak der gibi. Ama bitip kurtulmaya en uzak kişi de o gibi görünüyordu. Yüzüne döküle saçlar gözyaşlarına yapışmış, ağlamaktan çirkinleşmiş yüzünün sanki varlığı bile rahatsız edermiş gibi elleriyle yüzünü ovuşturup sonra da saçlarını arkaya savurdu. Derin bir nefes çekti ve ayaklanıp ‘’ ben biraz yatıcam ‘’ dedi.
Özlem duyar duymaz arkasını dönüp, ‘’ dur şimdi, varmak üzereyiz Aylin’’ dedi.
Zira ada ufukta görüneli çok olmuştu.
‘’Umarım adada bizi kötü bir sürpriz beklemiyordur.’’
Hepsinin içinden geçen tam da buydu.
22- KÖTÜ SÜRPRİZ
Adada bekleyen kötü sürpriz yaklaşmakta olan tekneden habersiz ateşte pişirdiği etleri yemiş, yanında üstünde domates peynir yenmiş gazete kağıtları rüzgardan uçmasın diye taşlarla sabitlemiş, bir şişe de rakıyı devirmiş göbeği gök yüzüne bakar halde öylece yatıyordu. Gözleri güneşe açık bir halde bakmaktan artık güneşi silik bir leke olarak görüp onun haricinde her yeri de karanlık olarak görüyordu. Mırıldandığı şarkının sözleri;
Silinmiyor gözlerimden o hatıralar
Uzadı bitmiyor, bu aylar yıllar…
Öldür beni, yaşamayı istemiyorum.
Senden ayrı bu çileyi çekemiyorum…
diye gidiyordu.
Tekne yaklaştıkça şarkının sözleri kısıldı, kısıldı ve sonunda sustu.
Ayağa kalktı…
Gözleri tam olarak ufku göremiyordu. Güneşin gözünde bıraktığı leke odaklanıp seçmesini engelliyordu. Görev edinmişçesine tekneye doğru bakmaya ve toparlanmaya çalışmaya devam etti. Ta ki tekneyi gördüğü an…
Sarsıldı…
İradesi elinden alındı…
Artık onun gözlerinden bakan adam değil, Efendi’ nin kendisiydi. Efendi sağa sola baktı, nerede olduğunu anlamak istercesine. Aptal herif hangi adada olduğunu kendisi bile bilmiyordu zaten gelirken bile az buçuk sarhoştu. Ama Efendi nerede olduklarını anladı.
Emri verdi ve çekildi, iradeyi geri adama bıraktı.
Öldür…
104
***
‘’Adada biri ya da birileri var…’’
‘’Sandal var bir tane’’
İlkay elf gözü olmayan gözleri ile seçebildiği kadarı ile yanaşmış bir sandal görmüştü.
Adem yine silahını çıkardı belinden ‘‘Abi sandal olsa da olmasa da zaten o adayı komple tavaf edip içinde kim varsa öldürücez, çaresi yok’’ diyip sırıttı.
‘’ Bu salağı önden salalım, bu çok film izlemiş’’ dedi İlkay Adem’ in ensesine vurup ‘‘ Evladım, öldürmek zorunda değiliz. Diyelim ki birileri var, etkisiz hale getiririz sonra Özlem etkiyi kaldırır, adam normale döner, katil miyiz biz kurtarma şansımız varken?’’ dedi.
Adem silahı yine beline geri koydu. Ortamın haylazı gibi davranmak hoşuna gidiyordu. Argümanını savunmak için kafasında bir çare düşündü ve ‘’ iyide abi, bu arabaya otostopçu almak gibi, ben ne biliym belki herif orijinalden katil, kötü biri’’ diyip oturdu.
‘’ Olm sen orijinalden malsın biliyorsun dimi ‘’ dedi İlkay.
‘’ Evet bunun bana daha önce de söylendiği oldu’’ dedi gülerek. Sonra o gülüş gitti ‘‘ Yine de dikkat etmemiz lazım, gruba birinin daha katılması demek Özlem ablanın enerjisini tüketecek yeni bir yük daha demek’’ dedi.
İlkay kızgındı. Sanki eşini en çok düşünen o değilmiş gibi bu çıkarımı dinlemek gereksiz gelmişti. Yine de birilerini kurtarmak şansı varsa…
‘’ Fazladan kimse ile uğraşamayız, en iyi ihtimalle bindiririz sandalına gider her kimse, ama burada olduğumuzu bilerek gitmesi de ayrı mesele.’’ Dedi Özlem. Bedenini döndürmeden sadece ardına bakarak söylemişti bunu. Yüzündeki soğuk ifade herkesin dikkatini çekti.
En çok da İlkay’ın…
105
***
‘’ Bundan daha güzel bir yılbaşı eğlencesi olamaz.’’ dedi adam rakı bardağını fondipleyip sevgilisini yanağından görmemiş gibi öptükten sonra. İki kişi sığacak kadar bir çadırın içinde yanında sevgilisi, aküye bağlı ısıtıcısı ile adaya gelmiş mis gibi sessiz sakin ortamda, yiyip içip sevişerek yeni yıla girmeyi planlamışlardı. Kız uzun siyah saçlı genç ve alımlıydı. Kafası da güzel olmuştu çoktan. Adam ise halinden ve tavırlarından piçin teki olduğu belli bir tipti.
Kızı iyice sarhoş ettikten sonra sevişip kameraya almayı hayal ediyordu hatta ama hayalleri hiç öyle gerçekleşmedi. Sevgilisi ondan önce çakırkeyif olduğu halde sarılmış uzandıkları yerde sohbet ederlerken daha yeni yıla giremeden uyuyup kalan adamın kendisi olmuştu.
Rüyasında adada mahsur kaldığını, yiyeceklerin tükendiğini ve çaresizlikten sevgilisini öldürüp yediğini görmüş, uyandığında ise Efendinin etkisi altına girdiği için ilk yaptığı da yanında uyumakta olan kızın kafasına ısıtıcının aküsünü geçirip beynini dışarı akıtmak olmuştu.
Sonrasında sakince adada dolaşmış, yenebilir olduğunu düşündüğü türlü otları toplayıp çadıra geri dönmüştü. Sevgilisinin cesedini avcı bıçağı ile paramparça edip kopartarak ufaladığı otlar ve kızın kanı ile terbiye edip yaktığı ateşte güzelce pişirip adadaki vaktini onları yiyip güneşi seyrederek amaçsızca geçirmişti. Kızdan geriye kalanları da denize atmış ve yüzerek gelgitle uzaklaşmalarını söylediği şarkılar eşliğinde izlemişti.
Saatler günler böyle geçerken tamamen anlamını yitirmiş varlığı birdenbire tekrar Efendinin hizmetine giren adam kendisini sahibi ilan ettiği hayırsız adanın yeni ziyaretçilerini bekliyordu.
Tekne yaklaştıkça keçi sakalını ovuşturup dişlerinin arasındaki etlerden diliyle kurtulmaya çalışıyordu. Tekneden net görülebileceğini anladığında yerinde hoplayıp zıplamaya ve sanki yardıma ihtiyacı varmış, kurtarılması lazımmış gibi hareketlerde bulunmaya başladı. Yüzündeki pis sırıtıştan da kurtulma provaları yapıyordu tabi bu arada.
Teknenin içinde Özlem adama baktığında hareketlerinin normal olduğunu düşündü önce. Sonra bir garip hissetmeye başladı. Sanki beyni kaşınıyor gibiydi ve gözleri yanar gibi oldu. İstemsizce kapattı gözlerini sıkı sıkıya. İşte o esnada gözü açıldı ve bir bakışta o attı adama. Gördüğü şey adamın şeytana yakışır bir kırmızı renkte görüntüsüydü. Efendinin adamın üstündeki işareti sanki alarm veriyordu, bayrak sallıyordu. Üstünden akan kanları dahi gördü ve kapandı. Özlem gözlerini açtığında İlkay’a baktı ve ‘’ düşman ‘’ dedi.
Düşman…
Adem ve İlkay güverteye çıktı ve sakin bir şekilde teknenin yanında asılı botu indirmeye hazır hale getirdiler. Özlem adaya yanaşabildiği kadar yanaştı ve demir attı.
Önden botla Adem ve İlkay adaya gidecek ve adamı etkisiz hale gelip sonra da bir keşif yapacaklardı adada. Sonrasında ancak geri tekneye dönüp kızları alacaklardı. Olası bir durumda tekneye bir şekilde tehdit olur ise tekne demir alıp kaçacak ve sonra bu sefer yassı ada yakınlarında buluşacaklardı.
Plan bu şekildeydi tabi ama hepsi bunun yaşanmaması adına dua ediyordu.
Adem ve İlkay Özlem ve Aylin ile selamlaşıp sarılıp bota indi ve adaya doğru hareket etmeye başladı. Özlem ve Aylin dümenin başında olacakları izliyordu.
Bot sahile yanaştı. Adamın yanlarına gelip konuşmaya başladıklarını izlediler önce ama bu pek uzun sürmedi. İlkay adamın üstüne çullandı ve Adem’ de vurmaya başladı. Adam hareketsiz halde kaldığında da ellerini ayaklarını bağladılar. Özlem gayet net bir şekilde İlkay’ ın tekneye dönüp eliyle her şey yolunda demek istercesine başparmağını gösterdiğini gördü.
Rahat bir nefes aldılar.
Sonrasında izledikleri İlkay ve Adem’ in aralarında bir şeyler konuşup sonra adanın içine doğru hareket etmelerinden ibaretti. Gözden kayboldular.
Keşif başlamıştı.
106
İlkay ve Adem adayı tavaf edip keşfederlerken kızlarda bir şeyler atıştırmış, sıklıkla teknenin 360 derece etrafını gözetleyip olası tehditlere karşı uyanık kalmışlardı. Sonra Özlem gözetleme yaparken Aylin’de adaya götürecekleri erzakları hazırladı. Ne kadar zaman geçtiğini tam bilemeseler de sonunda İlkay ve Adem ağır adımlarla tekrar sahilde göründü. El sallayarak her şey yolunda demeye çalışıyorlardı. Hatta aralarında şakalaşıyor gibi bir halleri bile vardı. Adem adada paket ettikleri adamın yanından geçerken hala baygın olup olmadığını kontrol etti ve sonra da bota atlayıp tekneye doğru gelmeye devam ettiler.
Bot tek motorlu 7-8 kişiyi taşıyabilecek ve gerekirse gayet de hızlı hareket edebilecek bir bottu. Tekneden her faydalandıklarında dört ayak üstüne düştüklerine seviniyordu İlkay.
Torbaları ve kızları da bota alıp adaya doğru koyuldular. Yolda Adem adanın küçük, kısmen çorak ama güzel olduğunu, tamamını tabii ki keşfetmediklerini anlattı.
İlkay’ da adadaki adamın pek uğraştırmadığından bahsetti.
Bot sahile yanaştı ve hep beraber adaya indiler.
Hayırsız Ada…
İlkay adada ölüme terk edilen on binlerce köpeğin ıstırabını düşünmemeye çalışıyordu pek başaramasa da. Aylin ayakkabılarını çıkartıp soğuk suya rağmen biraz denize doğru geri yürüdü ve gözlerini kapattı. Soğuğun verdiği canlılığı hissetmeye çalışıyordu. Diğerleri poşetleri sahilden daha içeriye doğru taşırken Özlem adamın yanına gitti. Elleri ayakları sıkıca bağlanmış, suratı bir miktar şişmişti lakin bir acı halinde değil, sanki ölü gibi hissiz yatıyordu öyle. Özlem gözlerini kapattı ve gözünü açıp adamın alnına dokundu…
İşaret…
Şimdiye dek gördüklerinden farklıydı. Sanki silinmek istemiyormuşçasına direndi. Özlem’de öyle ve sonunda başardı ama kapalı gözlerinden tekrar kan sızdı ve tek bir kelime edip yere yığıldı…
‘’Geliyorlar…’’
Her şey önce kan kırmızıya boyandı, ardından da karardı. Özlem kendini hiçliğin içinde buldu. Soğuk ve ıslak hissettiren bir hiçlikti bu. Rahatsız edici hislerin içinde dolandığını hissediyordu, sanki tüm vücudunun içinde kıyıl kıyıl oynaşan kurtçuklar gibi.
Bilincini kaybettiğinin, bedeninin o adada baygınlık geçirip yere yığıldığının farkındaydı ama nerede olduğundan ve bulunduğu yerde nasıl hangi surette olduğundan emin değildi. Bu düşünceleri koşan birine ait ayak sesleri bozdu. Adımları yeri dövercesine atarak koşan biri hem de. Sonrasında da Cornelius’ un koşarak üstüne geldiğini gördü.
‘’Ama o ölmüştü…’’
Bir beden olarak orda olup olmadığından emin olmadığı halde dondu kaldı. Sağa sola, nereye bakarsa baksın boşluk ve karanlıktan başka bir şey görmüyordu.
Adamın ayak sesleri yaklaştıkça daha da güçlenip sanki bir mağarada yankılanır gibi sesler çıkartıyor, Özlem’in kulak zarını dövüyordu.
Adam koştu koştu ve artık iyice yaklaştığında sanki zaman yavaşladı. Özlem çaresizce bir çığlık attı ama sesi bile yavaşlayan zamana yenik düştü, çıkamadı. Adama baktığında Cornelius olduğunu gördü evet ama bir yandan da değildi sanki. Daha genç, daha atletik, daha güçlü ve daha sinirli görünüyordu.
107
Daha korkutucu…
Cornelius Özlem’ in içinden o yokmuşçasına geçti ve gitti. Kadın onun ayak seslerinin uzaklaşışını dinlerken bir yandan uzaklardan gelen başka ayak sesleri de duymaya başladı. Sağ taraftan ve sol taraftan da, hatta ardından da yaklaşmakta olan sesler. Kulaklarında artık ağrı hisseder hale gelmiş bulunduğu yerden kurtulmak istercesine çırpınmaya başlamıştı ama hiçbir şey olmuyordu. Çaresizce beklemeye ve sakinleşmeye çalıştı, elinden başka bir şey gelmiyordu.
Ayak sesleri yaklaştı ve her birinin yine Cornelius’tan geldiğini görünce iyice afalladı. Bunlar aynı kişiler değildi, ama hepsi aynı Cornelius gibi görünüyordu. Hepsi farklı farklı hayaletler gibi içinden geçti gitti. Her birini artık işaretleri ile görüyordu. Hepsi Efendinin başka hizmetkârlarıydı ve geliyorlardı işte.
İşaretini kaldırdığı adam, yerlerini çoktan Efendiye bildirmişti.
Adada mutlu mesut ve güven içinde günler haftalar geçireceklerini zaten düşünmemişti ama bu kadar erken, daha gelmeden hatta adaya ayak basmadan yerlerinin direk Efendiye ifşa olması tahminlerinin ötesinde kötüydü.
İçine çöken karanlık gözlerini örten ve etrafındaki her şeyi gizleyen karanlıktan beter oldu bunun üzerine. Çaresizliği iliklerinde hissederken birden dünya sanki altından kaydı gitti. İçi bir tuhaf olmuş gibi, sanki en önde hız treninde tepe noktadan aşağıya iniyormuş gibi geldi. Kendini boşlukta tepe taklak olmuş gibi hissediyordu.
Savruldu, savruldu ve kendini iki kişinin yanında buldu. Birbirlerinin gözlerinin içine bakan bu iki kişiden birisi kendisiydi, diğeri ise Efendi…
Adam çok görkemli görünüyordu, gözleri sapsarı alevlerle yanıyor yüzündeki ifade yüzü örtüyle kapalı olan vahşi bir celladın örtünün ardında görülmeyen tatminkar yüz ifadesine sahipti.
Özlem’ de gülümsüyordu ama bu celladına gülümsemek değil, başka türlü bir gülümsemekti. Efendi Özlem’ in üstüne geldiği zaman kendisinin yere çöktüğünü gördü. Yere çöküp elini toprağa koyup gözlerini kapattığını…
Zaman durdu, görüntü durdu ve sanki geri sar tuşuna basılmış gibi başa sardı. Birkaç saniye içinde olup bitenleri tekrar izledi, yere çöküşü ve toprağa dokunuşu…
Ve tekrar…
Ve tekrar…
Sonra tüm gördükleri kan kırmızı ıslak bir perdeye bıraktı yerini. Gözleri de açılıp adada başında bekleyip adıyla onu uyandırmaya çalışan İlkay’ı gördü.
‘’ İyi misin canım, hadi canlan kalk hadi, hadi Özlem ‘’ diye İlkay hafifçe silkeliyordu ayıltmak için. Gözlerinden akan kanı görmek de kahrediyordu bir yandan.
Özlem canlandı ve yattığı yerden doğruldu.
‘’ Tamam iyiyim bir şeyim yok, canım yanmıyor yanmadı. Sadece bir şeye bakmam gerekiyordu, ona baktım ‘‘ dedi
‘’Neye baktın abla?’’ diye soran Adem’ e dönüp ‘’ kimlerin geldiğine, kaç kişinin geldiğine ‘’ dedi. İlkay başını ellerinin arasına sıkıştırıp, ‘’ kim ve kaç kişiymiş ‘’ diye sordu…
108
Özlem gülümsedi, ‘’ o öldürdüğümüz adam geliyor, onlarca ikizi ile birlikte hem de ‘’ dedi. Acı bir gülümsemeydi, ekibe sigara yaktıran.
Aylin ‘’ ne kadar vaktimiz var?’’ diye sordu çektiği nefesi üflerken.
Özlem ’’ birkaç saat, belki iki ‘’ dedi.
‘’ Abla onlarca ikizi derken tam olarak ne kastettin acaba? ‘’ diye sordu Adem. Kafası orasını pek almamıştı zira ‘‘ İkiz dediğin bir tane olur, olmaz mı?’’
‘’ Lafın gelişi, nasıl olduğunu bilmiyorum ama aynı adamdan Efendi seri üretmiş nasıl becermiş ise ve şu anda buraya geliyorlar.’’ dedi Özlem.
‘’O zaman hazırlıklar başlasın…’’
İlkay silahların olduğu çantayı grubun konuşurken oluşturduğu dairenin ortasına bıraktı.
***
Onlarcası sahilde toplanmış birbirlerine bakıyorlardı. Cornelius’lar…
Ekibin tamamlanmasını bekliyorlardı.
Şehrin farklı yönlerinden durup dinlenmek bilmeksizin koşarak gelip toplanan adamlar hiç terlememişlerdi bile. Öylece bekliyorlardı. Aralarına katılan her bir yenisi sanki grubun içinde bir yeri varmış gibi belli bir pozisyona geçip orada beklemeye başlıyordu.
Aralarında bir tanesi diğerlerinin liderleriymiş gibi grubu kontrol ediyor, sanki kelle başı sayım yapıyordu gözleriyle. Uzaktan son bir tanesi de koşarak yetişti ve grubun arasında yerini aldı. Lider başını yukarı aşağı sallayarak ‘’ şimdi oldu ‘’ dedi. Bu sefer gözlerini gruptan ayırıp denize doğru çevirdi ve kolunu ufka doğru uzatarak işaret parmağı ile yön gösterdi.
‘’ Ordalar ‘’
Gözlerinin akı hiç ak değil basbayağı kül grisi, rengi ise kızıla çalan bir kahverengiydi. Parmağı ile yön verdiği zaman gözlerinin rengi daha bir alevlendi. İntikam hırsı vardı içinde. Belki de denizin dibinde balıklara yem olan orijinal Cornelius’a ait ruh ve iradenin büyük kısmı onda toplandığı için böylesi bir farkı vardı.
‘’ Gidelim ‘’
Yüzerken bir eşikten atlayan yunuslar gibi hepsi dalgakırana koşup attılar kendilerini denize ve canhıraş bir şekilde kulaç atmaya başladılar. Kama düzeni aldılar sadece birkaç saniye içerisinde ve denizin ortasında ilerleyen bir ok gibi dalgaları da yara yara ilerlemeye başladılar.
Lider seyretti gidişlerini ve gözden kaybolmaya başladıkları zaman ardına dönüp bir bilinmeze doğru sakin adımlarla yürüdü ve gitti.
109
***
Tüm şehirler sessizliğe bürünmüş, günlerdir süren cinayet ve katliamların çığlıkları kesilmiş, köşesine sinen köşesine sinmiş ve çaresizce ölümü bekler hale gelmişti. Sokaklar hayvanlara kalmış, kediler köpekler evleri, yiyecekleri ve cesetleri talan etmeye başlamış ziyafetler üzerine ziyafetler çekmektelerdi.
Sevdiklerini öldürenler görevi bittikten sonra bilinci kendine gelenler yaptıklarının hatıraları ve kalıntılarının sebep olduğu taşınamaz ağırlık ve kendilerini içinde buldukları dünyanın hali yüzünden çaresizce intihar edip kurtulmaya çalışıyorlardı.
Şoka giren insanlar deli gibi etrafta dolaşmıştı bir süre ama Efendi’den aldıkları görev bu insanları öldürmek olan kişiler yüzünden onlardan da geriye pek kimse kalmamıştı. Sadece İstanbul’da olmamakla birlikte dünyada tüm şehirlerde caddelerde cesetler, açık havada dahi hissedilebilen mide bulandırıcı berbat bir leş kokusuna sebep olmuştu ve normalde şehirleri mesken tutmayan leşçiller bile bu kokunun cazip davetine icabet etmeye başlamıştı. Şehrin kuytularından veya yakınlarından vahşi hayvanlar ve haşereler cesetlere hücum etmeye başladı akabinde.
Kırsal alanlarda ise artık hükümdarlık canlı olarak bakterilerin ve yine leşçillerindi tabi.
Bir de uykusuzların…
Bir yere saklanmayı başarıp, uykuya direnenler için her geçen gün ve saat verilen bu savaş biraz daha zorlaşıyordu. Hafiften çıldırmaya başlayanlar, baya baya çıldıranlar bir şekilde güvenliği hiçe sayıp Efendi’nin katillerine yakalanırken Serkan dirayetini ve akıl sağlığını korumayı başaran nadir direnişçilerden biriydi.
Kız kardeşini boğup babasını öldüren annesini bayıltıp yatağa bağlamış, kadının çırpınışlarını aldırmaksızın aynanın karşısına geçmiş ve sivri bir fileto bıçağı ile göz kapaklarını bir güzel kesip atmıştı. Kanamayı durdurmak için kaşlarının altına bastırdığı pamuk parçalarının gözlerine değmesine dahi alışmış ve kan durunca hemen binanın altındaki eczanenin camını indirerek alabildiği kadar göz damlası ve vitaminler alıp camdan yansıyan yüzüne bakmıştı. Zaten kendini pek de yakışıklı bulmayan zayıf ve esmer biriydi. Şimdi iyice yuvarlağı gözüken kan çanağına dönmüş gözleri ile iyice canavara benziyordu.
Önünden hızla koşan iri yarı adam, Serkan’ı görmedi bile.
Adamın gittiği yöne baktığında sahilde birbirinin kopyası bir sürü adamın toplanıp denize atladığını gördü, bir tanesi ise yolun karşısına geçip ara sokaklarda kaybolmuştu.
Serkan sağ kurtulmuş olabileceğini düşündüğü kimseye ulaşamamış, ailesini yitirmiş ve neden hayatta kaldığını bilmez bir halde sahile doğru ilerledi yüzenlerin peşine düşmek için marinaya doğru yöneldi. Bir tek motorlu çalmayı başarabilirse neler olduğunu belki öğrenebilirdi…
***
Cornelius diğer kopyaların şu anda canhıraş kulaçlarla ilerledikleri bu görevden, bu maceradan sağ çıkamayacağını biliyordu. Zaten akıl yürütme melekesi olan tek ve ona göre orijinal kopya olan da kendisiydi. Diğerleri tespit edilen hedefe doğru ilerlerken o aklını kullanıyor ve keşif yapıyordu.
‘’ Adayı otel gibi kullanacaklar ve gelip giderek buradan erzak toplayacaklar.’’ diye düşünmüş ve ekibin nereye gelip mutlaka girebileceğine dair aklına notlar almıştı. Zihnen Efendisinden bağımsızlaştığı anda da diğerlerini Özlem ve yancılarının üstüne salmıştı. Maksat ne gibi bir silah gücüne sahip olduklarını öğrenmekti. Efendi her ne kadar mucizeler yaratıyor dahi olsa, ölümsüz savaşçılar yaratamıyor ya da yaratmıyordu.
‘’Onun da güçlerinin bir sınırı var’’ dedi Cornelius daldığı dükkanlardan birinde üstüne başına kıyafet geçirirken. Bu sefer ölmeye niyeti yoktu ve görevini başarı ile tamamlamadan geri dönmeye de niyeti yoktu. Kaba kuvvet ile bitiremediği görevi gruba pusu atarak gerçekleştirmeyi kafasına koymuştu.
Sadece yiyecek almak için elbet herhangi bir işlek semtin sahiline yanaşabilirlerdi. Marketlere dalabilir, restoranları patlatabilirlerdi. Kıyafet malzeme ekipman bunların tamamı market ve gross marketlerden tedarik edilebilirdi. Ama sığındıkları adada uzun vadeli kalmayı düşünüyorlar ise mutlaka ki belli başlı ihtiyaçları olacaktı.
Silah…
Kamp malzemeleri…
‘’Mercan’’ dedi Cornelius ‘‘ Eninde sonunda buraya gideceksiniz.’’ Hızlı adımlarla yola koyuldu.
110
***
Ekip bir güzel silahlanmış, yedek mermiler ceplere dolmuş, yedek şarjörler kemerlere sıkıştırılmış bir şekilde herkes üst başını ve sonrasında da arkadaşının üst başını kontrol ediyordu.
‘’ Gidiyor muyuz artık? ‘’ dedi Adem.
‘’ Gidelim, onlar gelmeden biz gidelim artık hadi ‘’ dedi İlkay ve Özlem’de dümenin başına geçti. Adadan Ataköy’ e doğru istikamet alan tekne sakin süt liman denizi yararak ilerlemeye başladı.
İlkay teknenin baş kısmında pozisyon almış istikameti gözlüyordu. İki elinde de tabanca vardı önce ama sonrasında birini beline taktı doğru dürüst nişan almayı bu şekilde başarabileceğini düşündüğü için. Aylin iskele tarafında Adem ise sancak tarafında mevzilenmişti.
‘’ Plan basit, bunlar beyinsiz kas gücünden ibaret tipler. Sadece güdülenmiş bir şekilde saldırmaya ve öldürmeye geliyorlar. Basit bir araç bile kullanmaktan acizler o yüzden silahsız ve hatta yüzerek geliyorlar ‘’ demişti Özlem motoru çalıştırmadan önce.
‘’ Aynen plan basit, tekneye sudan çıkma şansları yok, adada beklersek keklik gibi avlanırız ama onları denizde karşılarsak zaten çocuk oyuncağı olacaktır, keklik gibi avlarız salakları ‘’ diye tamamlamıştı İlkay.
‘’Bu saldırı baştan aşağı salaklık kokuyor’’ tespiti ise Adem’den gelmişti. Bir bit yeniği aramakta fayda gördüğü için lafı attı ortaya. İlkay’’ Özlem’in onları gördüğünden habersizler. Bizi adada gafil avlayacaklarını düşünüyorlar, tabi eğer düşünebiliyorlar ise ‘’ dedi.
Aylin o esnada Özlem gerçekten de bu saldırıyı görüp haberdar etmeseydi olabilecekleri düşündü. Adaya yerleşmiş ve nerde ne yapıp, nasıl yaşayabileceklerini kurgulamaya çalışırken dört bir yandan onlarca adamın saldırdığını düşündü. Gafil avlanıp telef olacaklardı kesinlikle. Özlem’ in gözlerini çıkartacak, Adem ve İlkay’ ın kafasını kopartacak, onu da bir eşya gibi sırtlayıp Efendi’ye götüreceklerdi.
Başa gelecek her felaketten sağ çıkıyor olduğu ihtimali canını sıkmaya, rahatsız etmeye başladı. Grubun diğer elemanları ister istemez onu korumak gibi bir amacı sahiplenmişti çünkü. Bir yandan canları ile uğraşıyorlardı ve bu gidişle uğraşmaya da devam edeceklerdi. Diğer yandan ise Efendi’nin onu ele geçirmesini engelleyeceklerdi ki bu da bir şekilde son demekti ölüm gibi.
Özlem’e baktı ve İlkay’a.
Sonra da Adem’e…
Şu an onlarla olmasaydı nerede olabileceği hakkında hiçbir fikri yoktu.
Kendisine soru sorulduğunu anca fark edip düşüncelerinden sıyrıldı.
‘’ Efendim anlamadım, dalmışım’’ dedi Aylin ve dikkatini tekrar konuşmaya verdi.
‘’ Silah diyorum, kullanabileceksin dimi ‘’ diye tekrar sordu Adem.
Aylin şarjörü çekip bıraktı, mermiyi ağzına verdi ve emniyeti açtı ‘’ ben hazırım ‘‘
111
İlkay ‘’siz ne tarz diziler filmler izlediniz lan, hadi ben sınır ötesi komando askerlik yaptım, size ne oluyor?’’ diye keyifle sırıttı.
Herkes bu konuşmaların ardından pozisyon almıştı. Ufukta denizde küçük bir köpürtü olarak göründü öncelikle düşman. Tekne yaklaştıkça daha da belirgin ve seçilebilir hale geldi. Cornelius’lar neredeyse aynı hız ve ritim ile durup dinlenmeksizin denizi tokatlar gibi kulaçlar atarak ilerliyorlardı.
Tekne yaklaştıkça tehlikenin düşündüklerinden daha kalabalık olduğunu da gördüler.
İlkay atış mesafesi kadar yaklaştıkları zaman teknenin önünde de olduğundan ilk ateşi açtı. Ardı ardına 3 el ateş etti ve görebildiği kadarı ile en öndeki yüzücüyü eksiltmeyi başardı. Mermi harcamamak için biraz daha yaklaşmalarını beklerken bir yandan da vurduğu elemanın denizden hortlayıp pencere açılmış beyniyle yüzmeye devam edip edemeyeceğini de korku ile gözledi. Öyle bir şey göremedi. Tekne konuştukları üzere hız arttırdı ve Cornelius’ların üzerine iyice kırdı dümeni Özlem.
İlkay seri olarak ateş etmeye başladığında artık tekne denizdeki saldırganların arasına da dalmış durumdaydı. Aylin ve Adem’ de ateş etmeye başladılar. Çok hızlı olmamaya, mermi kaçırmamaya çalışıyorlardı. Tekne düşmanı geçtikten sonra motoru istop edip savaşacakları pozisyonu almıştı artık. Özlem’ de bir tabanca alıp Aylin’ in yanına geldi. Beraber kızın şarjörünü değiştirdiler ve bir yandan da Özlem’de tekneden aşağı denizdeki saldırganlara ateş ediyordu.
Teknenin etrafında denizin rengi kana bulanmaya başladı.
Cornelius’lar ölenler için en ufak bir tepki vermeksizin adaya varmadan önce hedefle karşılaşmış olmalarına da aldırmaksızın ağızlarından köpükler saçarak bağırmaya başladılar. Grup elinden geldiği kadar hızla öldürmeye çalışıyordu.
Bir tanesi teknenin arkasına doğru süzüldü gözlerden kurtularak. Yukarı tırmanabileceği hiçbir yol, bir çıkıntı tutunacağı bir şey bile yoktu. Elini yumruk yapıp tekneye tüm gücü ile bir yumruk attı. Pek insan işi bir yumruk değildi bu tabii.
Vurduğu yerden malzemenin ezildiğini gördü. Gözleri parladı Cornelius’ un. Denizde mümkün olduğu kadar yaylanarak daha yukarıya bir yumruk daha attı. Silah seslerinden ve anın sıcaklığından vurdukları hissedilmiyordu.
‘’ Bitmiyor bunlar mermi yetmeyecek ‘’ diye bağırdı Adem.
‘’ Ateşe devam et, kafaya sık ıskalama’’ diye bağırdı İlkay.
Mermi gerçekten de yetmeyecekti…
Teknenin kıç tarafındaki Cornelius ilk eziğe tutunarak kendini yukarıya doğru iyice zıplatarak daha da yukarıya bir yumruk daha sapladı.
Artık bir ayağını ve iki elini kullanıp tutunacağı kadar iş görmüştü teknenin kıçında.
Birkaç darbe sonra güverteye varabilirdi.
Daha çok Cornelius’un geminin kıç tarafına doğru yönlenmeye başladığını fark etmeleri baya bir geç oldu. Hatta bunu fark etmelerini sağlayan Özlem’in çığlığı oldu.
112
‘’ İlkaaaaay’’
Gemiye çıkabilecekleri girintileri açan yumruklarından üstünden akan deniz suyu ile hızla damlayan kanlar ve ellerinden sıyrılan deri parçalarını umursamaksızın acı çekmeden korkunç bir bakış atan Cornelius gülümseyerek Özlem ile göz göze gelmiş usulca ilerliyordu.
İlkay silahı doğrulttu ve tetiği çekti.
Klik…
Cornelius Özlem’e doğru yürümeye devam ediyordu. İlkay hızla şarjörü çıkartıp cebindeki mermileri takmaya başladı. Cornelius adımlarını hızlandırdığında İlkay üçüncü mermiyi takmış ve şarjörü yerleştirip mermiyi ağzına vermişti. Cornelius koşar adıma geçtiğinde ise bulunduğu açı itibarı ile Özlem’de atış menziline girdiği için ateş etmekte tereddüt etti.
Tabancayı tutan elini diğer eli ile birleştirip yüzüne daha da yaklaştırarak iyice nişan almaya çalıştığında Cornelius artık koşuyordu.
Kana susamış şekilde koşan adamın beyninde bir pencere açılıp bok çuvalı gibi yere düşmesini sağlayan mermiyi sıkan Adem olmuştu. İlkay ve Adem göz göze geldi ve İlkay tekrar şarjörünü çıkartıp cebinde kalan altı mermiyi de yerleştirdi.
‘’ Kıç tarafında mevzilenelim, oradan geliyorlar ‘’ diye bağırdı. Aylin tekneden aşağıya ateş etmeye devam ediyordu. Çoğu mermiyi de boşa sıkıyordu esasında. Tabancanın geri tepişine bir türlü alışamamış, tetiği sıkarken artık korkar hale gelmişti ve birkaç sefer de gözlerini kapatıp ateş etmişti.
Boşa mermi yakıyordu.
Adem ‘’ Aylin sen Özlem ablanın yanına geç, yaklaşan olursa bizi geçip gebertirsiniz’’ diye bağırdı kıç tarafına doğru giderken. Aylin’in panikle ne yapacağını şaşırmış gibi sağa sola baktığını görünce ‘’ hadi, hadiiiiii ‘’ diye bağırdı. Teknenin arkasında oluşan girintileri kullanarak tırmanan ikinci Cornelius’ da adımlarını attığında gözleri direk Özlem’i arıyordu üstüne doğru elinde tabancalarla koşan İlkay ve Adem’i görmeksizin.
Aylin Özlem’in yanına geldiğinde onu hiç görmediği kadar üzgün ve korkmuş bir halde buldu. Cornelius üstüne doğru koşarken elinde silah olmasına rağmen çok korkmuş ve bir şey yapamayıp birisinin öylece onu kurtarmasını bekler halde şoka girmişti. Aylin bile daha soğukkanlıydı şu anda pek huyu olmasa da.
Eliyle birlikte silahta titriyordu. Aylin elini kadının elinin üstüne koyup sabitledi ‘‘ Kendine gel abla hadi, şimdi zamanı değil ‘’ dedi. Özlem kızın elini hissetti. Korku ve panikten terlemiş ıslaktı ve buna rağmen onu teskin etmeye çalışıyordu.
Gözlerini kapattı ve çok farklı bir şey oldu.
İlkay ve Adem tekneye ayak basan diğer Cornelius’u da kafasından vurarak öldürmüş ve aşağıda kümelenen diğerlerini, tırmanmaya çalışanlara öncelik vererek öldürmeye devam ediyordu.
Klik…
113
Bu sefer mermisi biten Adem’di ve cebinde de mermi kalmamıştı. Hemen güverteden gerisin geri koşarak Özlem ile Aylin’in yanına koştu. Amacı silahlardan birini alıp ön cephede saldırıyı püskürtmeye devam etmeye çalışmaktı. Olup bitenler Özlem’in gördüğünden ve planından daha zorlu gidiyordu.
Yanlarına geldiğinde el ele tutuşmuş ve ikisinin de gözleri kapalı bir şekilde yere çökmüş bir halde buldu onları ‘‘ Abla meditasyonun zamanı değil şimdi ‘’ diyip Özlem’in boşta kalan elinin yanında duran tabancayı alıp geri İlkay’ın yanına koşmaya başladı.
Özlem gözlerini kapattığından daha canlı, daha parlak olarak açtı. Sanki dinlenmiş, canlanmış gibiydi. Aylin ise daha bir bitkin ve yorgun hissetti bir anda kendini. Ayağa kalkmak istedi ama kalkamadı ilk anda, sonrasında ancak doğrulabildi.
Özlem elini tuttuğunda kıza dair gördüğü ve alıp alabileceği her şeyi kendine almıştı. Cesaret kırıntıları, umut, soğukkanlılık, kara kalem resim yapabilme yeteneği, İzmir hakkında birçok bilgi gibi gereksiz bonuslar da yanında gelmişti. Bunu isteyerek mi istemeyerek mi yaptığına tam emin değildi. Belki de sadece yapabiliyor olup olmadığını görmek istemişti. Aylin’in hayatında edindiklerini ‘’görebilmek’’ ve onları kendine ‘’ kopyalayarak alabilmek ‘’ kızda ne gibi olumsuz etkilere sebep olabilir düşünmeden yaptı.
Ortaya anlık bir halsizlik haricinde bir olumsuz etki çıkmadı. Olumlu etki ise Özlem’in kendini toplaması, ayaklanması ve kendisine kızarak bir daha asla bu kadar aciz hissetmemeye yemin etmesi şeklinde gelişti. Tam da geminin kıç tarafında verilen mücadelede ümitsizlik baş göstermeye başlamışken.
‘’ Kaçıyoruz ‘’ diye bağırdı Özlem. Mücadelenin başarı ile sonuçlanmayıp başarısızlığa mahkûm olacağını görmek için ‘’ Gören Göz ‘’ olmaya da ihtiyaç yoktu.
Motoru tekrar çalıştırdı fakat teknenin arkasından gelen gümbürtü ile dönüp baktığında artık sadece geminin kıç tarafından değil, etrafından da içeri tırmanarak gelen Cornelius’ ların olduğunu fark etti. Geç kalmışlardı bunun için.
Klik…
Aylin’in elindeki tabancada kalan sayısı bilinmez mermiler hariç, kimsede mühimmat kalmamıştı. Adem kıç tarafından tırmanmaya çalışan Cornelius’u tekmelerle devirmeye çalışıyordu ama adam ellerini pençe gibi yapmış tutunduğu girintilere parmaklarını sokmuş bir şekilde tırmanmaya çalıştığından devrilmiyordu. Suratına yediği tekmeleri umursamadan son bir hamle ile kendisini yukarı çekip teknenin içine yanlamasına devrildi. Adem’ de geri savrulmak zorunda kalmıştı.
‘’ Abiiiii ‘’ diye bağırdı.
O esnada İlkay teknenin iskele tarafından tırmanıp içeri gelen Cornelius ile mücadele etmekte ve tabancasının kabzası ile adamın beynini patlatmaya çalışmakla meşguldü.
Birkaç saniye içinde teknenin içine 3 Cornelius daha geldi.
114
***
‘’ Göz kapakların olmadan uyuyabilir misin Serkan? ’’
Serkan; Serkan’ın karşısında kayıkta oturuyordu. Onun göz kapakları gayet de yerindeydi ve yüzünde alaycı bir bakış vardı. Uykusuzluğun verdiği halüsinasyonlar bir güzel başlamıştı işte.
‘’ Uyumaya ne gerek var, zaman ölme zamanı ‘’ dedi Serkan kendi kendine. Tek motorlu bir kayıkla yüzenlerin güvenli bir mesafede gerisinden takip ediyordu. Marinada bulduğu kayığın içinde sarı balıkçı çizmeleri ve üç tane boş bira şişesinden başka hiçbir şey yoktu.
İlerde büyük bir tekneye doğru yüzdüklerini gördüğünde biraz daha yavaşladı Serkan. Gözleri zımpara sürülmüş gibi hissediyordu. Denizin tuzlu suyunun oluşturduğu iyonik hava da ekstradan gözlerinin yanmasına sebep oluyordu. Sebepsiz merakının sürüklediği bir maceraya girmiş öylece akışına bırakmıştı.
‘’ hiç ölmeye niyetin yok, baksana benliğini yitirmemek için göz kapaklarını kesmiş psikopat adamın tekisin oğlum sen, bırak bu edebiyatları, başkasına yap bana yapma ben yemem’’ diyip bir sigara yaktı hayali Serkan.
Başka bir hayali Serkan da kayığın yanında yüzüyordu. Dibe baya derinlere dalıp kum çıkarttı ve elinde çocuk gibi gösterip yüzündeki sevimli ifade ile ‘’ gelsenize oğlum deniz süper, demir gibi ‘’ dedi. Serkan bu normal bir gün olsa ve göz kapakları yerinde olsa onları sonuna kadar açıp gözlerini belertir ve delirmeye başladığından endişelenirdi ama şimdi direk tertemiz delirdiğini ve uykusuzluktan bu hallere düştüğünü bildiği için şaşırmadı bile.
Silah sesleri gelmeye başladı uzaklardan. Yüzerek giden tipler tekneye saldırmaya çalışıyordu ve teknedekilerde ateş ediyorlardı.
Uzaktan bir çağrı silah seslerinin arasından sıyrılıp Serkan’ın kulağına çalındı ‘‘ Serkaaaaan, yardım et Serkaaaan’’ diye bağırıyordu. Sesi uzaktan geldiği halde tam tanımıyor olsa da kendi sesine bir miktar benzetti. Ama çok da tiz bir sesti bu, Serkan’ın ise günde üç paket sigara içmekten borazan gibi kalın bir sesi vardı çünkü.
‘’ Gerçi hayatımda hiç o kadar yüksek bağırmak zorunda kalmadım ‘’ diye geçirdi içinden. Bu sesler, görüntüler, ne yaptığını nereye neden gittiğini bilmeksizin öylece ilerlemeye devam etti.
‘’ Ulan manyak mısın, geri kırsana ne gidiyorsun, birbirlerini yiyorlar orda, onlar uçmuş delirmişler belli işte araya bizi de kaynatacaklar ‘’ dedi kayıkta oturan hayali Serkan. Sigarayı 5-6 nefeste bitirmiş, sünger gibi çekmişti. Serkan iyice hızlandı. Tekneye olan biteni anlayacak kadar ilerlediğinde teknenin arkasından birilerinin tekneye tırmanmayı başarmaya başladığını gördü.
Denizde yüzen hayali Serkan kayığın kenarına tutunup kendini yukarı çekerek içeri devrildi. Her tarafı deniz suyu etmişti. Serkan damlalar gözüne gelmesin diye elleri ile yüzünü korudu. Eline gelen damlacıklara baktı sonra. Gözlerine gelse ne beter ıstırap yaşayabileceğini düşündü.
Hayali Serkan bir sigara daha yaktı ve dumanını üflerken gözlerini kapatıp elinin işaret parmağı ile göz kapaklarını sevmeye başladı.
‘’ Canım göz kapaklarım sizi çok seviyorum ‘’
Tekneden gelen bağırtı tekrar daha güçlü bir şekilde çalındı kulağına ‘‘ Serkaaaaan, öldürücekler beni yardım eeeet yetiiiiş ‘’ diye.
Serkan daha da hızlandı. Olaya karışmaya hazırladı kendini kafa olarak. Esasında yorgunluktan dökülüyordu ama hissettiği adrenalinin biraz canlandırdığının da farkındaydı. Denizden çıkan hayali Serkan ıslak ıslak kıyafetlerini üstüne geçirdi ‘‘ Dur az dinleneyim ‘’ dedi. Nefesine zor yetişiyordu. Bira şişelerinden birini alıp kayığın kenarına vurup kırdı ‘’ boş gitmek olmaz adamlarda makine var takır takır sıkıyorlar ‘’ dedi.
115
Serkan’da bir şişeyi alıp kırdı ve elinde iyice sıkarak kavradı. Sigara içen tiryaki Serkan ‘’ hay sizin yapacağınız işe de size de ‘’ diye okkalı bir tane sallayıp o da şişeyi kırdı. Ağzındaki sigarayı ısırıp pis bir ifade takınıp ‘’ yürü bas bas ‘’ dedi.
Bağırtılar, silah sesleri arasında ilk defa Serkan bir kadın sesi de duydu. Çaresizce bağıran bir kadın. İşte şimdi hangi tarafı tutup hangi tarafa dalacağına karar vermişti. Silah sesleri önce baya bir azalmış, şimdi ise duyulmuyordu. Mücadelenin sona erip ermediğini, eğer bir tarafa yardımı dokunacak ya da kurtaracaksa geç kalıp kalmadığını düşünüyordu Serkan.
Tekneye iyice yaklaştı. Denizin yüzeyi cesetlerle doluydu ve tuz kokusuna bakırımsı kan kokusu da karışmıştı. Kayıktan aşağı doğru baktığında kan kokusuna irili ufaklı gelen balıkların daha şimdiden cesetlere üşüşmeye başladığını görünce anlık derin düşüncelere dalar gibi oldu ama etkisinden çabuk çıktı. Tekneye doğru kafasını kaldırdığında orda durduğu yerde zıplayıp ellerini kollarını sallayan başka bir hayali Serkan’ı gördü. Yediği dayaktan yüzü gözü şişmiş kan içinde olduğu o mesafeden bile belliydi.
‘’ geeel, arkadan gel arkadan ‘’ diye bağırıyordu.
Kayığı teknenin arkasına doğru kırdı ve gördüğü manzara tekneye doğru tırmanan son kişinin kıçı oldu. Ucu kırık şişeyi ağzıyla tutup kayıktan teknenin artık merdiven olarak kullanılabilir hale gelmiş oyuklarına tutundu ve o da yukarıya çıkmaya başladı.
***
İlkay boğuştuğu Cornelius’tan iki çok ciddi darbe aldı yüzüne. Bu hareketlerini ağırlaştırmak yerine öfkesinin daha da kontrolü ele almasına sebep oldu. Belki önlerindeki bir iki gün boyunca kullanacağı, ihtiyacı olacak olan enerjiyi de kullanıyor ve insanüstü bir mücadele veriyordu. Karşısındaki adam aldığı darbelerin acısını hissetmeyen bir adamdı. Sadece bedensel olarak zarar görüyor ve beden işlevselliğini yitiriyor ise ekarte oluyordu. Arbede de teknenin içine giren diğer Cornelius’ ları fark etmedi bile.
İskele tarafından girene de Adem saldırdı. İki Cornelius ise boştaydı ve yüzünde çirkin bir gülümseme ile Aylin ve Özlem’e doğru yürüyordu. İlkay boğuştuğu Cornelius ile birlikte yerden ayağa kalktı ve son gücüyle adamı kollarının altından tutup tekneden aşağı doğru yuvarladı. Kendisine sadece bir rahat nefes alıp verebilecek kadar zaman ayırıp sonrasında teknedeki diğer Cornelius’a doğru koşmaya başladı. İlkay’ ı fark eden Cornelius sakince adamın üstüne koşmasını bekledi.
Bekledi…
Bekledi ve bir adımını ileri atıp diğer ayağı ile de okkalı bir tekme savurdu. İlkay darbeyi aldığı gibi birkaç metre geriye savruldu.
Cornelius çirkin bir gülümsemeyle yüzünü tekrar kızlara döndü ve yürümeye başladı. Aylin elindeki tabancayı adama doğrultup ‘’ gelme ‘’ diye bağırdı.
Adam gelmeye devam ediyordu.
‘’ Gelme ‘’ diye tekrar bağırdı.
Adam duymaz gibi ilerliyordu.
Ateş etti…
116
Vuramamıştı. Gözlerini kapatıp tetiği tekrar sıktı. Adamı göğüs kafesinin biraz altından midesine doğru bir yerden vurdu. Cornelius kafasını aşağı eğip yaraya baktı. Akan pis ölü siyah kanı biraz izledi ve sonra tekrar kafasını kaldırıp yürümeye devam etti.
İlkay aldığı tekmeden düzenli nefes alıp verme yetisini yitirmiş öylece yerde iki büklüm olarak kalmıştı. Adem ise çaresizce direnmeye adamı tutmaya çalışsa da an itibarı ile sağlam bir dayak yiyordu. Yine de silahın kabzası ile Cornelius’un kafasına sağlam bir darbe indirmeyi başarmıştı. Cornelius Adem’i döverken arada yüzüne akan kanlardan görüşünü temizlemek adına eliyle yüzünü ovuşturuyordu.
Bir Cornelius daha teknenin kıç tarafından güverteye adım attı. İlkay’a doğru yürümeye başladı. İlkay hala kendine gelememişti. Cornelius adamın yerdeki kafasını ayağının altına alıp ezmeye başladı. İlkay can acısı ile bağırıyordu.
Özlem tüm bunları izlerken ve Aylin elindeki silahla harikalar yaratamazken olaya el atmaya karar verdi. Bulduğu enerji ve özgüvenle silahı kızın elinden aldı ve Cornelius’ a doğrulttu. Adamın kafasına nişanladı ve tetiği çekti.
Cornelius’un beyni havaya uçtu ve kafasının arkasında bir pencere oluştu. O anda bok çuvalı gibi önce dizlerinin üstüne sonra da güverteye devrildi. Özlem Adem’i havaya kaldırıp denize fırlatmak üzere olan Cornelius’a doğru yürümeye başladı. Cornelius Özlem’in, ‘’ gören göz ‘’ ün ona yaklaştığını görünce artık bir tehdit ifade etmeyen Adem’i öylece yere bıraktı ve Özlem’e doğru yürümeye başladı. Hedefinin elinde tabanca olması, ateş edip onu vurmayı başarırsa ölebileceği durumu, bunlar hiçbir şekilde hareketlerini etkilemiyordu.
‘’ Gel bakalım piç ‘’ dedi Özlem. Daha rahat ateş edebileceği ve daha garanti vurabileceğini düşündüğü bir mesafe kalana kadar aralarında Özlem yürümeye devam etti.
Cornelius’ta.
Doğru mesafeye ulaşınca Özlem kafasına hedef aldı ve tetiği çekti.
Klik…
Özlem’in gözleri birden fal taşı gibi açıldı. Tekrar tekrar tetiği çekmesine rağmen işe yaramadı. Mermi bitmişti. Tabancayı fırlattı. Silahın kabzası kaşına gelen Cornelius sanki o kabza taşa vurmuşçasına hiçbir ifade değişikliği olmaksızın yürümeye devam etti. Patlayan kaşından akan çamurumsu pis kan adamın gözlerinin üstüne doğru akıyordu ama umurunda değildi bile. O sadece hedefine yaklaşıyor olmaya odaklanmıştı. Özlem Aylin’in yanına doğru geri geri adım atmaya başladı bu sefer.
İlkay ‘’ Özleeeem’’ diye bağırdı. Cornelius kafasına öyle sıkı basıyordu ki ayağıyla, kafasının karpuz gibi patlamasına çok az kaldığına kalıbını basabilirdi ama kurtulamıyordu. Yüzünde gözlerinde muazzam bir baskı ve acı hissediyordu. Elinde ayağında derman kalmamıştı aldığı darbelerden. Gözleri kararmaya başladı hafif hafif. Adem’i aradı gözleri çaresizce ama o da yerde baygın belki de ölü halde hareketsiz bir şekilde yatıyordu.
‘’ böyle mi bitecekti ‘’ diye geçti içinden çaresizce. Çocukluğu, babası, annesi, komando olarak yaptığı askerlikteki günleri, çatışma kan ve barut kokusu ile bezenmiş hatıraları. Ardından dönüşte Özlem’ le mahallede tanışması, evlenmekle ve bir insanı sevmekle bu kadar alakası olmayan içine kapanık vahşileşmiş, can sıkıntısından adam döven bir adamın bir kadını nasıl olupta severek evlendiğine sakinleştiğine dair kendi içinde çözemediği ve çözmeye çalışmaktan da vazgeçip bulduğu huzurun tadını çıkartmak ve yaşantısını güzelleştirmeye dair sıradan mücadeleleri geçti ardından. Evlilik ve keyifle geçen günler. Sonra bir yılbaşı gecesi hayatın, dünyanın, her şeyin alt üst olması sırasını savdı. Şimdi de ölüm. Bir sona vardıramadan, ne olup bittiğini tam olarak anlayamadan ölüm. Karısını koruyamamış olmanın verdiği haklı ama aslında haksız ve acımasız bir utanç duygusu.
117
Hepsi yerini bir anda rahatlığa bıraktı.
Kafasının üstündeki ayaktan gelen o muazzam basınç ve acı sıfırlandı ‘‘ Hayır, hayır ‘’ diye bağıran Aylin’in çığlıklarını duyuyor ama anlamlandıramıyordu. Şakaklarındaki damarlardan kafasına beynine tekrar kan pompalandığını hissetti ve inanılmaz bir şükür anı yaşadı. Bunun neden olduğunu anlamak için kendisini birkaç santim ancak geriye savurabildi.
Onu ezmekte olan Cornelius’ un arkasında tuhaf bir adam gördü. Otuzlu yaşlarında uzun boylu sıska ve gözleri pörtlemiş bir adam. Hatta göz kapakları olmayan korkunç bir adam. Cornelius un arkasında onu seri bir biçimde bıçaklayıp duruyordu. Hem de hınçla. Belirsiz bir hınçla.
Cornelius yere kapaklanınca elindekinin bıçakta değil, kırık bir şişe olduğunu gördü.
Bunlar olurken son kalan Cornelius’ta Özlem i köşeye kıstırmış, Aylin’in attığı tokat ve tekmeleri sinek vızıltısı gibi yoklarmışçasına hareket ederek kadını boğazından yakalamış ve havaya kaldırmıştı. Özlem ayakları yerden kesilince iyice debelenmeye ve kurtulmaya çalışmaya başladı ama nafileydi.
Bir an için durulup gözlerini kapattı ve eliyle adamın kolunu tuttu ve sıktı.
Cornelius hedefine odaklanmış bir şekilde bir eliyle Özlem’i gırtlağından tutup nefessizlikten öldürmeyecek kadar sıkıyordu. Kadın çaresizce kolunu kavramış sıkıyordu ama hiçbir etkisi yoktu. O öylece boynundan sıkarak havaya kaldırmış içinde zafer hisleri ile dolmuştu ve de henüz öldürmesine gerek yoktu.
Bu esnada diğer eliyle işaret ve başparmaklarını Özlem’in sağ gözüne getirdi. Özlem gözlerini kapattı korumak için. Çaresizce çığlık atmaya çalışıyordu ama sesi çıkmıyordu. Boğazı kitlenmişti.
Sağ gözünün üstünde adamın parmaklarını hissetti. Cornelius baş parmağını kadının yanağının üstünden, işaret parmağını ise kaşının altından göz yuvasının içine soktu ve bir üzüm tanesini salkımından koparırmış gibi göz yuvarlağını kopartıp çıkarttı. Aylin ağlayarak bağırdı ‘’ hayıııır ‘’ diye.
Cornelius parmaklarının arasındaki gözü inceledi bir süre, salladı sanki içinde bir şey var da şıngırdayacak mı acaba diye merak edermiş gibi. Ufak kan damlacıkları savruldu sağa sola. Aylin ‘’ hayır hayır ‘’ diyerek dövmeye vurmaya çalışıyordu ama nafile.
Cornelius parmaklarını sıktı, Özlem’in sağ gözü Cornelius’ un parmaklarının arasında patladı ve içinden koyu kıvamlı bir sıvı fışkırdı. Cornelius yüzünde bir merhamet ifadesi ile gülümsedi ve bu sefer parmaklarını kadının sol gözüne doğru götürdü. Yine kaşın altı ve yanağın üstünde parmakları hissetti Özlem. Canının acısı çok başkaydı. Kafasının içindeki boşluğa kadar hissetti. Çaresizce diğer gözünü de kopartıp almasını ve ölüp artık kurtulmayı beklemekten başka çaresi yoktu.
Özlem az önce kapattığı gözlerini açtığında son birkaç saniyenin yaşanmadığını, dokunduğunda Cornelius’un yapmayı düşündüklerini, daha doğrusu yapmaya ‘’ kodlandığı ‘’ şeyi gördüğünü fark etti. Gözleri yüzünden koparılıp alınmak üzereydi.
Tabi az önce gördüklerinden farklı bir şey yapmazsa.
Cornelius’u tekrar kolundan tuttu. Adam gitgide daha çok boğazını sıkıyordu ve bilincini ayakta tutmakta gitgide zorlanıyordu Özlem. Aylin ise çaresizce çırpınıyordu.
Gözlerini kapattı ve daha çok odaklanmaya çalıştı. Sanki zaman durmuş gibiydi. Boğazındaki acı hissi kayboldu önce, sonra da kaybetmekte olduğu bilinci değil de, sanki bilinçaltı farklı bir farkındalık düzleminde kontrolü ele aldı. Bu koparılmak üzere olan gözleriyle değil, ‘’ Gören Göz ‘’ sıfatı ile gören bilincin kendisiydi. İlk fark ettiği dokunmakta olduğu Cornelius’ un diğer dokunduğu ölü kişiler gibi olduğuydu. Soğuk ve ‘’yarını’’ kalmamış, sadece içinde ‘’geçmişi’’ kalmış bir ceset gibiydi. Aynı o gemicilik bilgisini ve yeteneklerini aldığı adam gibi.
Daha içeriye ilerledi Özlem, daha derine. İlerledikçe ıslak soğuk bir zeminde yürüyormuş gibi hissetti ayaklarında. Aşağı bakmıyordu, neye bastığını görmek bilmek istemiyordu. Sadece ilerledi karanlıkta ve daha da ilerledi.
Varması gereken derinliğe indiğinde pause tuşuna basılmış bir film sahnesi, donmuş bir an gibi kendisini Cornelius’un gırtlakladığı tam o saniyede buldu. Adam sevinçle boğazını sıkıyor, kendisi ise gözlerini kapatmış ve öylece duruyordu. Kapalı gözlerinin içinden sanki dışarıya sızmaya çalışan bir ışık, bir aydınlık vardı. Görüntü bir bütün halinde sanki sanatsal bir eser, bir heykel gibi, canlı insanlarla yapılan bir sahne sanatı gibiydi.
118
İlerledi…
Cornelius’un alnında Efendi’nin mührü vardı. Yeni açılmış bir yara gibi görülüyordu bu mühür. O anda ne yapabileceğini anladı.
Dokunabilecek kadar yakınlarına gitti ve ilk başta ürkekçe ama sonra gitgide artan bir kararlılıkla elini Cornelius’ un alnına doğru götürdü. O habis mührün üstüne koydu elini ve tüm vücudu sarsılmaya başladı. Bu diğerlerinde gördüğü, kaldırdığı mühürlerden çok daha etkili ve güçlüydü. Dokunduğu an sanki eli yapıştı oraya ve acıyla kıvranmaya başladı. Elini çekemiyordu. Cornelius’ da titremeye başladı ve Özlem acıyla bir çığlık atıp yere düştü.
Saçları yüzünü görüşünü tamamen kapatmıştı düşüp kaldığı yerde. Kafasını sağa sola salladı ve yerinde doğruldu. Cornelius’ a tekrar yanaştı. Gördüğü şey sarsılmasına sebep oldu.
Efendi’nin mührünün yerinde, Özlem’in tam ‘’dokunduğu’’ yerde şu anda bir göz mührü vardı.
Özlem istemsizce gülümsedi. Derinlerden uyanıp üst bilincine geri döndü. Cornelius hala boğazından tutuyordu ama Özlem’ in kapanıp açılan gözlerine baktığı anda bıraktı.
Dizlerinin üstüne çöktü.
Aylin vurmayı bıraktı, oraya anca yetişebilen İlkay şaşkınlıkla öylece durdu.
Özlem’in yüzünde o derinlerden getirdiği gülümseme duruyordu.
Tüm kargaşa bitmiş, silah sesleri durmuştu. Güverteye sessizlik ve şaşkınlık hakimdi. İlkay neler olduğunu tam olarak anlayamadığından hala sinirli ve tedirgindi. Aldığı darbelerin verdiği şaşkınlık da cabası. Güvertede Özlem’in önünde saygıyla diz çökmüş sanki şövalyeliği tasdik edilecekmiş gibi bekleyen bir adet Cornelius vardı. Bir adette korku filmlerinden fırlamış gibi görünen, göz kapakları kesilmiş ya da koparılmış gibi duran patlak gözlü sıska tuhaf bir adam vardı.
Biri İlkay’ın hayatını kurtarmış, diğeri ise Özlem’in hayatına kastetmişti. Adem ise hala bilinçsizce yerde yatıyordu. Cornelius’a saldıracakmış gibi yaklaşmakta olan İlkay’ı Özlem durdurdu.
‘’Dur, o artık bizim düşmanımız değil’’
Aylin dili tutulmuş gibi öylece duruyordu ve olan biteni anlamaya çalışıyordu diğerleri gibi. Cornelius öylece tepkisiz bir eşya gibi duruyordu orada. İlkay ‘’ ne demek düşmanımız değil, ne nasıl? ’’ diye konuşurken yalpaladı. Elleri titriyordu sinirden.
Özlem ‘’ herkes bir oturup sakinleşsin ‘’ derken gözleri Adem’i aradı. Olan bitenin sıcaklığı ile bir köşede unutulmuş bilinçsiz yatan Adem aslında grup için şu an en tehlikeli kişiydi. Bunu da ilk hatırlayan yine Özlem oldu. Seri adımlarla Adem’in yanına yürüdü. Yüzü gözü kan içinde kalmıştı. Önce soluğunu kontrol etti ölüp ölmediğini anlamak için.
Yaşıyordu…
Sonra da artık pek sarsıcı olmamaya başlayan dokunuşu ile Adem’i düştüğü karanlık çukurlardan ve Efendi’nin olası bir müdahalesine açık savunmasız halinden çekip çıkardı. Adem kan öksürerek uyandı ve bazı küfürler savurdu. Neler olup bittiğini, ortalığın sakinleştiğini Özlem’in sakin ve sevecen bakışlarından anladığında mahcup hissederek sustu ve kafasını tutmaya başladı.
‘’Kafam…’’
119
Özlem bir abla şefkati ile baktı Adem’in yaralarına, bir tanesi kötü görünüyordu. Baya açılmıştı ve dikiş gerekiyordu. Gömleğinin kolunu yırttı ve buruşturup bir çaput gibi Adem’in eline tutuşturdu ‘‘ Bunu kafana bastır, iyice ‘’ dedi. İlkay’ da yanlarına geldi ve yardımıyla kaldırıp kaptan köşküne yürüttüler.
Serkan konuşmadan öylece olan biteni anlamaya çalışıyordu. Birbirine nazik davranan ve birbirini korumaya çalışan bu kişiler ilgisini çekmişti. Uykusuzluğu beyninde hissediyordu. Sanki kafasının içinde yüzlerce karınca oradan oraya vızır vızır yürüyorlarmış gibiydi. Grup kendi aralarında konuşurken o cebinden göz damlasını çıkardı ve gözlerine bol bol damlattı.
Aylin en meraklısı olarak hepsinden önce sordu tabi ‘’ sen kimsin bu arada, teknede ne işin var ? ‘’ Serkan ‘’ onlarca birbirinin tıpa tıp aynısı adamın denize atlayıp size doğru geldiğini görünce peşlerine düştüm, size saldırdıklarını görünce de yardım etmek istedim ‘’ dedi. Cebinden bir sigara çıkartıp ‘’ içebilir miyim ‘’ diye sordu. Özlem hariç herkes genç adama şüpheyle bakıyordu. Baktıklarında gördükleri manzara da oldukça çirkindi tabii.
‘’ Tamam teşekkür ederiz yardımın için dinlendikten sonra yoluna devam edebilirsin ‘’ dedi Adem. İnceden bir uyuz olmuştu. İlkay ‘’ teşekkür ederim benim hayatımı kurtardın kardeşim ‘’ dedi. Yüzünde bir minnet duygusuna dair bir ifade yoktu, daha çok biri tarafından kurtarılmayı hazmedememek vardı hatta.
Serkan sigarasının külünü silkelerken ‘’ önemli değil ama bunlar kim, ne bunlar klon falan mı hepsi birbirinin aynısı bu adamlar sizden ne istiyorlar ki? ’’ diye merakla sordu. Karşısında oturan Aylin ‘’ uzun hikaye ‘’ diyerek kestirip attı. Aldığı cevap Serkan’dan ‘’ eyvallah ‘’ dercesine bir kafa sallama hareketi oldu.
Kimsenin en ufak bir güvenci yoktu adama. Özlem hariç.
Kimsenin dur yapma etme, ne yapıyorsun falan demesine kalmadan ani bir hareketle Serkan’ın kolunu eliyle pençe gibi tuttu ve gözlerini kapadı.
Herkes dumur olmuş bir şekilde öylece kaldı. Serkan’ın kapakları yırtık gözleri kapanamayınca bir tuhaf oldu. Gözleri fıldır fıldır bir sağa, bir sola yukarı ve aşağı insanın kendi kendine yapabileceğinin çok daha üstünde bir hızla savrulmaya başladı. Göz bebekleri büyüdü ve zaten kanlanmış olan akı iyice kırmızıya çaldı. Akabinde de titremeye başladı. Sarsılma gibi değil ama ufak ufak ve içten gelen bir titreme.
‘’ Ne oluyor, Özlem abla ne yapıyor? ‘’ diye telaşla sordu Aylin. Adem kafasına bastırdığı çaputun altından ‘’ kimdir, necidir diye bir bakıp gelecek bence Özlem abla ‘’ dedi.
Birkaç saniye daha böyle sürdü gitti ve nihayetinde Serkan’ın gözleri sakinledi, titremesi duruldu ve oturduğu koltuğa öylece yığıldı. Uyumuyordu ama uyanık olduğu da söylenemezdi.
Özlem gözlerini açtı.
Gözleri baya bir dolmuştu kanlı gözyaşları ile. Parmakları ile gözlerini sildiğinde parmakları ıslandı. Bunlar can acısından gelen gözyaşları değildi. Bunlar içine birden konsantre bir şekilde çöken bir hayatın acısıydı ‘‘ Sen neler yaşamışsın böyle ‘’ dedi anaç bir sesle. Serkan mahcup bir şekilde bir şeyler geveledi ‘’ ben, şey… ‘’ gibisinden ama sustu.
Özlem ‘’ bu arkadaşımızın adı Serkan ve kimsesi yok şu anda, bizim gibi. Bizimle kalabilir eğer kendisi de isterse. O bize yardım etti, biz de ona yardım edebiliriz ‘’ dedi. Adem Serkan’a doğru hafiften yanlayıp ‘’ olm sen göz kapaklarını mı kestin lan uyumamak için? ‘’ diye sordu. Serkan gözlerini daha da bir pörtletip ‘’ çok mu belli ‘’ diye baktı. Adem ‘’ psikopat bu ‘’ dedi içinden.
‘’ Abla tanımayız etmeyiz, nedir necidir bilmeyiz, ben hoşlanmadım bu işten’’ diye çıkıştı Aylin. Özlem kıza uzanıp elini tuttu yine şefkatle ‘‘ Herkes ölüyor, birilerini hayata tutundurmalıyız Aylin. Ayrıca birlikten kuvvet doğar. Ben ona baktım ve gördüğüm şeyde bize zarar bir şey yok inan bana ‘’ diyerek onu temin etmeye çalıştı.
‘’ bir psikopatımız eksikti ‘’ diye içinden söylenip duran Adem ilgiyi geri kendine çekmek istercesine tekrarladı.
‘’ Offff, Kafam… ‘’
İlkay diz çökmüş bekleyen Cornelius’u gösterip ‘’ bu ne olacak şimdi?’’ diye sordu.
Özlem tek kelimeyle cevap verdi.
‘’ Kölem… ‘’
120
İlkay iyice ekipteki diğerleri gibi şaşkına dönmüştü artık. Özlem’in yaptıkları, yaşadıkları o ne olduklarını anlatmadan anlayabilecekleri bir boyutu aşmaya başlamıştı çünkü. Bu adam ölüp sonrasında kendisinden onlarca tanesi nasıl geldi, öldürmek istercesine saldırırken şimdi nasıl sus pus olmuş duruyordu.
‘’ Bir an önce anakaraya dönüp erzak ihtiyaçlarımızı gidermeliyiz. Bir hastaneye gitmenin herhangi bir mantığı olmadığını geçen seferki deneyimimizden biliyoruz ama tıbbi ekipman depolamamız lazım.’’ Dedi Özlem. Neyin nasıl ne zaman yapılacağını belirleyen hali gitgide baskın gelmeye başlamıştı.
‘’ Bunlardan önce bu arkadaşın nasıl köle olduğunu, ne demek yani… ‘’ cümlenin sonunu getiremedi İlkay, zırvaladı.
Buyurgan bir sesle ‘’ Kalk ‘’ dedi Özlem. Cornelius kalktı ‘‘ Git içerdeki kamaradan üstüne olabilecek bir kıyafet bul da giy sonra tekrar buraya gel, İlkay’ın kıyafetleri ancak sana olur ‘’ dedi. Cornelius bir saniye bile beklemeden içeri kamaraya gitti.
Özlem gülümseyerek ‘’ sahip olduğum güçler gelişiyor, artık sadece Efendi’nin etkisini ortadan kaldırmakla kalmıyor, ayrıca kendi etkim altına da alabiliyorum ‘‘ dedi. Halinden gayet memnundu ta ki Adem’in yüzündeki acı ifadesini görene kadar.
‘’ Yola çıkalım anlatıcam, Adem iyi görünmüyor, vaktimiz yok ’’ dedi Özlem ve tekneyi tekrar kıyıya doğru yolculuğa çıkardı. Ekip etrafına olup biteni anlatması için ağızlarına emzik gibi sigaraları alıp tekrar üşüştüğünde Özlem ‘’ herhangi bir insanda aynı etki olur mu bilmiyorum açıkçası çünkü bu adam herhangi bir insan değil, aslında bir ölü ‘’ dedi Özlem ve bir tane de o yaktı. Bahsettiği tuhaf şeyin hayatlarında ne kadar kısa bir sürede bu kadar normalleştiğinin farkına varıp şöyle bir anlık farkındalık yaşadıktan sonra ‘’ Efendi bu insanları taze gömülmüş cesetleri kaldırarak üstümüze gönderdi. Neden o cesetleri bu surete çevirdiğini bilmiyorum açıkçası… ‘’
Özlem cümlesine devam ederken kulağında korkunç bir fısıltı ile irkildi. Sanki beyninin içinde çok uzaklardan bağırılmış da kulağına o kadarı gelebilmiş gibi olan ses ‘’ Cinsinizden yüzüne bakmaya midemin bulanmadığı tek sıfat Cornelius’ un da o yüzden ‘’ dedi.
Özlem öylece duraladı. Belinden bir ürperti ve soğukluk ensesinde saç diplerine kadar titreterek yürüdü. Herkes ne olduğunu hep bir ağızdan sorduğunda kendini toparlayıp ‘’ tamam bişey yok şeytan dürttü, işte Efendi onları tamamen kendi iradesi ile yönetiyordu. O yüzden ben Efendi’nin mührünü kaldırdığımda dokunarak normalde geriye soğuk bir cesetten bir şey kalmayacaktı. Ama öyle olmadı. Ona dokunduğumda Efendi’nin mührü kalkınca yerine kem bir göz mührü geçti ve sonuç bu ‘’
diye bitirdi sözlerini Özlem.
Kulağında duyduğu sesin Efendi’ye ait olduğuna emin gibiydi. Hala da ses mağarada yankılanır gibi beyninde yankılanıyordu. Bu sesin zihnine olan misafirliğinin geçici olmasına dua eder ve yankılardan kurtulmaya çalışırken, ses tekrar fısıldadı.
‘’ Bedel ödeyeceksin ‘‘
121
23 – BEDEL
Özlem sanki tiki varmış gibi başını sağa çevirip sonra düzeltti. Garip bir halleri olduğu gözlerden kaçmıyordu. Yine hep bir ağızdan gelen ‘’ iyi misin ‘’ ‘’ ne oldu ‘’ gibi soruları üstüne İlkay’ın kıyafetlerini geçirmiş ve kıyafetlere de cuk gibi oturup adama benzemiş Cornelius geldi. Siyah kırış buruş bir gömleğin altına koyu gri düz bir pantolon bulmuştu Cornelius. Bir sonraki emri beklercesine öylece kaldı.
Özlem kafasını dağıtmak istercesine ‘’ hadi buna bir isim bulalım ‘’ dedi. Hızlı adaptasyon Adem’in bile göz devirmesine sebebiyet vermişti.
Serkan’ın da hayaletleri etrafında tekrar dolaşmaya başlayalı birkaç dakika olmuştu. Cornelius’un aynı kıyafetlerini giymiş bir Serkan onunla yan yana durup boylarını ölçerek Cornelius’dan ne kadar kısa olduğunu ölçüyordu. Bir tanesi de hızla yol almakta olan teknenin kenarına tırmanmış çıplak bir halde el sallıyordu, sonra da ‘’ elveda hayat ’’ diye bir tragedya nidası ile denize atladı. Serkan böyle anlarda gözlerini kapatıp ovuşturmak, kafasını sallayıp tekrar gözlerini açtığında bu halüsinasyonlardan kurtulmuş olmayı çok fazla ister hale geldi.
Cornelius ile boy ölçüşen Serkan ‘’ ben bunu teke tekte yerim ‘’ dedi. Serkan hayaletleri ile boğuşurken dikkati Özlem’in ‘’ Cornelius, Cornelius diye etrafımda gezdiremiycem bunu ‘’
‘’ İlla bir isim vereceksek, adı iribaş olsun ‘’ dedi. Kimse gülmedi hatta Aylin iğrençsin der gibi bir bakış sallayıp ‘’ bu mudur yani ‘’ dedi. Adem kafasını tutup yaralı olduğunu gözlerine sokmak istercesine hareketlerle ‘’ ne var kedimin adıydı küçükken, o da bunun gibi iri koca kafa bir şeydi, oradan şey ettim ‘’ diyip sustu içinden ‘’ ben yine de iribaş diycem ‘’ diyerek.
Vader, Fedai, Kratos, Aragorn hatta Frodo gibi fantastik isimler denenip vaz geçildikten sonra İlkay ‘’ Sadık olsun ‘’ dedi. Herkes düşünmeyi bırakıp bu fikri harika bulmuş gözlerle bakarken İlkay lafına devam etti ‘‘ Sadık olmazsa öleceğini de bilsin ‘’ diyerek bir sigara daha yaktı. Varlığından zerre haz etmemişti ve ona kalsa karısının boğazını sıkmış olduğu için bile sadece lime lime edilip denizde balıklara yem yapılmalıydı.
Ama öyle olmadı.
Özlem Cornelius’a dönüp ‘’ Bundan sonra senin adın Sadık. Bu teknedeki insanları korumakla yükümlüsün ‘’ dedi.
Sadık bir can, bir kişilik kazanmışçasına o heykel duruşunu bırakıp gözleri ile etrafı incelemeye, nerede olduğunu anlamaya ve teknede ona bön bön bakan tipleri hafızasına kazımaya başladı. Birbirlerine olan hitaplarını dinlediği için isimlerini öğrenmişti bile.
‘’ Abla Efendiyi gidip öldürmesini söylesene ‘’ diye bir çıkış ekipte sadece Adem’ den beklenebilirdi ve o da çok bekletmedi zaten. Özlem acı bir gülümseme ile Adem’e dönüp ‘’ Sadık bunu yapamaz, herhangi birisinin de bunu yapabileceğini açıkçası düşünmüyorum artık ‘’ dedi.
‘’ Neden, tanrısal güçleri olmadığını, bir insan olduğunu söylemiştin ama ‘’ diye fısıldadı Aylin ümitsizce. Umutlar tükenmedikçe umut tükenmiyordu zira ve Aylin kırılgan yapısıyla ortalıkta dinmek bilmeyen akan kan, silah sesleri, olan biten olağanüstü olayların sonunda iyice yıpranmıştı. Özlem’in yanıtını beklemeden ‘’ ben biraz kamarada dinlensem iyi olacak ’’ diyip ağır aksak adımlarla kamarasına doğru ilerledi. Özlem ile göz göze gelen Adem Özlem’in başını sallaması ile Aylin’in peşi sıra gitti.
Olur da yatıp uyursa diye ellerinin bağlanması gerekiyordu çünkü.
122
Adem ’’ Bekle beni ‘’ diyerek Aylin’i takip etti. Kız ağlıyordu. Sıcağı sıcağına olaylar olurken elinden geldiğince soğukkanlı kalmayı başarsa da sonunda salıvermişti ‘‘ Git başımdan ‘’ diyerek ilkokullu gibi kovaladı Adem’i ama Adem’ in peşinden gitmeye niyeti yoktu. Arkadan yetişti ve omzundan tuttu ‘’ ne var, ne var’’ diye bağırarak dönen Aylin bir an için Adem’in yaralı olduğunu unuttuğunu fark edip bir miktar kendine kızdıktan sonra ‘’ ne var ‘’ diye bu sefer daha yumuşak ve kibar bir şekilde sordu.
‘’ Yalnız kalmanı istemedim ‘’ dedi Adem. Sarıldı Aylin’e ve ‘’ kafam kanıyor benim burada, senin şu yaptığına bak ‘’ diye de kendini acındırmaya devam etti. Aylin gülümsedi ve ‘’ senin o koca kafana bir şey olmaz merak etme ‘’ diyip yürümeye devam etti. Kamaraya beraber geçtiler ve Adem uyuyup uyumayacağını sordu. Aylin uyumayacağını düşünse de yine de ihtiyat için ellerini bağlattı. Bu tuhaf anı bir an önce atlatmak için acele eden Adem ‘’ o piçi görürsen eğer uyuyup da ona söyle ‘’ diye lafa giren Adem’i Aylin susturdu yattığı yerden ‘’ şşşşş, tamam ben anladım aldım mesajı, şimdi biraz yalnız kalmak istiyorum gerçekten ‘’ diyip yattığı yerde hafiften yan dönüp kamaranın duvarına histerik ve donuk bir bakış atmaya başladı.
Adem usulca kamaradan ayrıldı. Teknenin artık hız kesmeye başladığını fark edince kıyıya da yaklaştıklarını anladı. Dümenin başında Özlem İlkay ile bir şeyler konuşuyordu. Sadık nereden bulduysa bir dürbün bulmuş kıyıyı olası onları bekleyen tehlikelere karşın gözlüyordu. Serkan ise bir köşede oturmuş güverteye doğru bakıyor ve sanki bir şeyler izliyordu.
Adem yanlarına gelip ‘’ biraz sakinleşmeye, yalnız kalmaya ihtiyacı var, pek ilişmeyelim bir süre ‘’ diye içeriden bilgi verdi gruba. Serkan rüyadan uyanmış gibi irkildi ve konuşulanlara geri kulak kabarttı ‘‘ Hepimiz birden kıyıya gitmeli miyiz, gitmemeli miyiz karar veremedim ‘’ dedi İlkay. Oldukça endişeliydi. Daha adaya en ufak bir yerleşme ve güvende hissine kavuşamadan tekrar geri dönmek içini büyük bir huzursuzlukla zımparalıyordu. Söylediği diğerlerinin görüşlerini almak için bir talep nidasıyla çıkmıştı zaten.
Özlem ‘’ Serkan arkadaşımız, Sadık ve Adem gitsin sadece ‘’ dedi. Sadık adı geçer geçmez çağrılmış bir av köpeği gibi kafasını kaldırıp dürbünü gözlerinden çekti ve Özlem’ in yanına gelip ‘’ emredersiniz Efendim ‘’ dedi ve hemen filika botu hazırlamaya koyuldu.
‘’ Neler alacağız? ’’ diye sordu Adem kandan iyice ıslanmış ve kafasında artık doğru dürüst durmayan bezle oynayarak. İnceden halsizleşmeye de başlamıştı. Özlem’in söylediği direk kabul görmüş ve diğer fikirler elimine olmuştu bile. İlkay ‘’ aramıza 2 kişi daha katıldı ve buna göre gıda tüketimimiz de daha artacak. Pansuman malzemeleri ve gıda, kuru gıda, uzun süre gidebilecek ürünler lazım. Ayrıca hazır gitmişken mutlaka ama mutlaka silah ve mermi stoklarımızı da arttırmalıyız. Şu an sıfırı tüketmiş gibiyiz ‘‘ dedi.
‘’ O zaman Karaköy’e doğru yanaşalım, bunları özellikle silah ve mühimmatları en güzel oradan tedarik edebiliriz ve en önemli ihtiyaç kalemi de o şu anda ‘’ dedi Adem ve ayaklanıp Sadık’ ın yanına gitti ve usulca ‘’ en ufak yanlışında feriştahını hoplatırım onu bir söyleyeyim de ‘’ diye şakayla karışık uyardı. Serkan’ da yanlarına geldiğinde artık bot suya indirmeye hazırdı ‘‘ Kardeş, aramıza hoş geldin ‘’ diyip elini uzattı Adem. Adamın yüzüne bakmakta, bakışlarını sabit tutmakta oldukça zorlanıyordu çünkü adamın suratı berbat gözüküyordu. Serkan Adem’in uzattığı eli sıkıp ‘’ eyvallah ‘’ dedi.
‘’ Şu hengame bitsin uzun uzadıya konuşur tanışırız, şimdi işimize bakalım ve canımızla uğraşalım değil mi? ‘’ diyince Serkan’da ‘’ elbette, ben neler olup bittiğini anlamış değilim, sadece her şey bitti sanarken birilerinin hayatta, aklı başına kaldığına sevindim ‘’ diyiverdi.
Adem ‘’ şu an gündüz mü, gece mi ? ‘’ diye sordu gökyüzüne bakıp. Bir güneş vardı ise bile hala Özlem’in tüm arındırıcı güçlerini uygulamasına rağmen dahi bitmeyen geceden çıkamamışlardı.
‘’ Gündüz ‘’ dedi Serkan ve yukarı bakıp gözlerinin nasıl da kamaşıp gökyüzüne bakamadığını gösterdi. Adem ‘’ bize bitmeyen bir gece var, bilsen ‘’ diyip başını önüne eğdi.
Son kalan zula mermilerin yarısı olan 14 mermi iki tabanca ve bir Sadık ile sahile iyice yaklaşıp demirleyen tekneden ayrılırken Adem ‘’ kendinize dikkat edin ‘’ dediler karşılıklı olarak ve üç kişi gidip ancak iki kişi geri gelebilecekleri ikmal yolculuğu da böylece başlamış oldu.
İlkay Özlem’e ‘’ bu çocuğa gerçekten güvenebilir miyiz, aldık yanımıza beş dakikada nedir necidir bilmeyiz ‘’ diye kaygı ile sordu ve eşinin elini tuttu. İçi ürperdi dokununca bir tuhaf oldu ama bu tuhaflık yerini güzel bir serinliğe bıraktı.
‘’ Ben biliyorum artık kimdir, necidir İlkay. Onun hatırlamadığı hatıralarını bile biliyorum, ilk doğduğu andan bugün bu tekneye çıktığı ana kadar hem de ‘‘ diye bir miktar da böbürlenerek gülümsedi ve eşinin elini tuttu. Artık olan biteni hazmetme hızı, adapte olma kabiliyeti çok yükselmişti ve eskisi gibi güçlerini kullandığında yıpranmıyordu. Kendini gitgide daha güçlü ve canlı hissediyordu hatta gözü kullandıktan sonra. En azından bu son seferde böyle olmuştu.
‘’ Çocuğa güvenebiliriz, merak etme o iyi birisi, iyi ve çok kadersiz ‘‘ diye bitirdi sözlerini Özlem.
123
İlkay ‘’ bu nasıl olabiliyor, nasıl çözemiyorum ‘’ dedi ve bir sigara yaktı yolcuların gidişini izlerken. Özlem sigarayı İlkay’ın elinden alıp derin bir nefes çekti ‘‘ Bilmediğimiz bir savaşta bir taraf atağa geçince, belki de karşı taraf defansa geçmek için böyle bir şey yaptı ve böyle bir güç uyandı. Belki de doğa bu şekilde dengesini korumak istedi, kaynağını bilemiyorum açıkçası ‘’ dedi Özlem.
Sigarayı aralarında döndürüyorlardı.
‘’ Peki neden sen, neden biz? ‘’ diye sordu ve dibi gelen sigarayı denize salladı.
‘’ Birileri olmak zorundaydı ‘’ dedi Özlem ve dümenin başına geçti.
Sahile doğru yolculuktaki botta ise artık kan kaybından mı ya da fazla kan kaybettiğini düşündüğünden psikolojik olarak mı bilemese de Adem kendini oldukça halsiz hissetmeye başlamıştı. Sadık yine dürbünle sahili gözlüyor risk analizi yapıyordu. Serkan ise öylece boş boş sağa sola bakınıyordu.
Tabi diğerlerinin gözünde.
Onun ise gözlerinin önünde panayır vardı resmen. Yanlarında bir botta başka hayali bir Serkan güneşlenmek üzere Bermuda şortu yanında da kızıl saçlı, oldukça göz alıcı bir kız olan manitası ile uzanmış malibusunu içiyordu. Arada bir güneş gözlüklerini kaşlarının üstüne kadar kaldırıp Serkan’a bakıp ‘’ sen çok salaksın ha ‘’ diyip duruyordu. Serkan oradan kafasını çevirse başka, ardına dönse başka bir halüsinasyonda kendisini olur olmaz pozisyonlarda izleyip duruyordu. Üstünden gömleğini çıkartıp kafasına geçirdi ve gözlerinin hizasını onlara temas etmeyecek şekilde özenle bir iki kat geçti. Biraz karanlığa, biraz çılgınca şeyler görmemeye ihtiyacı vardı. İki minicik deri parçasının vücudundaki eksikliğinin bu kadar sorun olacağını tahmin edemezdi çünkü bu kadar yaşamayı da pek tahmin etmiyor, hatta planlamıyordu bile.
Adem ‘’ iyi fikir kardeşim ‘’ biraz gözlerin dinlensin diyip merakla sordu ‘‘ nasıl yaptın, nasıl kestin göz kapaklarını? ‘’ diye sordu.
Serkan ‘’ kretuar bıçağı ile, önce göz kapaklarımı parmaklarımla tutup gerdirdim, sonra da kaşımın hemen altından kemiği takip ederek bir yarım daire çizdim ‘’ dedi kısık bir sesle. Soğukkanlılığı Adem’i rahatsız etse de ‘’ doktor falan mısın, yani baya temiz kesmişsin operasyon yapmışsın ondan dedim ‘’ diye detayları sordu.
‘’ Kretuar bıçağı maket yapımında kullanıyordum, doktor değilim işsizim, yani işsizdim ‘’ dedi Serkan.
‘’ Özlem abla, medyum falan mı ‘’ diye sordu ardından merakla. Ne gibi insanlarla bir arada olduğunu ufak ufak anlamaya başlamak istiyordu. Ne olsa onun ‘’ ne mal ‘’ olduğunu grup bir şekilde öğrenmişti, en azından bir bireyi. Ama Serkan bilmiyordu.
‘’ Özlem abla, bu yılbaşı gecesi olan bitenlerle birlikte bazı özellikler, özel güçler ortaya çıkarmaya başladı. Yani eskiden de tuhaflıkları vardı. Gördüğü rüyalar kâbuslar illa çıkardı. Kayınvalidesinin öleceğini görmesi rüyasında 17 Ağustos depremini görmesi, ne biliym birçok böyle şey vardı. Kahve falları çıkardı falan, hiç duyulmamış şeyler değil tabi. Ama yılbaşında olanlardan sonra bu tuhaflıklar başka bir boyuta geldi. Özlem abla dokunduğu kişinin her şeyini görebiliyor, ayrıca Efendi’nin kontrol altına aldığı insanları da özgür kılabiliyor. Bugün gördük ki istediği birilerini de kontrolü altına alabiliyor. Fazlasını eksiğini bilmiyorum kardeşim. Tek bildiğim yılbaşında – ki biz yılsonu diyoruz, Efendi ile aralarında bir bağ doğdu ve bir şekilde aramızda bir savaş bir mücadele var. Efendi bizi, başta Özlem ablayı öldürmek istiyor ve Aylin’i de ele geçirmek istiyor ‘’ diye olan bitenle alakalı bir özet geçti.
124
Serkan duyduklarını idrak etmekte zorlanmakla birlikte olağanüstü olayların yaşandığı şu günlerde duyduklarına olduğu gibi inanmayı tercih etti ‘‘ Bu Efendi kim ve neden Aylin? ‘’ diye sordu.
Adem ‘’ Efendi bu olan bitenin, her şeyin müsebbibi olan şerefsiz mahlukat. Hakkında çok bilgi yok, amacı insanlığı yok etmek ve Aylin ile yeni bir kavmin ilk tohumlarını atmak. Aylin’ de bir şekilde uzaktan ıraktan onun akrabası bir şekilde. Kendisine en yakın insan olarak gördüğü için onu ele geçirmek istiyor ‘’ diyerek cevabını tamamladı. Lafın sonuna da ‘’ bir sigara yaksana varsa ‘’ diye ekledi.
Serkan sigarayı yakıp Adem’e uzattı ve bir tane de kendine yaktı. Sadık tüm bu konuşmaları dinlerken fark ettiği şeyleri diğerleri ile paylaşmak üzere dürbünü gözlerinden indirip botun içine bıraktı.
‘’ sahilde birkaç ceset var, birilerini kovalayan birileri var. Birkaç minibüs araçta sahil boyunca volta atarak nöbet tutuyor. Birilerini bekliyor gibi görünüyorlar ‘’ dedi. Konuşması son derece duygusuz, sadece görev olsun diye ağzından çıkan seslerden ibaret gibiydi.
‘’ Kesin bizi bekliyorlar, şenlik var sahilde yeminle. Ya kafam patladı nasıl halledicez bu kafayı bak yeminle çakıcam şuraya patlatıcam ben de kurtulucam, herkeste kurtulacak ha ‘’ dedi Adem. Çakıcam şuraya dediği yerde çakabileceği herhangi bir katı obje, duvar, çıkıntı bir şey yoktu.
Sadık ‘’ siz bu dürbünü alın, ben sahilden el salladığım zaman gelirsiniz ‘’ diyip motoru durdurdu ve denize atladı Adem ile Serkan’ ın şaşkın bakışları eşliğinde. Adam kollarını makine gibi kullanıyor, durup dinlenmeksizin kulaç atıyordu.
Adem ve Serkan birbirine bakıp şaşkınlıklarını paylaştılar. Aynı anda dürbüne el attıklarında, bakması için diğerine bırakan ilk Serkan oldu. Adem ‘’ tamam tamam, sen bak sen daha iyi görürsün hem ‘’ diyerek bir göz esprisi yapmak istedi ama Serkan gülmedi ve ‘’ sen bak ‘’ diyip geri çekildi.
Adem olan biteni izlerken maç anlatır gibi bir edayla izlediklerini olaylar oldukça aktarmaya başladı.
‘’ Sadık sahile varmak üzere ‘’
‘’ Sahile vardı, arabalar durdu onlara doğru gidiyor ‘‘
‘’ Minibüsün arkasındalar göremiyorum, arbede çıktı ‘’
‘’ Sadık görüntüye tek çıktı, diğerleri yok, yıktı onları galiba ‘’
‘’ Ortalığı gözlüyor ‘’
‘’ Oha bir sürü insan üst yoldan aşağıya doğru koşmaya başladı ‘’
‘’ Sadık kaçmıyor, bekliyor öyle sağa sola bakınıyor.’’ Düşünüyor herhalde ne bok yiycem şimdi diye ‘’
Serkan heyecanla takip ediyor, sigara üstüne sigara yakıyordu.
‘’ Minibüslerden birine bindi, üstlerine gidiyor. Oha, bunu görmen lazım ‘’ diyip dürbünü uzattı Serkan’a.
125
Serkan gözlerine temas etmeyecek belli bir mesafede tutmakta zorlansa da dürbünü, yine de olan biteni izlemek için katlanıyordu. Sadık minibüse binmiş üstüne gelen, koşan eden kim varsa onunla çarpıyor, sonra da ileri geri yaparak o lastiklerin altında bir güzel çiğniyordu. Kapılara tutunmaya çalışanları araçla yaptığı manevralar ile savurup sonra da yine üstlerinden geçiyordu. Kısacık sürede sahil yolunu kana cesede boyadığını görmek için artık dürbüne bile gerek yoktu aslında.
‘’ Harbiden oha ‘’ dedi Serkan görüntüleri izlerken ve geri Adem’e verdi.
Sadık herkesin öldüğünden emin olduktan sonra üst caddelerde de şöyle bir volta attıktan sonra geri sahile döndü ve araçtan inip minibüsün üstüne tırmandı. Ellerini sallıyordu gelin diyerek.
Adem ve Serkan sahile olan son kısa mesafeyi de tüketip indiler ve cesetlerin arasından deresinden üstlerine basmamaya çalışarak minibüse bindiler.
‘’ İyi iş çıkardın, tekini sağ koymamışsın maşallah ‘’ dedi Adem.
Sadık marşı çalıştırdıktan sonra onlara dönüp ‘’ size hiç kimsenin zarar vermesine izin vermeyeceğim ‘’ dedi vakur bir ifade ile ve Mercan yokuşuna doğru araç yola düştü.
***
Efendi odasında oturmuş sakin bir şekilde gökyüzünü seyrediyordu. Her zamankine nazaran son derece mütevazı, son derece normal bir insan görünümündeydi. Siyah ince telli saçları yüzüne dökülmüş, bir miktar yorgun ama mutlu bir ifade vardı yüzünde.
‘’ Bitti işte.‘’ diye mırıldandı kendi kendine. Dudakları çatlamış, gözleri kan çanağına dönmüş altları da mosmor olmuştu. Bir bardak su boğazından aşağıya indiğinde ancak kendine gelmeye başladı.
Dünyada yaşayan, iradesinin uğramadığı, dokunmadığı hiçbir benlik kalmamıştı artık. Geriye sadece ortalıkta deli danalar gibi dolaşan, aldığı görevi gerçekleştirmek üzere uğraşan ya da aldığı görevi gerçekleştirme şansı kalmadı ise yakında intihar ederek kendi kendini yok edecek çarpık zihinlerden ibaret bir dünya kalmıştı.
Bir de ‘’onlar’’
Özlem’in korudukları…
Ya da kurtardıkları…
İradesine verdiği ve otomatik pilota aldığı kısımları yokladığında Gören Göz ’ün peşinden gönderdiği Cornelius’ların neredeyse tamamının öldürüldüğünü fark etti. Acı bir gülümseme düştü yüzüne ‘‘ Bu çocuk ne zaman verdiğim görevi başaracak ‘’ diye düşündü.
126
24 - YIKIM
Odasından dışarı çıktı ve koridorun ardından dış kapıya yöneldi. Adımları oldukça yorgundu ve sanki ister istemez yürüyordu. Hayatında hiç yormadığı kadar yormuştu benliğini ve biraz dinlenmek zorunda olduğunu binlerce yıl sonra ilk kez hissetmişti.
Çıplak ayakları toprağa, çimlere değdiği zaman içinde enerjinin kıvılcımlar gibi çaktığını hissetti. İçine dolan kötü enerji, kötü elektrik bastığı yerleri çürütüyor, çimenleri çiçekleri karartıp öldürüyordu. Bu şekilde yürüyerek ilerledi kafasında düşünceler ile ve esen rüzgâra sanki toz zerrelerinden oluşan bir yığın gibi savruldu.
Esen rüzgâr estiği yerden esip giderek nihayete ereceği yere kadar Efendi’nin emrine amadeydi. Onu alıp gizli merkezinden ilk taşıdığı yer kum fırtınalarının arasına karışıp sonra en bilinen meşhur piramitlerin başkenti Mısır’ın Gize şehri oldu. Az önce binlerce kilometre ötede evinin bahçesindeki çimenlerde gezen ayakları şimdi Gize ’nin ince çöl kumları arasındaydı.
Yolculuk iyi gelmiş olacak ki Efendi artık daha dik duruyor, daha enerjik ve hayat dolu görünüyordu. Büyük Gize sfenksinin ve Kefren’ in önünde öylece oturdu. Bulunduğu yer ile ilgili anılar gözlerinden geçip giderken kulaklarından ise ona tapan insanların nidaları yükseliyordu.
Ebu el-Hôl…
Ebu el-Hôl…
Ebu el-Hôl…
Gülümsedi. O cahil ve aptal insanlara içinden tiksinerek hatırladığı için bu sinirden bir gülümsemeydi bu sefer.
‘’Hiçbirisi lazım değil artık’’ diyerek yerinden doğruldu ve gözlerinde öfkeli bir alev parladı siyahtan kırmızıya doğru. Sinir ile bu yapıtlara bakarken önce Sfenks, sonra da Kefren; ve diğer tüm piramitler yıkıcı bir depremin etkisindeymiş gibi silkelenerek yıkılmaya başladı. Çıkan gürültü sağır edici bir hal aldı ve açık alanda her yer toza, dumana ve kuma bulandı.
Efendi sadece Mısırdakilerin değil onların nezdinde tüm piramitleri yıktı gücüyle. Ne Çin’de, ne Güney Amerika’da, ne artık üstü örtülü kalmış modern dünyanın keşfedemediği Anadolu piramitlerinde ne de Roma’ da ki Cestius piramidinde tek bir taş bile taş üstünde kalmadı ve hepsi yıkıldı.
Rüzgar yapması gerekeni yapıp Efendiyi alıp götürdüğünde ardında yok olmuş, kumlar tarafından yutulmuş bir Gize şehri bıraktı ve korkunç bir hızla olay mahallini terk etti.
Tekrar durulup Efendi tekrar cismani varlığına büründüğünde bu sefer New York’ da idi. Manhattan sokakları cesetlerle dolmuş, leş kokusu her yeri sarmıştı. Etrafta koşuşan deliler, birilerinden kaçanlar ve birilerini kovalayanlar vardı ve hiç birisi Efendiyi görmüyordu bile. Sadece aldıkları emirlerle gördükleri herkesi öldürmeye çalışıyorlardı.
Efendi gökdelenlerin altında küçük bir adam gibi öylece dolaşıyordu. Modern dünyanın ilkel binalarını tiksintiyle izliyor ve bakışlarının enerjisi ile tüm dünyada depremler oluşturacak korkunç olaylar dizisini başlatıyordu. İnsanların mesken edindiği binalar hariç tüm gökdelenler, finans merkezleri, büyük şirketlerin binaları, ikon binalar, turistik hale gelen gökdelenler…
Tamamı Dünya Ticaret Merkezi’nin nezdinde ve aynı anda yıkılmaya başladı. Artık insanlara ait olmayan bu dünyanın onlardan kalan iğrenç binalarını, onların kültürünü ve yaşam biçimini bir yandan ifade bir yandan da aslında idame eden bu binalar Efendinin iradesi karşısında tuzla buz oluyordu ve bu global yıkım neredeyse dünyayı durduğu yerde silkeliyordu.
Efendi ardında yok olmuş bir şehir bırakarak tekrar rüzgâra karıştığında burnuna gelen beton kokusundan nefreti estirdiği rüzgarı kızıl bir yıldırım kasırgasına çevirdi ve estiği yerleri yaka yıka giderek yoluna devam etti.
Sadece bu eylemi ile bile bir şekilde hayatta olan insanlardan büyük çoğunluğunun yok olmasına sebep olmuştu ama henüz işi bitmemişti. Rüzgar esmeyi kestiğinde ardında yangınlardan oluşan, ormanları ve ağaçları yalayıp geçen ve onları yakmayan ama şehirleri ateşle yıkayan bir yol haritası bıraktı ve Efendi bedenine dönüp gözlerini açtığında karşısında Aziz Petrus Bazilikası vardı…
Sadece birkaç saniye sonra ise Efendi’nin yıkıcı gücüne maruz kalan Aziz Petrus Bazilikası yerinde yoktu. Yerinde büyük bir gürültünün ardından bir moloz yığını, toz bulutu ve çığlıklar vardı. Toz bulutunun içinde kaçışan tipler deliliklerine delilik katılmış bir halde birbirlerine çarpıyor eziyor ve öldürüyorlardı. Bu çıldırmış din adamları dünyadaki diğer tüm din adamları gibi Efendi tarafından dua etmeye gelenleri Tanrılarına kavuşturmak görevini almış ve şu ana kadar da güzelce yerine getirmişlerdi. Ama artık görevleri azat edildi. Efendi bir sonraki bağlantı kuruşunda herkese gördüklerini öldürme, kimseyi görüp bulamıyorlar ise kendilerini öldürme görevini verecekti.
Efendi yıkılan bazilikanın taşından tozundan eğilip bir miktar avcuna aldı ve sonra da üfledi. Bu üfleyiş ile savrulan zerreler gibi yeryüzü savrulmaya, sallanmaya ve umutları, hayalleri yıkmaya başladı.
Umut bu gezegeni terk etti.
İleri doğru uzattığı eline bembeyaz bir güvercin kondu. Kafasını sağa sola evire çevire Efendiye bakıyordu. Efendi biraz yorgun ama mağrur bir bakışla güvercine gülümsedi ve diğer eliyle sevmeye başladı onu, ardından da gökyüzüne doğru savurdu. Gökyüzünün dumana boğulduğunu gördüğünde rüzgârlara bu konuda bir şeyler yapmasını emredecekti.
127
Rüzgar Efendiyi alıp bir kızıl fırtınaya dönüşerek ufukta kaybolduğunda yer yüzü tarifi ve tamiri imkansız bir yıkıma uğramaya başladı. İnananlar için umutların, kurtuluşun ev sahibi olan yerler toza dumana karışmış binlerce yıllık kadim medeniyetlerin ve onların gururlu haleflerinin inci taneleri nihayete ermişti.
Rüzgar geçtiği her yeri yakıp yıkmaya, şehirleri bir cehennem koridoruna dönüştürmeye devam ediyordu. Aldığı görevin peşinde çılgınca cinayetler işleyen neferleri bu yangın ve yıkımlarda bizzat Efendinin marifeti ile ölmüş oluyorlardı ve yer yüzünü mezarsız cesetler ve gafil hayaletler ile dolduruyorlardı. Efendi tüm iradesi ile dünya üzerinde insanlara ve insanlara ait şeylere kıyamet getiriyor fakat bunu yaparken ısrarla dünyanın doğasını tahrip etmemeye çalışıyordu. Bir sonraki hedefine doğru tarifsiz bir hız ile savrulurken iradesinin bir kısmını bu kıyımda can veren ve yaralanan hayvanlara yönlendirdi. Ölü ya da yaralı halde yerde yatan hayvanların vücutlarındaki yaralar mucizevi şekilde iyileşiyor ve yatanlar kalkmaya, kalkanlar koşmaya ve bildiği normal hayatına geri dönebilmek adına ne yapması gerekiyor ise onu yapmaya başlıyorlardı.
Fizik kurallarına aykırı bir hızla yolculuk eden kızıl fırtına durulup Efendi içinde belirdiğinde bu sefer de Buckingham Sarayı’nın önündeydi. Monarşinin neredeyse nefes alıp verecek yaşayan abidesi. Efendi acır gözlerle ve öfkeyle baktı, meydan cesetlerle doluydu. Çarmıha gerilenler, lime lime edilenler. Victoria anıtının önünde kesilmiş insan kafalarından bir yığın vardı.
Artık yorgun görünüyordu ayrıca. Gözlerinin altı şişmiş gözleri kızarmış kollarında damarları çıkmıştı yine de ayakta bir abide gibi duruyordu.
İnsanları, onları kullanmak için yaptığı anıtları, inançlarının simgelerini ve nihayetinde de yönetimlerinin merkezlerini Buckingham sarayını öfkesi ile yerle yeksan ederken yok etti. Artık gücünü kullanmakta zorlanıyor ve odaklanmak için yumruklarını sıkıyordu. Dünya üzerindeki tüm saraylar, hükümet binaları, devlet binaları Efendinin yıkıcı gücünün yarattığı korkunç depremvari etki ile yıkıldı gitti.
Efendi bir diğer taşın üstünden devrilen son taşında yerini bulup hareketin durulması ile derin bir nefes verdi. Hayatında ilk defa dizlerinin bağının çözüldüğünü hissetti ve bedeninin karşı konulamaz talebine direnmeden dizleri üstüne çöktü ve ardından yere oturdu.
Var oluşundan beri ilk defa.
Tabi ilk defa gücünü bu kadar kullanmış, ilk defa bu kadar irade ortaya koymuş ve ilk defa zorlanmıştı çocukluğundan beri belki. Kulakları çınlıyordu hatta ve bedeninin terlemesini iradesi durduramıyordu. Yine de neler başardığını ve sona ne kadar yakın olduğunu düşündüğü için yaşadığı rahatlık an be an eski iradesini coşkun bir nehir gibi bedenine akıtıyordu.
Sadece biraz soluklanmak ve sonrasında da evine geri dönmek istiyordu.
***
İlkay ve Özlem uğultuların ardından geri güverteye çıkmış şehre bakıyorlardı. Şehir birkaç saniyelik aralıklarla resmen sallanıyor sonra da şehrin belli bazı yerlerinden toz bulutları yükseliyordu.
İlkay eşine dönüp ‘’ neler oluyor? ‘’ diye sordu. Özlem boynunu büktü ve yere bakmaya başladı ‘‘ Bitiriyor ‘’ dedi.
‘’ Neyi ? ‘’
Özlem gözlerini kapattı. Gören Göz’ üne ulaştığında sanki bedeninden ayrılmışçasına görüşü tekneden havalanıp şehre doğru uçmaya başladı. Sahile vardığında yıkıntıları görmeye başladı, daha içeriye ilerlediğinde belediye binalarının, kilise ve camilerin, insanların evleri ve iş yerleri hariç neredeyse tüm binaların yıkıldığını gördü. Yıkıntılar arasında acı içinde feryat edenler, kahkahalar içinde gülenler, yıkıntılar arasında birbirlerini kovalayanlar dahil türlü çılgınlıklara kapılmış insanlar vardı. Sonra bakışları aracın içindeki Serkan, Sadık ve Adem’i buldu. Yıkım ve sallantılar başlayınca aracı durdurmuş içinde ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.
Sadık Özlem’in bakışlarını hissetmişçesine ona kilitlendi bir an. Özlem Sadığı incelemeye başladığında adam pek de diğerlerine çaktırmak istemezcesine başını aşağı yukarı salladı.
‘’ Beni hissediyor ’’ diye geçirdi içinden.
‘’ Özlem ne oldu aç gözünü ‘’ diyen eşinin sesini duyduğunda sanki yaylanmış bir lastiğin geri toplanması gibi yaptığı aynı görsel yolculuğu son hız gerisin geri yaptı ve teknede durduğu yerde sarsılarak gözlerini açtı. Sanki bir an ayakları yere basmıyormuş gibi hissettiğinden midesinde o düşme hissini yaşadı fakat o anla birlikte o his de geçti. Yaptığı tüm bu yolculuk iki saniye kadar bir zamanı almıştı.
‘’ İnsanlığı… ‘’ dedi Özlem. Bizi ve bize ait ne varsa yok ediyor.
Başını çaresizce öne eğdi…
128
***
Efendi evine yaklaştıkça estirdiği kızıl fırtınanın şimşekleri duruldu, yangınları kesildi ve sadece deli esen bir rüzgara dönüştü. Bahçesine geldiğinde ise tatlı bir meltem gibi çimenlerin çiçeklerin yanaklarını okşayarak nihayet buldu ve Efendi cismiyle belirdi. Ayaklarının üzerinde duramayıp dizleri üstüne çöktü istemsizce. Gökyüzüne baktı ve ardından kendini çimenlere doğru yere bıraktı. Gözlerini kapatıp esen tatlı meltemin, toprağın altında kımıl kımıl oynaşan börtü böceğin neşesinin, kuşların çıkardığı seslerin ve daha pek çok algıladığı şeyin tadını çıkartarak öylece uzandı. Uzandığı yerde artık griye çalan yüzünün rengi normale dönmeye, saçlarının cansız yüzüne terden yapışan şekli eski halini almaya başladı. Efendi bir an için dünyada olup biten şeyleri idare eden iradesini tamamen görevlerinden azade edip kendinde toplamış ve bir dinlenme haline girmişti. Bu esnada müdahale ettiği doğa olayları, idare ettiği insanlar, yıkımlar hepsi bir an için durdu ki bu esnada Mercan’da Adem ve arkadaşlarını bekleyen Cornelius’ta bir et kemik ve organ hülasası olarak yere kovayla dökülmüş gibi iğrenç bir hal almıştı. Bu dinlenme ve re-jenerasyon anından sonra Efendi usulca ayaklandı ve güçlerini, iradesini yine aynı yönettiği yerlere, insanlara ve olaylara yönlendirdi. Bu esnada da o leş yığını halindeki Cornelius’ta tekrar kemiklerin etrafına dolanan etler, tüyler içinde köpük köpük birleşip birbirine bağlanan organlar ile tekrar ayaklandı ve birkaç saniye sonra böyle bir şey hiç yaşanmamış gibi sinsice beklediği yerde aynı şekilde durmaya devam etti.
Efendi bu saklı cennetindeki evine muzaffer bir kahraman edasıyla ve tüm bu tüketimlere rağmen kısa zamanda geri topladığı güçlerinin kattığı ihtişam ile geri girdi.
Adımlarını atarken Özlem’in zihnini de yokluyordu…
***
Özlem Efendi’nin ne yaptığını gayet iyi anlamıştı. İkon mekanları, insanlara insanlığın tarihine ait yerleri, yöneticilerin o süslü püslü ihtişamlı saraylarını, mekanlarını yerle bir etmiş tarihten silip atmıştı. Geriye bina olarak sadece apartmanların evlerin belki ekmek teknesi denecek dükkanların kaldığı, onun haricinde taş üstünde taş bırakmadığı bir dünyada olduklarını anlayınca Özlem biraz daha çökmüş, omuzları ve başı biraz daha aşağı bükülmüştü.
İlkay’a olan biteni anlatmaya çalışırken bir yandan şakaklarına saplanmaya çalışan bir ağrının farkındalığı ile tadı iyice kaçtı. İlkay olan biteni tam olarak idrak edemese de artık piramitlerin olmadığını, sarayların hükümet binalarının olmadığını, gökdelenlerin finans merkezlerinin artık kalmadığını öğrenmişti.
‘’ Geriye gerçekten de insanlar için yaşanacak bir dünya bırakmıyor değil mi ‘’ diye sordu İlkay ve öylece yere çöküp sırtını güvertenin kolçaklarına dayadı.
‘’ Tüm insanlar öldüğünde, evleri dükkanları o tarz yerleri de yok edecek, bir iz bırakmayacak ‘’ dedi Özlem ve içeri dümenin başına geçip oturdu. Uzun zamandır yalnız kalmayı hiç bu kadar istememiş olduğunu fark etti. Sorulan tüm soruların muhatabı olmaktan ve verdiği cevaplarda umut arayan gözlere umutsuz cevaplarını vermekten yorulmuş gitmişti artık.
‘’ Nereye kadar direnmeyi düşünüyorsun? ‘’
Efendinin sesi kulağında çınladı. Artık canı istediği zaman, canı istediği yerde Özlem’e ulaşıyor mesajını iletiyordu. Özlem kısa zamanda bu gerçeğe de alışmayı başarmış olacak ki herhangi bir olumsuz etkiye kapılmaksızın ve sanki bu anı, bu soruyu bekliyormuşçasına cevap verdi.
‘’ Son nefesimi verene kadar ya da sen son nefesini verene kadar ‘‘
Cümlesinin sonu Efendinin kahkahaları ile son buldu. Özlem’in çıkışı Efendi’yi eğlendirmiş gibi görünüyordu. Tabi Özlem bu esnada sadece onu duymakla kalmadığını, içindeki sesi ona duyurmayı başardığını da öğrenmiş oldu.
‘’ Güldürdün beni, teşekkür ederim ‘’ dedi Efendi ve devam etti ‘‘ Dünyanın şansı kalmadı, verdiğim şansların tamamını tüketti. Artık geri dönüş yok, ölen öldü, kalan da kaldı ama kalanların hepsi birbirini öldürmeye yeminli ve kavminizin sonu geldi ‘‘ dedi.
‘’ Hepsi değil, kalanların ulaşabildiklerimden her birini kurtaracağım. Sen ölene kadar gerekirse herkes kendini zincirleyecek bağlayacak ve uyandıklarında ben onları serbest bırakacağım. Ta ki sen ölüp bitene kadar ‘’ dedi Özlem. Cüreti Efendiyi kızdırmıştı.
‘’ Seni o yanındaki kocana öldürtüp kemiklerini de bıçakla etlerinden sıyırtıp yaptırdığım yemekleri köpeklere yediricem ‘’ diye salladı okkalı bir tehdit.
Özlem hiç etkilenmemişti ‘’ gel de gücün yetiyor ise yapsana… ‘’
Zaman durdu sanki, sanki esen rüzgarlar durdu ve deniz çırpınmayı bıraktı. Kuşlar havada asılı kaldı bir anlığına ve her şey bir durağanlığa sıkışıp kaldı.
Özlem lafa sokmadan, söylediğine cevap gelmeden ‘’ korkuyorsun, neden korkuyorsun? Benden mi korkuyorsun yoksa ‘’ diyerek iyice kaşıdı Efendi’yi.
‘’ Ben korkmam, kimseden hiçbir şeyden korkmam’’ diye haykırdı Özlem ciğerlerinin bile titrediğini hissetti ve içi bir soğuklukla kaplandı.
‘’ Benden korktuğuna eminim, yoksa çoktan defalarca başarısız olan köpeklerinin ardından kendin gelip işi bitirirdin’’ dedi Özlem. Tamamen ölmüş eşek attan korkmaz tadında ilerliyordu Efendi’ye karşı.
‘’ Hiç acelem yok, sizden umudu, güneşi ve yaşama sevincini aldım. Size geriye birbirinizi tüketmek kaldı. Ben de nasılsa bu arada dünyanın benden sonraki günlerine hazırlanıyor olacağım ‘‘ diyip tam bağlantıyı koparmak üzereydi ki yine cevabı aldı Özlem’den.
‘’ Eğer şimdi gelirsen spontane bir şeyler olabilir ama gelmiyorsan karşıma bil ki seni yenmenin bir yolunu elbet bulacağım, o zaman sen bana gelmiyorsan bile ben sana geleceğim’’ dedi.
Durağanlaşan zaman iyice dondu kaldı ve Özlem beyninin içinde, damarlarında, sinapslarında her bir zerresinde hissetmeye başladı. Bu bir insanın beynine anında ölüm emrini vermesini sağlayacak bir acıya sebebiyet vermiş olsa da durum Özlem’de bu şekilde olmadı.
Özlem gözlerini kapatıp ‘’ Gören Gözüne’’ kontrolü verdiğinde kendisini milyonlarca askerin cepheden ona doğru saldırdığı bir savaş alanında buldu Üstüne saldıran ordular, ellerinde meşaleler, mızraklar ve kılıçlarla saldırıyordu. Zihni yaşadığı saldırıyı bu şekilde sembolize ediyordu. Kendisi ise tek başınaydı ve hiçbir şeyi yoktu.
Ordular canhıraş bir şekilde, salyalarını saçarak, ellerindeki silahları gösterip sallayarak koşuyorlardı.
Özlem hala da tek başınaydı ve çarpışma anına saniyeler kalmıştı. Sağına soluna baktığında kimsenin ve hiçbir şeyin olmadığını gördü ve gözlerini kapatıp kendini korumaya odaklanarak öylece beklemeye başladı.
Çarpışma anı büyük bir gümbürtü eşliğinde oldukça yıkıcı olmuştu.
Tüm o lejyonlar görünmez bir duvara çarpmış gibi yıkılmaya ve düştükleri yerden kalkamamaya başladılar. Patlamanın ardından o aniden serbest kalan basıncın sarsıcı etkisi bütün savaş alanını bir süpürge gibi savuran bir dalga olarak onlara doğru estiğinde her birini alıp fırlattı ve bir yere yığdı. Yüzbinlerce askerden oluşan yığınlar da geri toplanıp saldırma fırsatı bulamadan durdukları yerde alev almaya ve yok olmaya başladılar.
Karanlık gökyüzünde bir ağız belirdi, damaklarını parçalayarak çıkmış gibi görünen şekilsiz düzensiz sivri dişleri ve yılan bir dili olan ağız. Tıslamalarından kanlar saçılan ve yıkılan ordularına lanetler eden kem bir surete ait ağız.
Bu tüm olan biten maddi olmayan bir alemde özlem ile Efendi’nin arasında geçen bir irade savaşıydı ve Özlem yenilmedi.
Kendine gelmeyi başarıp gözlerini açtığında Efendi zihninden çekilmiş, zaman sanki tekrar normale dönmüş ve ağrı dinmişti.
Gülümsedi…
İlkay’a sarılıp ‘’ Korkuyor benden ‘’ diye fısıldadı İlkay’a…
Çok uzaklarda bir yerde aynı anda Efendi ise gökyüzünü, uçan kuşları izlerken sırıtarak mırıldandı.
‘’ Ondan korktuğumu sanıyor ‘’
129
***
Araç dar yollardan Mercan yokuşunda mesafe kat etmeye çalışırken bir yandan banka binaları, eski yeni ibadethaneler ve bazı hanlar yıkılıp çöküyor, Adem ettiği küfürlerin de sinkafını arttırdıkça arttırıyordu. Serkan yolculuk boyunca sessizliğini korurken Sadık tamamen tetikte bir şekilde ilerliyordu.
Yol boyunca durmamak adına birçok kişiyi ezmek durumunda kalmışlardı. Arabanın önüne atlayanlar, arabanın üstüne atlayanlar ve saldıranlar birbirini kovalıyordu. Hatta dışarıdaki çılgınlardan bazıları grubu tanıyıp birbirlerine göstererek ‘’ işte onlar ‘’ diyerek mal bulmuş mağribi gibi coşkuyla, birbirlerini de coşturarak saldırıyorlardı.
Mermileri kısıtlı olduğu için pek nadir olarak camı açıp dışarı ateş etmekte olan Adem inceden zıvanadan çıkmaya başlamıştı.
‘’ İşimizi bir an önce halledip geri dönmeliyiz ‘’ dedi malumun ilanı şeklinde. Hiç böyle bir cümle kurulmamış gibi kimseden tepki yoktu. Herkes yola dikkat kesilmişti. Yokuşu tırmandıkça sadece dükkanların olduğu muhite geldikleri için yoldaki manyak sayısı azalarak bitti. Gördükleri rüyanın etkisiyle gece sabah olmadan dükkana gelen, güzelce silahlanıp önüne geleni öldürmüş olan dükkan sahiplerinin dükkanları tabii ki ardına kadar açıktı. Bazı hiç açılmamış kepenkli dükkanlar da vardı.
Silahçıların, av malzemesi satıcıların olduğu dönemeçten dönmeye çok az kalmıştı ve yolda arabaya saldıranları, genel anlamda semtteki durumları düşündüğünde zamanlarının son derece kısıtlı olduğunun farkındalardı ‘‘ Gir çık yapmak zorundayız, mücadeleye girersek çıkamayız kesinlikle ‘’ dedi Serkan. Elinde çaldıkları arabanın koltuk arasında duran haydarı sıkı sıkıya tutuyordu. Adem silahla, Serkan sopayla, Sadık hiçbir şey ile sakince yolun ortasına bıraktıkları arabadan indiler.
‘’ Dükkânlardan birine hemen girip önce taşıyacağımız değil kullanacağımız silahları elde edebilirsek durumumuz o kadar da vahim olmayabilir ‘‘ dedi Adem ve başıyla gözüne kestirdiği dükkanı gruba işaret etti. Bu patlatabilecekleri diğer dükkanlara göre daha küçük, spesifik yivli yivsiz tüfekler ve avcı malzemeleri ile mühimmat satan bir dükkandı. Serkan ve Adem içeri girdiğinde Sadık kapıda nöbet tutuyordu. Serkan içeri girerken elindeki haydarı Sadık’a bırakmıştı ve çıktığında ona büyük bir av bıçağı verip sopayı geri aldı.
İçeriden aldığı tek şey tabii ki sadece bıçaktan ibaret değildi. Elinde pompalı tüfek ve bir askeri sırt çantasında ve ceplerinde fişekler doluydu.
Adem’in çıkması biraz daha uzun sürdü. Çıktığında sadece silahlanmakla uğraşmayıp avcı kamuflajı, yandan cepli bir pantolon ve özel bir avcı yeleğini de üstüne geçirmiş olduğunu gördüğünde Serkan ‘’ vay canına ‘’ dedi.
‘’ Çok havalı şeyler aldım ama hepsini kullanmayı bildiğimi söyleyemem ‘’ dedi Adem.
‘’ Askerliğini yapmadın mı? ‘’ diye sordu Serkan. Askerde böyle temel bilgiler en azından almış olmalı diye düşünüyordu. Kendisi temel bilgilerin çok ötesinde bilgilere sahip olması gerektiği ve kullanması gerektiği bir askerlik yapmıştı zira. Daha yeni yeni hayatın başlamaya başladığı bir yaşta 18 aylığına askere giden Serkan hayatının genel makus talihi ile bu zamanda da yüzleşmek zorunda kalmıştı. Devletin ilan ettiği genel af ile aynı tarihte askere giden Serkan kışlada kendini yıllardır içeride olan, bu yüzden silah altına alınmamış ne kadar manyak, psikopat, façacı katil müptezel var ise onlarla bir arada bulmuş, birdenbire çok fazla büyümek zorunda kalmıştı. Bu ekip harcanabilir tiplerden oluşan bir ekip olduğundan en ağır eğitimin ardından en pis görevlere gönderilen timlerin içinden çıktığı bir ekip olmuştu.
Askerde yaşadıklarını asla hiç kimseye anlatmamıştı ve Allah hariç şu anda sadece Özlem biliyordu olan biteni.
‘’ Kısa dönem ‘’ diye cevapladı Serkan’ın sorusunu Adem. Bu eşittir ‘’ ben pek anlamam ‘’ gibi bir manaya gelen bir cevaptı.
‘’ Ben anlatırım, vaktimiz olunca ‘’ dedi Serkan ve bu sırada tekrar arabanın yanına döndüler. Dükkanlara sırayla girip çıkmaya, önce camı kapısı açık olanlara girmeye karar verdiler. Yeteri kadar silah mühimmat aldıklarını düşünürler ise kapalıları açmaya uğraşmakla zaman harcamayacaklardı ve olası bir gürültü ile çılgınları üzerlerine üşüştürmemiş olacaklardı.
Sadık arabanın arka kapılarını ve bagaj kısmını açtı ve Serkan ile Adem’in bir sonraki hareketini beklemeye başladı. Adem ‘’ burası’’ diyip parmağı ile işaret ederek dış sokağa bakan camlı reyonu diğerlerine göre görece büyük olan dükkanı işaret etti. Camı çerçevesi inmiş, bir miktar vandalizme uğramış gibi görünüyordu.
Sadık, Adem ve Serkan’ın arkasında iken hissettiği yoğun tehlike hissi ile adımlarını hızlandırdı ve önlerine geçti.
‘’ Tehlike ‘’ dedi, ‘’ orada bizi bekliyor ‘’
25 - TEHLİKE
İkili silahlarını dükkanın içine doğrulttu, en ufak bir hareket olursa hareketin geldiği yeri mermi manyağı yapmaya hazır bir şekilde ufak adımlarla ilerliyorlardı.
Sadık ‘’ siz bekleyin ‘’ diyerek bıçağını çekti ve göz hizasında tutarak içeriye doğru ilerlemeye başladı. Serkan ve adem ise 360 derecelik etraflarını sırt sırta vererek paylaşmış ve nöbete tutuşmuşlardı.
Bir an önce içeriden Sadık’ın çıkmasını ya da en azından içeriden ‘’ temiz ‘’ ya da ‘’ gelebilirsiniz ‘’ gibi bir nida ile çağrılmayı bekliyorlardı.
Cornelius dükkanın içine daldı. Kulağını sessizliğin sessiz tınısı ile senkronize etti ve dikkatini bu senkronu bozan en ufak bir ses zerresi olursa o tarafa akın etmek üzere yönlendirdi. Dükkanın içinde camlı reyonlarda el işçiliği ile kabzası süslenmiş tüfekler, tabancalar, rambo bıçakları, palalar ve bir miktar eski Türk ordu silahları da vardı. Bir zamanlar firma sahibi televizyondaki dizilere malzeme çalışan bir firma olduğu için içerik olarak oldukça zengindi.
Sadık için bunların hiçbir önemi yoktu tabi, o sadece içerisini kolaçan etmek ve içeriye doğru ilerledikçe içinde büyüyen tehlike hissinin müsebbibi ile yüzleşmek istiyordu.
Birden gözleri arkadan ensesine inen darbenin ağrısı ve şoku ile karardı ve yere yığıldı. Kendisine gelmek için sadece bir saniye kullanıp hemen atik bir hareket ile önüne dönen Sadık karşısında kendisini gördü ve gözleri fal taşı gibi açıldı.
Cornelius…
130
‘’Hain’’ dedi Cornelius tiksinir gibi bakarak ikizine.
Sadık gözlerini Efendi onu topladığından beri ilk defa bu kadar çok açmıştı. Aldığı darbeden kaynaklanan acı umurunda değildi. Sadece karşısında kendisini görmek aklını bulandırmıştı. Özlem Efendi’nin mührünü kaldırdığında geçmişe dair anıları da gitmiş sıfır bir hafızaya sadece sadık bir koruma olacağına dair görüntüler doldurmuştu. Bu yüzden ne aldığı darbenin nedenini, ne de karşısındaki kişinin nasıl kendisi olabiliyor olduğunu anlamadı. Yüzünü burnunu elledi, sonra da ellerine baktı. Kafası allak bullak olmuştu.
Cornelius elindeki kumandanın düğmesine bastığında Adem ve Serkan ne olduğunu anlayamadan dükkanın elektronik kepengi hızla kapandı. Onlar kepengi tekmeleyip tekmelememek üzerine kararsız kalmışken içeride baş başa kalan Cornelius ve Sadık birbirine girmişti bile.
Sadığın üstüne atlayan Cornelius iki elini parmaklarından birbiri ile kavuşturup Sadık’ın suratının ortasına balyoz gibi indirdi ve sonra o şoku atlatamadan birkaç kez daha vurdu. Vurduğu yer sanki içeri doğru göçüyor ve sonra da küçük bir kan havuzuna dönüyordu. Sadık ne nefes alıyor, ne de hareket ediyordu. Öylece gözleri yarı açık şekilde kalmıştı. Cornelius artık Sadık’ın beynini patlattığını düşündüğü için durdu. Üstünden kalktı ve Serkan ve Adem’in de aynı şekilde beyinlerini patlatma hevesi ile sırıttı. Hasmının suratına sıçrayan kanları yüzünden yavaşça süzülürken bu sefer başarısız olmayacak olmanın verdiği huzur ile dükkân kepenginin kumandasına tekrar uzanan Cornelius yaptığı hatanın ne kadar korkunç olduğunu o anda anladı.
Sadık resmen bir fare gibi ölü taklidi yapmış, sonra da düşmanı ona arkasını dönünce saldıracak zamanı kazanıp bunu eline geçen tüfeğin kabzasını sopa gibi kullanarak Cornelius’a patlatmak oldu. Cornelius tüm dengesi bozulup dizlerinin bağının çözülmesiyle ağız üstü yere kapaklandı. Bu sefer üste çıkan Sadık oldu ve tüfeğin kabzasını Cornelius’un suratının ortasına gömmeye başladı. Elmacık kemiklerinin kırılma sesi neredeyse kepengin dışında delip girmeye çalışan Adem ile Serkan tarafından bile duyuldu.
‘’ İçeride ne oluyorsa ölümüne bir şeyler oluyor ‘’ dedi Serkan. Kepenk tekmelemekle hiçbir zarar görmüyor ve gürültü çıkarmaktan ve etraftaki çılgınları oraya toplamaktan başka bir işe yaramıyordu. Yaklaşanlara mühimmat yeniledikleri için rahatlıkla ateş eden Adem silah sesleri yüzünden daha da çok kişinin gürültüyü duyup o tarafa gelmesine ister istemez sebep oluyordu.
Bela belayı doğuruyordu.
‘’ Sadık başının çaresine bakabilir, biz alacaklarımızı alıp gitmek zorundayız, burası iyice panayır yerine dönecek yoksa ‘’ diye bağırdı Adem Serkan’a.
Serkan düşünmeden, hiç bu fikre ihtimal dahi vermeden bağırdı ‘‘ Sadık, kapıdan uzak dur ‘’
Kapıya ateş etmeye başladı elindeki tüfekle. Yaptığı atışlar kepenkte düz bir satıh çizecek şekilde oluyordu. Bittikçe fişek yenileyerek ateş etmeye devam ediyor ve o ateş ettikçe tabancaya göre daha fazla gürültü çıkardığından daha uzaklardaki düşmanları bile o tarafa yönlendiriyordu.
Adem ‘’ napıyorsun, gitmemiz lazım artık ‘’ dedikçe Serkan kapıda yapmaya çalıştığı şeye devam etti ve bitirdiğinde tekrar tekmelemeye başladı. Kepenk bu sefer mermi deliklerinden dolayı darbe aldıkça içeri doğru yamulmaya başladı ve en sonunda içeriye doğru açılan bir pencere oluştu.
‘’ Sadık, gel hadi ‘’ diye bağırdı.
İçeride bir süredir ses seda yoktu.
Serkan tekrar ve tekrar bağırdı ama bir cevap alamadı. Bu arada toplanıp beraber saldıran bir salvoyu da mermi yağmuruna tutup öldüren Adem arabanın ardından aldığı mevziden çıkıp Serkan’ın yanına geldi.
‘’ Ya biz mi onu kurtarıcaz koruycaz, o mu bizi anlamadım ki? ‘’ diyip içeriye balıklama atladı. Serkan’a bir miktar uyuz olmakla birlikte bir miktar da takdir etmişti.
İçerisi karanlık olduğundan tam olarak manzarayı seçemiyordu. Sonunda duvarları elleye elleye ışığı açacak düğmeyi buldu ve açtı. Sadık yerde suratı dağılmış bir halde yatıyordu. Yanında da tekneye saldıran Cornelius’ lardan birisi yatıyordu ve suratı, aldığı yaralar Sadık’tan daha beter haldeydi.
Nefeste almıyordu.
Adem bir küfür savurup ‘’ bunlardan daha kaç tane var ben anlamadım ki? ‘’ diyip Sadık’a yaklaştı.
Nefes alıyordu.
‘’ dostum, kalkabilecek misin he? ’’ diye sormasına kalmadan adam kalktı ve yüzünü gözünü kaplayan kanı elleriyle sıyırıp görüşünü açtıktan sonra ‘’ gidelim ‘’ dedi.
Adem hazır girmişken ve Serkan dışarıdayken buradan da toplayabildiği kadar silah ve mühimmatı topladı ve çıktığında arabanın bagajına doldurdu.
Sadık ağır adımlarla ilerleyip yolcu koltuğuna oturdu.
131
Adem direksiyona geçti ve Serkan’ da yerini alınca aracı çalıştırıp gerisin geri basmaya hazırlandı Adem.
‘’ Gitmeden bir de market patlatsak ‘’ diyen Adem ile Serkan göz göze geldi ve ‘’ bizim eczane işini de unutmamak lazım tabii ki, malum ‘’ diyerek kapaksız gözlerini sanki iyice pörtletmiş gibi sağa sola bakındı. Sadık ‘’ daha fazla silah ve mermi ‘’ dedi onların bu hafiflemiş halini tekrar kasvete bürümek için ‘‘ Tehlike çok büyük ‘’ diye ekledi.
Ortalık oldukça sakinlemişti. İlk geldiklerinde sağda solda kalanlar toplanıp çeteler halinde saldırmış fakat hepsi telef olmuştu. Adem arabanın marşını kapattı ve ‘’ şşşşş ‘’ diyerek sesleri dinlemeye koyuldu. Herhangi bir saldırgana ait, gelen giden herhangi bir ses seda yoktu.
Fikir çok cazip gelmişti. Biraz olsun insan gibi hissetmek adına özellikle. Aç karnına markete dalıp normalde pek de almaya heveslenmedikleri şeylerden almak, yeni çıkan çikolatalardan denemek, haftalık eve erzak almak…
Bunlar sanki çok uzakta kalmış bir hayale dair yaşanan rutinlerdi.
Kimseye rast gelmeden alelacele yol üstündeki bir mini marketi bir güzel patlattılar. Gerekli gereksiz abur cuburlar, içecekler, hatta çerezler bile aldılar. Sepet dolup dolup arabanın içine boşalırken Sadık’ta sakin bir şekilde yaralı haline bakmadan hala ortalığı gözlüyordu.
Sanki bir irade onları çekmiş gibi Mercan yokuşundaki silah dükkânlarından beri yollarına kimse çıkmamıştı. Belki de çıkabilecek herkes çıkmış ve öldürülmüştü. En azından böyle düşünmek istiyordu Serkan camını çerçevesini indirip girdiği eczaneden gözleri için damlaları elindeki torbaya doldururken.
Alışveriş tamamlanıp geri sahile indiler ve yolda da bir miktar cips çerez yiyip bir şişe kolayı da bir güzel tükettiler. Sadık bir şey yiyip içmiyor, istemiyordu ‘‘ Sen bilirsin ’’ diyip kendilerine yolluk ayırdıkları keklerden Sadık’ın payına düşeni de paylaşıp üstüne de birer sigara yakıp tekneye doğru geri yola çıktılar.
3 kişi çıktıkları erzak yolculuğundan iki kişi dönüyor olduklarının farkında değillerdi zira Sadık zannettikleri aslında onun rolüne bürünen Cornelius’dan başkası değildi.
Sadık silah dükkanında ölmüş öylece yatıyordu…
***
Özlem şehirdeki yıkımlar durulduktan sonra ve kendileri için ortada güncel bir tehdit olmadığına kani olduktan sonra kamarasına çekilmişti. Biraz uyumak, dinlenmek ihtiyacı vardı. Her ne kadar olanlar, bu tüm olağanüstü olaylar ve dünyanın sonunun geldiği gerçeği yeni normalleri olmaya başlamıştı. İnsanın her şeye ne kadar kolay adapte olduğunu bire bir yaşayarak öğrendiğini düşünüyordu.
Uyurken rahatsız edilmemeyi artık başarabilmek istiyordu. İlkay endişeli olduğu için başında beklemeyi, uyurken bir rahatsızlık hali hâsıl olursa hemen müdahale edip uyandırmayı teklif etmişti ama Özlem yalnız kalmak istiyordu ‘‘ Yarım saat sonra gel, uyuduysam ve rahatsız değilsem beklemene gerek yok, yok uyumadıysam sen gelince kalkar gelirim ben de zaten’’ diyip eşini razı etmişti.
Yalnız kalmak istiyordu.
Kendine son olanlardan sonra bir güven gelmiş, gitgide içinde doğup filizlenen güçlere aşina olup sınırlarını öğrenmeye başlamıştı. Efendi’nin de kendisinden bir sebeple çekindiğini düşündüğü için gücünü kullanabilirse güvende olacağına emindi.
Yatağa uzandı ve gözlerini kapattı. Yorgunluktan gözlerinin ne kadar yandığını o zaman fark etti. Normal şartlar altında hemen uykuya dalabilecek durumdaydı ama kendisini ve zihnini salmadı. Uykuda olan Gören Göz ’üne odaklandı ve açtı.
Uçsuz bucaksız bir sahil yarattı önce hayalinde, akşam saatleriydi ve gök yıldızlarla doluydu. Kumsalın ardı orman kaplıydı ve kendisini ekledi bu hayale. Sahilin hemen bittiği yere konuşlandırılmış beyaz incecik tülden cibinlikli bir sedirde uzanmış gökyüzünü izliyordu. Sonrasında da gökyüzünde kem bir göz belirdi. Bulutsuz gecede kanlı dolunaydan bile daha parlak ve bakışları ile etrafı kolaçan eden, koruyan bir göz.
Biraz meltem, orman sesi, biraz yakamoz, biraz da kumsalı yalayan kibar dalgalar. Özlem güven içerisinde uykuya daldı…
İlkay ise kamarasından çıkıp bir şeyler atıştırmaya başlayan ve bir miktar normale dönmeyi başarmış olan Aylin ile aynı şekilde çıkardıkları konservelerden götürüyordu. Dolapta bulunan biralardan içmeyi çok istemiş ama o biralarda gözü olan diğer arkadaşları orada olmadığı için vurguncu gibi dolabı patlatmaktan son anda kendisini durdurabilmişti. İki de birde güverteye gidip geliyor, Adem’ lerin yolunu gözlüyordu. Hem bir an önce silahlanıp daha güvende hissetmek, hem sağ salim döndüklerini görmek, hem de biralara çökmek istiyordu.
Adem’in kafasına dikiş atacak kadar bilgi ve dirayet kimsede olmadığı için yara tozu, tentürdiyot ve sargı bezi haricinde herhangi bir tedbir alamayan grup arabadan botun taşıyabileceği kadar mühimmatı doldurup tekneye doğru yola çıkmıştı bile.
Sargı ile işi biten Serkan gözlerine damla damlatıp duruyordu. Yaptığına pişman olmaya çoktan başlamıştı. Bir de duyduklarına göre Özlem sayesinde hayati bir tehlike yaşamadan ve başkalarına da tehlike olmadan uyku uyuma şansı olduğunu düşündüğünden bu hengame bitip bir an önce biraz dinlenme fırsatı bulmak istiyordu. Gördüğü hayaller bir süredir kendisini rahat bıraktığı için ise ayrı bir rahatlığı vardı. Eğer göz kapakları olsaydı bu tatlı deniz yolculuğunda kapanıverirdi şu an.
132
Ama yoklardı…
Tekneye yaklaştıklarında İlkay’ın güverteden el salladığını gördüler. Ayağa kalkarak onlar da el salladı. Bu asayiş berkemal el sallamasıydı. Gelmelerine bir miktar daha zaman olduğu için İlkay Aylin’e ‘’geliyorlar’’ diye haber verip Özlem’in yanına vardı. Kapıyı usulca açıp şöyle bir kafasını içeri uzattığında eşini yan dönmüş ellerini yüzünün altında birleştirmiş huzurla uyur bir pozisyonda görünce derin bir nefes verdi. Bir miktar onu öyle huzur dolu izlemek çok iyi hissettirmişti.
Bot yanaştığında tekneye bağlanıp mekanizma ile yukarı kaldırıldı ve yolcular güverteye indiğinde yuvaya varmış gibilerdi. Adem İlkay’a sarıldı hatta ve bir süre gereksiz tuhaflıkta bir sessizlik yaşandı ‘‘ Sen de hoş geldin kardeşim’’ diye Serkan’a bakan İlkay Adem’in sırtını sıvazlayıp usulca kendinden uzaklaştırdı.
Sadık zannettiği Cornelius’un neden çıplak ve neden suratının şekil şemali değiştirilmiş bir halde olduğunu sorduğunda Adem heyecanla anlatmaya başladı ‘‘ Silah dükkânlarının birinde Cornelius denen tiplerden biri bizi bekliyordu. Nerden haber aldı nasıl oldu bilmiyorum ama ordaydı, Sadık önden girmişti ve onu hakladı Allahtan.’’
Adem olayları detaylı değil tek nefeste anlattığı için sanki olayları yaşanırken bire bir izlemiş gibi anlattı. Bundan dolayı da İlkay şu an içinde bulundukları tehlikeye hiç ihtimal dahi vermedi ‘‘ Kızlar görmeden şuna bir kıyafet getir içeriden, lan bunun yüzünden bir posta da kıyafet alışverişine çıkmamız gerekecek bu gidişle ‘’ diye de homurdandı. Adem içeri gitmeden önce Aylin’i sordu ‘‘ Daha iyi ‘’ cevabını aldığında ise bir miktar rahatladı.
Ama arabada hala bir tur daha yapılarak getirilmesi gereken erzak ve mühimmat vardı. İşin bu kısmından bahsetmeyen Adem ikinci sortiyi yapan kadroda bulunmak istemiyordu açıkçası. Zaten yarası olduğu, kan kaybettiği için gönderilmeyeceğinin farkında olmadan ayak yapıyordu. İlkay ikinci sorti ihtiyacını duyduğunda Sadık ile birlikte gider geliriz diyerek konuyu üzerine aldığında bıyık altından ‘’ ohh ‘’ çekmişti.
İlkay Sadık zannettiği Cornelius kıyafetleri giydikten sonra beraber bota binip yola çıktığında Adem ile Serkan’da güverteye bıraktıkları malzemeleri depo yaptıkları en küçük kamaraya taşımaya başladılar.
Aylin taşınan malzemeleri çocuk gibi merakla incelerken bir yandan da silahları olmasa da market poşetlerini taşımaya yardım ediyordu. Serkan kibarlık ederek poşetlerin ağır olanlarını ona vermemeye çalışsa da Aylin inatla taşımaya yardım etti ve iş bittiğinde kaptan köşkü dedikleri alanda oturup soluklanma zamanı geldi. Adem bir kola açıp sigara yaktı, diğerleri suyla yetindi.
‘’ Özlem abla uyuyor herhalde ‘’ diye sordu Adem. Kafasını tutuyordu. Her mevzuya balıklama atlayıp her kavgaya tekten dalan bir tipe göre canı fazla tatlıydı aslında ‘‘ Uyuyor evet, sorun yokmuş İlkay abi kontrol etmiş, arada bak sen dedi bana yine ‘’ dedi.
‘’ Oh oh, iyi iyi dinlensin, gücünü toplasın Özlem abla valla çok fazla yoruldu, çok fazla da şey yaşadı. Size bir şey diyeyim mi, ben çocukluğumdan beri tanırım İlkay abi ile evlenmeden öncesinden beri tanırım mahalleden. Teyzesi ile yaşardı anne babası yoktu hiç tanımamış, yani hep narin naif birisi oldu, böyle birisine göre çok güçlü durdu ‘’ dedi Adem. Özlem’i pek tanımıyor olan Aylin ‘’ hiç mi görmemiş ailesini ‘’ diye sordu ‘‘ Yok görmemiş, zaten teyzesi de öz teyzesi değil, hemşireymiş bizim Samatya SSK’ da hastaneye bırakmışlar bebekken o bulup önce iyileştirmiş, sonra bakmış etmiş falan ‘’ diye dedikoduyu da yapıştırdı.
Aylin gözlerini pörtletip dudaklarını büzerek kafasını salladı ‘’ vay arkadaş ‘’ dercesine.
Koyu sohbet devam ederken ve grup kendi içinde birbirlerini daha da yakından tanımaya çalışırken zaman hızlı akmış ve İlkay Sadık zannettiği Cornelius ile geri gelmiş aşağıdan bağırıyordu ‘‘ Aloooooo ‘’ diye.
Adem ‘’aha geldiler bile ne çabuk’’ diyerek hemen mekanizmanın başına geçti ve botu yukarı çektiler Serkan ile birlikte.
Eşyalar taşındıktan sonra yine herkes kaptan köşkünde toplandı ve yiyecekler yendi, sular meşrubatlar içildi, sigaralar yakıldı. Diğerlerinin yaptığını taklit ederek bir şeyler yiyip içen Cornelius karnını tutup bacaklarını da kasarak ‘’ tuhaf hissediyorum ‘’ dedi. Adem ‘’ lan oğlum sıçacak kaptan köşkünün ortasına, tuvalete git doğru hadii’’ dedi gülüp eğlenerek.
Cornelius karnını tutarak iç kamaralara doğru indi ve görüntüden çıktığı anda normale döndü. Arkasını kollayarak ufak adımlarla ilerledi ve tuvaletin kapısını açıp sonra kapattı içeri girmeyerek. Devam etti ve yanındaki küçük depo yapılan kamaradan bir tabanca aldı. Elinde tabanca ile kamaraları tek tek dolaşan Cornelius sonunda aradığı odayı bulduğunda gülümsedi.
Özlem 2 metre önünde yatakta az sonra öleceğinden habersiz yüzünde belli belirsiz bir gülümseme ile uyuyordu. Cornelius önce şarjörü çıkartıp mermi olup olmadığını kontrol etti. Ardından mermiyi silahın ağzına verip Özlem’in kafasına doğrulttu ve…
133
***
Özlem zihninde kurduğu hayalin verdiği huzur içerisinde uyurken vücudunda gezen tatlı meltemlerin rüzgâra dönüşmeye başladığını anlayarak uzandığı sedirde gözlerini açtı. Ormandan gelen neşeyle şakıyan kuşların tatlı sesleri yerini acı acı çığlıklara bıraktı ve dalgalar hırçınlaştı. Gökyüzündeki yıldızlar sönmeye başladı.
Huzur hayali terk etti…
Özlem uzandığı yerde doğruldu ve tüm bu kurguladığı hayalin tersine döndüğünü fark ettiği zaman gökyüzüne baktı. Gökyüzünde nöbet tutan ‘’ Gören Göz ‘’ çıldırmış gibi dört dönüyor ve ateşler saçıyordu baktığı yerleri kızıl bir aydınlıkla yıkıyordu. Özlem çok büyük bir tehdidin şu an uykuda olan bedenine yaklaştığını hissetmişti.
Gözlerini kapadı ve görüntü bedeninden ayrılıp kendini yattığı kamarada buldu. İlk önce Sadık’ı gördüğünü düşündü ama alnında göz mührü değil, Efendinin yara şeklindeki kem mührü vardı. Cornelius’un elinde tabanca olduğunu gördüğünde görüşü kızıla boyandı sanki. Öfkesi ve enerjisi yakıcı bir etki saçıyordu. Bedeninde uyanmış olsa yapabileceği bir şey yoktu. Belki yataktan aniden atlayarak yana doğru kaçmaya çalışırdı ama adamın elinde tabanca olduğu için kurşunlanmadan ona ‘’dokunma’’ şansı elde edemeyeceğine emindi. Zaman sanki yavaşladı ve hatta durdu Özlem için. O an ilk aklına gelen şey eşine gitmekti. Bu düşünceyi takip edip değerlendirilen ve elenen onlarca fikir sadece saniyenin binde biri kadar bir zaman için durdurdu Özlem’i ve kararı alınca Özlem’in görüşü kamarayı terk edip teknede dolaşarak İlkay’ı aradı ve buldu.
İlkay grubun kalanıyla birlikte sigara tüttürüyordu keyifli keyifli. Korkunç bir hızla İlkay’a çarpacakmış gibi görüntü yüzüne, gözlerine odaklandı ve içinde kayboldu masmavi irislerin.
İlkay çektiği dumanı birdenbire öksürdü ve tuhaf tuhaf sağa sola baktı önce, sonra da ani bir depar ile koşmaya başladı ve ‘’ gelin’’ diye bağırdı. Ne olduğunu anlayamayan grupta ilk depara kalkan yine Adem oldu ve Serkan ile Aylin’de takip etti onları peşi sıra.
İlkay Özlem’in kamarasına yaklaştığında ellerini ileriye doğru uzatıp kendisini bir resmen bir torpido gibi kapıya doğru fırlattı.
Özlem’e doğrulttuğu silahı ateşlemek üzere olan Cornelius çarpan kapı ve İlkay’ın bedeni yüzünden kamaranın karşı duvarına doğru silkelendi ve top gibi yuvarlandı. İlkay’ın manevrası sayesinde ne olup bittiğini anlayan Adem bu kazanılan zamanı tabancasını çekmek ve Cornelius’a doğrultmak için kullandı.
‘’ Ne oluyor lan, ne oluyor ‘’ diye bağrışlarını Aylin’in çığlığı Serkan’ın ise aynı hızla odaya dalıp İlkay’ın yanında saf tutması takip etti. İlkay diğerlerine döndü ve ağzını sanki kocaman bir börek dilimini ağzına tıkacakmış gibi açıp ‘’ bu Sadık değil ‘’ dedi. Bunu derken ağzını kıpırdatmamış, dudaklarını oynatmamış yani kendisi konuşmamıştı. Sanki ağzını açışı içindeki sesin dışarıya ulaşmasını sağlamak için yapmış gibiydi.
Serkan hayatında bu kadar tuhaf bir şeyi asla görmediğini düşünürken istemsizce ‘’ sen de İlkay değilsin, değil mi? ‘’ diye sordu. İlkay’ın mavi gözlerinde bir gölge gezindi anlık olarak. İyice işkillenen Adem silahı kime doğrultacağına şaşırmış gibiydi. Yapabileceği en mantıklı şeyin Özlem’i korumak olduğunu düşünerek yan yan yatağın ayak ucuna doğru yürüdü kamara içinde ve yatağın önünde pozisyon aldı. Silahın namlusunu karşısındakilere gezdirip duruyordu. İlkay’a ateş etme ihtimali yerden kalkmaya hazırlanan Cornelius’a ateş etme ihtimali ile aynıydı bu panik halinde.
Cornelius herkesin durumun farkında olmadığını bildiği için Sadık taklidi yapmaya devam etmeye karar verdi. İlkay’ı işaret edip ‘’ Efendi ‘’ dedi. Aylin inanmadı ve ‘’ hayır Adem sakın, yalan söylüyor ‘’ diye bağırdı. Bunu bir şekilde Özlem’in yapıyor olduğunu ilk fark eden oydu ‘‘ Özlem ablayı uyandırmamız lazım ‘’ diye yanına yanaşmaya başladı. Adem’in ona da güvenmeyeceğini ve silah doğrultacağını sandı ama öyle olmadı. Adem Aylin’in hareketlerini takip ediyordu ama silahı hala Cornelius ve İlkay’a doğrultmuş durumdaydı.
İlkay tekrar ağzını açtı, içeriden gelen ses ‘’ Ben, göz…’’ diye fısıldadı.
Ben, göz…
Özlem dememişti, benim işte falan da dememişti.
134
Serkan sırtından soğuk bir ürpertinin saç diplerine kadar yürüdüğünü hissetti. Nereye, kimlerin arasına düştüm böyle der gibi etrafa boş gözlerle bakmaya başladı. O anda da hayalleri geri geldi. Ağzı yüzü kan içinde dayak yemekten öleli bir süre geçmiş gibi görünen bir hali kulağına fısıldadı hayalinde ‘’ ölmekten beter olacaksın hehehe ‘’ Serkan ürpererek yanına baktı ve kendisinin bu mide kaldırıcı halini görünce tipi benzi attı. Tuhaf ve ani hareketlerde bulunması Adem’in silahı ona doğrultmasına sebep oldu akabinde ‘‘ ne oldu, ne oluyor? Aylin uyandır Özlem ablayı hemen uyandır ‘’ diye titrek bir sesle Aylin’e seslendi. Aylin de yatağın baş ucuna gelmişti artık ve dizlerinin üstünde yatağa çıkıp Özlem’i silkelemeye başladı ‘‘ Uyan abla nolur uyan ‘’ diye.
Cornelius ‘’ kimsenin size zarar vermesine izin vermeyeceğim ‘’ diyerek ani bir hareketle İlkay’ın üstüne atladı ve boğuşmaya başladılar. Seri darbeler almasına rağmen İlkay hiç canı yanmıyor, hiç hissetmiyormuş gibi görünüyordu. İlk eline geçen fırsatta da Cornelius’u yakasından tutup suratını kendine doğru savururken kendi kafasını da adamın suratına gömdü ve yaylanır gibi bunu defalarca yaptı üç, dört, beş durmuyordu. Cornelius bundan İlkay’ın boğazına bir aparkat vurarak kurtulmayı başardı. İlkay ister istemez bir öksürük nöbetine tutulmuşken Cornelius’un devam eden saldırısı Adem’in tam önüne ateş etmesi ile kesildi. Önünden geçen mermi kamaranın duvarında bir delik açmıştı. Yere doğru ateş edip teknenin su almasına sebep olmamayı başarması anlık etkileyici bir hava estirdi.
‘’ kimse hareket etmesin Özlem abla uyanıp gözlerini açana kadar ’’ diye bağırdı o havanın gazına gelerek.
Aylin Özlem’i dürteliyordu ama bedeni bir türlü uyanamıyordu. Bunda ‘’ gören göz ‘’ kişiliğinin bedenini terk etmiş ve İlkay’ı kontrol ediyor olmasının etkisini şu an olayın heyecanı ile kimse ölçemiyordu tabi.
İlkay ayağa kalktı ve Cornelius ile arasına bir mesafe koydu. Gözleri Özlem’in üzerindeydi. Sanki o izin vermese uyanmayacak gibiydi. Aylin’in çabaları kaygıya dönüşüyor Adem ise silahı tutarken kararlı görünmeye çalıştığı halde bunu başarmakta git gide zorlanıyordu.
Ortam kontrol altına alındığına göre, bedenine dönme vakti geldiğini anlayan ‘’ Gören Göz ‘’ İlkay’ı terk etti. İlkay bir anda beynine kurşun yemiş idam mahkumu gibi yere serildi.
Zaman durdu…
Özlem hayalindeki sahilde kızıl bir gün doğuşunu izliyordu, burnu acımaya gözleri dolmaya başlamıştı. Kendini içinde bulduğu savaşta bir an dur durak bulamamanın yorgunluğu kısacık süren bir uyku ile dinmemiş, bilakis pekişmişti.
Arkasında kendisine doğru yaklaşan birinin varlığını hissetti ve içi ürperdi. Burası kendi hayali ve kendi dünyasıydı, kendisi hariç herkese kapalıydı ya da öyle olması gerekiyordu. Buna rağmen yabancı bir varlığın hissi gitgide yaklaşıyordu. Omzunun yanından arkasına doğru bakmaya çalıştı önce ama karanlık bir siluet görünce vazgeçti ve tekrar önüne döndü. İçinde tanıdık ama rahatsız bir his çalkalanıyordu.
Ağır adımlarla yaklaşan siluet ardında çamurdan çıplak ayak izleri bırakıyordu. Özlem’e doğru iyice yanaştı ve ‘’ Dön ve bana bak, gör beni ‘’ dedi.
26 – HERŞEYİ YUTAN SESSİZLİK
135
Özlem yavaşça döndü komut almış gibi. Karşısında gördüğü kendisinden başka birisi değildi. Gözleri kapkaranlık bir yokluğun, hiçliğin içinden bakan masmavi neonlar gibi parlıyordu. Saçları yüzünün neredeyse tamamını örtmüş, hatta yapışmıştı, ıslak çamurlu gibi bir hali vardı. Vücudunda elbise olmamasına rağmen sanki bir balçıkla kaplanmış gibiydi ve hatta o balçığın üstünde gezinen ufak kıyıl kıyıl canlılar vardı ve balçık sanki yaşıyor, nefes alıp veriyor gibiydi.
Özlem gördüğü şeyin ne olduğunu anlamıştı aslında ama içten içe bunun kendisine ait bir alter egonun görselleşmiş hali olup olmadığını da düşünüyordu.
‘’ kimsin sen? ‘’ diye sordu Özlem.
‘’ Ben, gören göz, şahit…’’ dedi kadın ve Özlem’ e doğru bir adım attı.
‘’ Neden ben? ‘’ diye sordu korka korka. Her şey başladığından beri birkaç kez bunları yaşamaktansa ölmüş olmayı dilediği için bu soruyu sormakta beis görmedi. Bir yandan da gözlerine bakmaya korkuyordu.
‘’ Gören göz ’’ ani bir hareketle Özlem’i çenesinin altından tutup kendine doğru çekti ‘‘ neden olmasın ‘’ dedi ve sonra serbest bıraktı. Özlem’in içi iyice bir tuhaf oldu ama kendini toparlamaya çalışıp ‘’ ne istiyorsun benden neden buradasın ‘’ diye sordu.
‘’ Gören göz ‘’ bakışlarını Özlem’den alıp hayalinde yarattığı sahile göz gezdirdi gülümseyerek ‘‘ Çok fazla sorun var ve bunların pek azı sana vereceğim cevabı anlayabileceğin sorular. Ben görmek, göstermek üzere buradayım. Denge için geldim. Tüm güç, sizin var oluş dediğiniz şey başlangıçlardan, bitişlerden ve bunun tekrarlarından ibaret’’ dedi.
Özlem’e bakışları kadını inceledikçe yumuşuyor gibiydi. İlk defa böylesine onu dışarıdan süzüyor, ilk defa yaşadıklarını ve bunun etkilerini umursuyordu. Normal sakin bir hayat yaşayan kadının ne hale geldiğini düşünürken diğer ‘’ gören göz ‘’ ün yok edilmiş olduğunu hatırladı.
‘’ Senden dolayısıyla benden de bir tane daha olması gerekiyordu, daha açılmadan kapanan bir göz. Bu sana çok fazla yük binmesine sebep oldu ama katlanmak zorundasın ‘‘ diyip Özlem’in saçlarına götürdü elini ve sonra da diğer elini. Özlem irrite olsa da önce sonrasında bir huzur kapladı içini.
‘’ Ne olacak her şeyin sonunda, umut var mı, amacımız ne bizim? ‘’ diye mırıldandı. Dizlerinin bağı çözülüyor gibiydi, yere çömelmek için karşı konulmaz bir talep geldi bacaklarından.
Öylece çömeldi yere ve onunla birlikte ‘’ Gören Göz ‘’ de eğildi.
‘’ Ne olacağını hep birlikte göreceğiz, öyle değil mi? ‘’ diye sordu ve elleri ile Özlem’in gözlerini kapattı. Göz kapaklarına okşar gibi dokunuyor zarar vermeyeceğini hissettirmeye çalışıyordu sanki.
‘’ Umut dediğin şeyin bir karşılığı yok, böyle bir düşünce seni hataya sürükler. Amacın sonu engellemek değil, sonu getirmek de değil, sonu görmek. Bazıları başlangıca denk geldi, bazıları süreci yaşadı, sana da her şeyin sonunu görmek kaldı ‘‘
Özlem’in gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Hayalinde kocasının, Adem’in yerde ölü yattığı, her tarafta cesetlerle kaplı açık bir arazideydi. Karşısında tüm haşmeti ile Efendi duruyordu ve aralarında sadece birkaç metre vardı. Efendi’nin üstüne yürüdüğünü gördü, ve ardından yere çömeldiğini gördü.
Görüntü soğuk bir karanlık tarafından yutuldu gitti.
‘’ Gören göz ‘’ Özlem’in göz kapaklarının üstünde okşar gibi gezdirdiği parmaklarını kadının gözlerinden içeri ani bir hamle ile soktu ve bunu korkunç bir çığlık izledi.
Özlem kendine geldiğinde Aylin onu dürtüyordu uyandırmak üzere. Adem de Cornelius ve yerde yatan İlkay’a doğru silahını doğrultmuş ona bakıyordu.
‘’ Abla uyandın ‘’ dedi mutlulukla. Karşısında İlkay’ da yerden doğruldu ve konuşurken dudakları hareket eder bir biçimde ‘’ ne oluyor burada ‘’ diyerek boşa düştüğünü belli etti.
Özlem gözünün önündeki manzarada daha dokunmadan Cornelius’un Sadık olmadığını, alnında Efendinin normal gözler için görünmeyen mührünü taşıdığını gördü. Ayrıca bedeninde de bir karanlık geziyordu sanki içine üflenmiş bir yangın dumanı gibi.
Adem’ den silahı istedi.
Adem uzattı ve Cornelius olacakları anladığı için panik halinde kaçışmak üzere hareketlendi.
Kamaranın içi silah sesiyle yankılandı.
Cornelius bacağından vurulmuştu.
Özlem yataktan indi ve artık canının acıdığını saklayamaz halde yerde kıvranmaya başlayan Cornelius’un yanına geldi.
Alnına dokundu…
Gözlerini kapatmamıştı bile…
Mavi gözlerinde bir ışık yürüdü ve sanki kamaranın içinde bir uğultu dolandı. Cornelius nöbet geçirir gibi titriyor gözlerinin sadece akı görünüyordu.
Özlem elini çektiğinde önce ölü gibi yığıldı, sonra ise toparlanıp mermi yediği bacağının üstünde diz çöküp ‘’ sadığınız emrinizde Efendim ‘’ dedi…
Özlem gülümsedi…
‘’ Aramıza tekrar hoş geldin Sadık… ‘’
136
Bu cümle olaysız günlerin başlangıç sloganı olmuştu.
Bir güzel silahlanan ve erzak depolayan grup artık kendini daha güvende hissederek adaya geri dönmüş ve grup halinde derinlerden bir oh çekmişti. Biraz normal olmaya çalışmak, biraz aksiyonsuz zaman geçirmek ruhlarını dinlendirmek adına bulunmaz ilaç gibi gelmişti.
En güzeli de…
Özlem adaya daha yeni geldiklerinde İlkay, Aylin ve Adem’e bir sürprizi olduğunu söylemiş ve gözlerini kapatarak beklemelerini istemişti. Hepsi sırayla önce alınlarında ve gözlerinde bir sıcaklık ve acı ile irkilmiş ama akabinde gözlerini açtıklarında buna fazlasıyla değdiğini görmüşlerdi.
Günlerdir ilk defa gökyüzünde pas parlak güneşi görmek, mavi gökyüzü ile karşılaşmak birbirlerinden utanıp sıkılmasalar hüngür hüngür ağlayacakları bir histi. Hatta Adem çaktırmadan güneş gözlerini kamaştırmış gibi yapıp bir iki damlayı sıyırttırıverdi göz kapaklarının kenarından Serkan’a nazire yaparcasına.
Serkan grubun yaşadıklarını, kaybettikleri ve kavuştukları şeyi tam olarak yaşamadığı için çok da bu hissiyatlarını paylaşamamıştı.
Sadık ondan istenenleri yorulmaksızın yapıyor ve adada güvenlik önlemleri oluşturmaya çalışıyordu diğerleri baraka yapmaya çalışırken. Herkes nöbetleşe uyuyor ve Özlem tarafından uyandırılıyordu. Efendi’nin tesiri hala uyudukları anda kontrolü ele almaya çalışıyordu bu yüzden hiç kimse el ve ayaklarından zincirlenip bağlanmadan uyuyamıyordu. Karaya yaklaştırabildikleri kadar yaklaştırdıkları tekne uyumak için, ada günü geçirmek ve kaynaklar için kullanılıyordu.
İlkay ve aslında Adem’de heves ettikleri bazı şeylere yiyip içme fırsatına kavuşmuştu. Adada ateş yakıp etrafında soğuk biraları yudumlamak birazcık normal hissetmek adına en büyük etkiyi yapmıştı. O gece 2-3 güne bölünebilecek bazı erzaklar hunharca tüketilmiş, biranın yanında elindeki kangal sucuğu ısırarak yiyen Adem geceye damgasını vurmuştu. Özlem sarhoşluğun uykudaki gibi Efendi’nin müdahalesine müsait bir zihin zayıflığı oluşturup oluşturmayacağına dair şüpheler taşısa da iki bira ile leyla olan Aylin in herhangi bir etki yaşamadan ayılması Özlem’in yine neşeli bir ruh haline dönmesini sağlamıştı.
İhtiyaç olan alet edevat ve diğer ekipmanlar ile erzaklar peyderpey Sadık tarafından karaya gidip gelinerek tedarik ediliyordu böylece karada yakın çevrede olan bitenler hakkında da güncel bilgi sağlanıyordu. Sadık her geldiğinde rapor veriyordu kimseyi görüp görmediği, öldürüp öldürmediği hakkında.
Sadık yolculuklarının gitgide daha sakin ve olaysız geçtiğini anlatıyordu. Son üç seferde hiç kimseyi görmediğini, şehrin farelerle haşaratla dolduğunu ve sokakların kurtlanmış cesetlerle dolu olduğunu, açık havada bile nefes alıp vermenin zorlayıcı bir deneyim olduğunu anlatmıştı. Özlem bu aldığı haberleri derin bir üzüntü ile karşılamaktan kendini alamıyordu. Her ne kadar yapabileceği bir şey olmasa da bu süreci durdurmak için grupta Serkan’ın varlığı ‘’ belki birkaç insanı daha kurtarabilirdim ‘’ düşüncesini beynine zerk ediyor, canını yakıyordu.
Gören Göz’ ün bir suret gibi karşısına çıktığını henüz hiç kimseye anlatmamıştı. Bu deneyimi tekrarlamak ve daha çok şey öğrenmek istiyordu. Kafasındaki sorulara yanıt bulamamış, ne yapacağını ya da yapması gerektiğini bilmez bir halde kalmıştı.
Her şey durağanlaşırken, Efendi’den bir ses bir atak gelmiyor iken Özlem gücüyle tekrar yüzleşmeye karar verdi. Bunu tam olarak nasıl yapacağını bilmiyordu. Geçen seferki gibi uykusunda kurgu bir hayal âlemi yaratıp orada onu beklemeye karar vermiş ve hatta bu kararı verdiği ilk gece uygulamış ama herhangi bir sonuç alamamıştı.
Tek aldığı sonuç güzelce dinlenebilmiş olmaktı.
Bunu birkaç kez denediği halde başaramadı ve ‘’ Gören Göz ‘’ hakkında kendi iradesi ile bir şey yapamayacağını anlayıp vazgeçmişti.
Taa ki yeni bir günün sabahında yüzünü yıkarken aynadaki aksini normalde farklı olarak görene kadar. Gözleri olduğundan daha parlaktı ve sanki farklı bir spektrumu süzerek görüyordu. Bu spektrum diğer tüm canlıların gözlerinin görüşüne kapalı bir frekansa sahipti ve o karşısındaydı.
‘’ Son 23 gün ‘’ dedi. Yüzünde acı bir gülümseme vardı.
Özlem irkildi ve iki adım geri savurdu kendini.
‘’ neyin olmasına? ‘’ diye sordu ister istemez.
‘’ Son yıl, son ay, son hafta, son gün, son dakika, zamanın sonu, son yüzleşme. Her şeyin sonuna, hiç mi hissedemiyorsun? ‘’ diye hem cevap verip hem de soru sordu.
Hissedemiyordu…
‘’ Hayır ‘’ dedi ürkek bir şekilde. Bu güç ile bu şekilde iletişime girmek korkutuyordu.
Aynadaki görüntü ‘’ Gören göz’’ ün gözlerini kapatmasıyla usulca silindi ve ardında sanki karanlık bir pencere bıraktı. Pencereden sızan görüntü şehirleri, köyleri ve ceset dağlarını gösterdi. Artık kemikleri kalmaya başlayan cesetler leşçillere yem olmakta, etrafındaki nehirlerden denize kan rengi karışmaktaydı. Gökyüzü çürümüş, toprak kan fokurdayan bir balçığa dönmüştü. Sonra görüntü Efendi’yi gösterdi. Ayakları yerden kesilmiş havada asılı duruyor ve gözleri kapalı odaklanmış bir şekilde son hükmünü dağıtıyordu. Cesetler toprağın altına sanki vantuzlanıyormuş gibi çekiliyor, tüm binalar geriye kalan yapılar esen rüzgârda sigara külü gibi uçuşuyordu. Sonra görüntü sanki televizyonda kanal değişirmiş gibi değişti ve kendisini gördü. Efendi ile karşı karşıyaydı, yine aynı alan, yine aynı sahne.
Ölüm tarlası gibi bir yerde…
Efendi elini Özlem’ e doğru uzattı görüntüde, sanki o da elini uzatıp tutacakmış gibi.
Özlem elini uzatmadı. Diz çöktü ve elini toprağın üstüne koydu. Bir ışık patlaması oldu ve Özlem gözlerini kapatmak zorunda kaldı aynanın karşısında.
Açtığında görüntü gitmişti, sadece kendisini görüyordu.
Aynı geleceği, aynı kaderi, aynı sahneyi görüp duruyordu ama bu sefer etkisi kesin oldu, bu kaçınılmaz sondan başka bir an değildi…
137
Kabullenemeden anlamak…
Bu insanı özellikle de ölüm konusunda en çok yıpratan olgudur. Zira son günlerde gitgide güçlenen ve eski Özlem’e göre son derece farklı birisine dönüşen Özlem gördükleri neticesinde olacakları anlıyordu, fakat kabullenemiyordu.
Kabullenmek istemiyordu.
Geleceğin belirsizliği ve insanın fıtratı umudu ayakta tutar. Hayat devam ettiği sürece umut her zaman için insanın içinde yeşermeye hazır ve heyecanlı bir şekilde oynaşır. Ama Özlem karanlık bir gelecekte kabullenmesi dayatılan makûs bir kader ile sarmalandığından uzun zamandır dökmediği gözyaşlarını yine dökmeye başlamıştı. Yatağın dibine öylece yığılır gibi oturdu yere. Ellerine damlayan gözyaşları elinden daha sıcaktı.
Tanımadığı ya da az tanıdığı insanların ölümü onu yıkmıyordu. Hatta dünyada öldüğünü bildiği milyarlarca insan da onu yıkmıyordu. Kıyametin kopması insanlığın sonunun gelmesi, bunlar da değildi bu çöküşün sebebi.
Herkesin hayatı birilerinden ibarettir. Herkesin kendi kişisel kıyameti vardır bu yüzden. O birisinin öleceği düşüncesi bildiği alışa geldiği hayatın sonunun gelmesi, işte kişisel kıyamet budur. Özlem’in şanssızlığı onun kıyametinin dünyanın tamamınınki ile aynı manaya gelmesiydi. Kendisinden başka herkesin öldüğü, kimsenin kalmadığı bir dünyada Efendi ile karşı karşıya olduğunu görmek…
‘’ Herkesin öldüğü? ‘’
‘’ Herkesin öldüğü mü? ‘’
Özlem’in kafasına ilk defa o anda dank etti.
Aylin?
Bu sahnede Aylin’in neden olmadığını anlayamadı. Görüntüden hatırasında kalanlarda Aylin’in cesedi de yoktu orada. Aklına gelen korkunç ihtimal birdenbire dizlerine derman getirdi ve Özlem ayaklandı. Güverteden denize atladı ve böylece gözyaşları deniz suyuna karışıp gizlendiler. Özlem ile birlikte teknede olan Sadık’ta hemen peşi sıra denize atladı ve o da yüzmeye başladı. Sahile doğru hızla kulaç atarak ilerleyen Özlem’i panik hali yaptıkları barakada oturmakta olan Serkan ve Adem’i de telaşlandırdı.
‘’ Bişey oldu ‘’ dedi Adem ve Özlem’e doğru koşmaya başladı. Serkan’da barakanın arka tarafında ağaçların arasına hamak yapmaya çalışan İlkay’ın yanına doğru koştu.
Aylin ortada yoktu…
Serkan İlkay’ı çağırmış, Adem’de sahilde Özlem’i karşılamıştı. Nefes nefese kalan Özlem ‘’ Aylin nerede? ‘’ diye sordu.
‘’ bilmem öyle adayı turluyor yine herhalde ‘’ dedi Adem. Muhabbete daldıkları için genelde sahilde yürüyüş yapan Aylin’in gözden kaybolduğunu yeni fark ettiği için kendine kızdı. Serkan ise son zamanlarda bu olaysız günlerde bolca sohbet etme fırsatı bulduğu Aylin ile yeni bir sohbetin zamanı gelsin diye beklerken Adem’in laf salatalarına tahammül etmeye çalışmaktan dikkatini yitirmişti.
İlkay barakanın arkasından koşup geldi ve o da ‘’ ne oldu? ‘’ diye sorarak konuya dahil oldu. Aylin’in ortada olmadığını öğrendiğinde ve onu arayıp telaşla soranın Özlem olmasından ötürü hemen o da telaşa kapıldı.
‘’ Dağılalım, herkes bir tarafa dağılsın bulalım ‘‘
İlkay’ın çağrısı üzerine herkes bir tarafa doğru koşturmaya başladı Aylin diye bağıra çağıra. Adem Efendi’nin başına bir şey gelmesine, ölmesine izin vermez nasılsa diye düşünüyordu. Serkan boşluğa düşmüş bir şey düşünemiyor, sadece arıyordu. İlkay ise öfkeliydi. Böyle bir şey yapabileceğine dair herhangi bir sinyal vermemiş olan Aylin’i düşünüyordu ve kendine kızıyordu ‘’ belki de kız sinyal verdi ama ben göremedim’’ diye.
Özlem ise durduğu yerde aramaya girişmişti. Gözlerini kapadı ve Aylin’e odaklandı. Gözleri adanın etrafında sanki uçarak dört dönüyordu, ormanın içinde ve üstünde.
Aylin yoktu.
138
Daha sonra gözlerini sıkmaya ve kızı aramaya değil direk benliği üzerinden ona odaklanarak bulmaya yöneldi. Şakakları şişmiş yüzü kırmızıya dönmüştü. Görüntü karardı. Tekrar aydınlandığında Aylin’i teknede kamarasında gördü. Yerde uzanmış öylece yatıyordu ve ıslaktı. Saçları yüzünü kapatmış, bileklerinden boşalan kan etrafında iki küçük kan gölü yaratmıştı. Yatağın üstünde de bir not kağıdı vardı.
Nota odaklandı…
‘’ Artık yaşamak istemiyorum, lütfen beni anlayın. Umarım ölümüm düşmanın planını bozar ve bir şekilde her şey güzel olur, her şey için herkese teşekkürler ‘’
Özlem gözlerini açtı ve tekrar tekneye doğru yüzmeye başladı. Gördüklerinin yaşanan andan mı, gelecekten mi olduğuna emin değildi. Henüz bunun yaşanmamış olmasına dua ederek kulaç atmaya devam etti.
***
Aylin notu yatağın üzerine bıraktı. Tekneye kimse fark etmeden çoğunlukla da suyun altından yüzerek gitmiş, Cornelius’ların saldırısında açılan oyuklardan aynı onlar gibi tırmanarak güverteye çıkmış ve kamarasına geçip kapıyı da kapatmıştı. Kimse orada olduğunu bilmiyordu ama Aylin Özlem’in teknede olduğunu biliyordu.
Yakalanmak ve durdurulmak istemediği için cam bir bardağı havlu ile sarmış ve üstüne başka bir bardağın altı ile vurarak kırmayı başarmıştı sessizce. Bir defter yaprağına notunu yazmış ve artık sıra ölmeye gelmişti.
Son günlerde herkes bir şeyler ile meşgulken, sanki adanın dışında kıyamet kopmuyormuş dünyanın sonu gelmiyormuş gibi yaşarken Aylin bir türlü olan biteni ve olacakları unutamamış ve negatif etkilerinden de çıkamamıştı. Bazen Serkan ile sohbet ediyordu ama genelde onu dinliyordu.
Dinliyormuş gibi yapıyordu.
Psikolojisi hayatta kalmayı, şimdi ne olacak diye düşünmeyi, karanlık bir gücün kölesi olacak olmayı kaldıramıyordu. Özlem’in güçleri de olsa, şimdiye dek bir arada kaldıkları sürece her tehlikeyi atlatmayı başarmış da olsalar Aylin geleceği karanlık görüyordu ve bunun için Özlem gibi ‘’ Gören Göz ‘’ olmaya da ihtiyacı yoktu.
Canının acımasından korkan biriydi eskiden. Oysa şimdi son bir acı yaşayıp sonrasında huzur içinde öleceği düşüncesi içini neredeyse sevinç ile kaplıyordu bile.
Önce sağ eline aldı cam parçasını. Bileğine sapladı ve acıya aldırmadan gözlerini kapayıp neredeyse dirseğinin hizasına kadar yırttı. Gözlerini açtığında kolunda sanki bir fermuar açılmış gibi gördü ve beyaz etini anlık olarak seçebildi çünkü o fermuarın içi önce kanla doldu, sonra da yer çekiminin kölesi olarak taşan kanlar aşağı süzülmeye başladı.
Titremeye başlamıştı eli ve böylesine kendisini, vücudunu deforme görmek sarsmıştı. Yine de parçaladığı eline aldı cam parçasını ve bu sefer de sağ bileğine batırdı. Gücü normal bir kol kadar kalmadığı için ilkinde açtığı kadar derin bir yara açmayı başaramadı ama yine de sağ kolunda da damarı parçalamayı başarmıştı.
Hıçkırıklara boğuldu.
Hayatının talihsizliğine ağlıyordu, çocukluk hayallerine, yapayalnız ve intihar ederek ölüyor oluşuna.
Yere uzandı, acısı katlanması zor bir acıydı. Gözlerini kapattı ve akan yaşlar göz çukurlarını doldurmaya başladı. Vücudu, organları ihtiyaç duydukları oranda kana erişemediği için ufak ufak iflas sinyalleri vermeye başlamıştı. Kalp atışı yavaşlamış, sol bileğinden akan kan periyodik fışkırmalardansa hızlı bir sızıntı moduna geçmişti.
Beyni hücrelere ölüm emrini vermek üzereydi…
139
Özlem tam bu esnada kamaranın kapısını açıp içeri girdi. Aylin ölmüş gibi görünüyordu. Hemen kızın yanına geldi ve yere çömelip başını kucağına aldı ‘‘ Aylin aç gözlerini, neden yaptın, neden ‘’ diye bağırırken korkunç bir şey oldu.
Tekne sanki kıç tarafından bir darbe almış gibi çalkalandı ve Özlem kamaranın öteki ucuna savruldu. Kafasını da bir güzel duvara çarptı. Gözlerini açıp kendine geldiğinde karşısında, hemen Aylin’in yanında Efendi duruyordu ve kıza sevgi ile bakıyordu.
‘’ Ne kadar masum ve güçsüz değil mi, soyu bana dair izler taşıyor olsa da bu kadar aciz olması benim için üzücü ‘’ dedi.
Özlem karşısında duran Efendi’nin yaydığı korkunun etkisinde ondan uzak durmaya çalışır gibi sanki duvarın içinden geçmeye çalışıyordu geriye doğru kendisini itmek istercesine.
Efendi Özlem ile ilgilenmiyordu bile. Sözünü söyledikten sonra tekrar Aylin’e döndü. Kızın yerlere akan kanının üstüne basıyordu. Kan Efendi’nin bakışlarındaki emre itaat edercesine aktığı yerden geri kızın koluna doğru bir yılan gibi süzülmeye başladı.
En son damlasına kadar.
Sonra da Aylin’in kollarındaki yara aynı bir fermuar kapanır gibi kapandı.
‘’ Benliğinden vazgeçti ve öldü, artık hizmetime girmesi için bir engel kalmadı gördüğün gibi. Bana hizmet etmek için bir benliği, siz acizlerin dediği gibi bir ruhu olmasına ihtiyacım yok. Bana lazım olan vücudu ‘’ diyip gülümsedi.
Aylin görünmez iplerle yukarı çekiliyormuş gibi aniden ayağa kalktı.
Gözlerini açtı…
Efendiye sarıldı sanki kurtarıcısına, ömrü boyunca özlediği sevdiğine sarılır gibi sarıldı hem de…
Özlem’in ise şaşkınlıktan gözleri fal taşı gibi açık kalmıştı. Gördüklerine inanamıyordu. Yere dokundu çaresizce, bir şeyler yapmaya çalıştı ama nafile. Bu gördüğü gelecekteki o son sahne değildi.
Korkusunu yenmeyi başaramasa da ileri doğru atıldı. Ona dokunmak istemişti ama bir rüzgâr sanki kamaranın içinden doğup esmeye başlamış gibi silkeledi tekrar tekneyi. Efendi ve Aylin o rüzgara karıştı, dağıldı ve gitti…
Ardında bir cümle bıraktı sadece Efendi…
‘’ Tekrar görüşeceğiz merak etme ‘’
Özlem ‘’ hayır ‘’ diye bağırıp ağlasa da nafileydi.
Gittiler…
Ayağa kalktı, yenilmiş ve yıkılmış halde usulca kamaradan dışarı güverteye çıktı. Kaptan köşkünden bir sigara aldı ve yaktı. Denize doğru eğildi ve denizdeki küçük çırpıntılardaki ışığın kırılmasını izlemeye başladı. Üstünde başında Aylin’in kanından vardı. Banyoya gidip yüzünü yıkamak ve kan lekelerini yıkamak istemişti ama bunun yerine kendini aynada yine aynı sahneyi izlerken buldu. Efendi ile karşı karşıya geldiği ve diz çöküp elini yere koyduğu sahne.
Ama bir farkla…
Efendi’nin arkasında bir taht sandalyesi gibi bir sandalyede Aylin oturuyordu. Yüzündeki gülümseme ve Özlem’e bakışı iğrenç aşağılık bir şeye bakarmış gibi tepeden bir bakış ve gülümsemeydi. Eli ise doğurdu doğuracak kadar karnı şişmiş bir hamile kadınınki gibi olmuş olan karnının üstündeydi.
Ellerini saçlarının içine daldırdı ve yumruğunu sıktı. Saçları parmaklarının arasına sıkışmış çekiliyordu. İçinden aynaya kafa atmak gelse de yapmadı, yapamadı…
‘’ Allah’ım, yardım et nolur, dayanamıyorum artık ‘’ diyerek haykırdı.
Güçsüz adımlar, yaşlı gözler, dağılmış ve yenilmiş bir ruh hali ile yürümekten çok sürünürmüş gibi adımlarla tekrar güverteye döndü. Bir an için kendisini denize atıp ciğerlerini su ile doldurarak ölüp gitmek bile geçti aklından.
Kendisini tekneden aşağı sarkıtıp bir taş gibi bıraktı denize. Yüzmek için çabalamıyordu, sadece bir an için denizin altında o seslerin olmadığı, farklı bir alem duygusunun hakim olduğu durumu yaşamak istiyordu. Tuzlu suyla oldum olası arası kötü olan gözlerini zaten açmıyordu. Karanlık ve sessizlik Özlem’i kapladı ve arayıp bulamadığı o konsantrasyonu sağladı.
140
***
Özlem gözlerini cennetten köşe gibi olan uçsuz bucaksız bir bahçede açtı. Rengarenk çiçekler, verdiği meyvelerin bolluğundan dalları yere doğru bükülen ağaçlarla dolu mis gibi toprak ve çiçek kokusu ile salt nefes alıp vermeyi bile keyifli hale getiren bir bahçe hem de.
Bir ağacın dibinde oturmuş parmağına konan kelebeği incelemekte olan kişi ise Özlem’in suretinde ona görünen ‘’ Gören Göz ‘’ den başkası değildi.
Özlem karşısına doğru yürüdü ve çimlere doğru çöktü.
Kelebek uçup gittiğinde sureti de dikkatini ve bakışlarını ona yönlendirdi ve ‘’ insanlar olmadan dünya ne kadar güzel bir yer öyle değil mi? ‘’ diye sordu.
Özlem uzun zamandır bu kadar güzel, huzurlu hissetmemişti. İstemsiz bir şekilde çöktüğü yerde geriye doğru kendini bıraktı ve çimlere bir güzel uzanmış oldu. Aldığı nefesteki güzel kokunun, bu bahçenin gerçek olmadığına inanmak oldukça güçtü.
‘’ Sen insanlar olmasın mı istiyorsun? ‘’ diye sordu. Sureti gülümsedi ‘‘ Benim ne istediğim ya da istemediğimin bir önemi yok. Olacak olanlar konusunda bir etkisi yok ya da öyle söylersem daha doğru anlarsın beni ’’ dedi ve bu sefer de yerden bir çiçek kopardı ve koklamaya başladı. Görüntü olarak kasvetli hatta korkunç görünen ve bakan birisine göre oldukça sevimli hareketler içinde ve dingin bir görüntü sergiliyordu.
Özlem doğruldu ‘‘ O sahne, gördüğüm o sahne. Daha önce Aylin orada yoktu, en azından kanlı canlı bir şekilde. Ama şimdi öldü ve o sahneyi tekrar gördüm, ordaydı. Efendi’nin çocuğunu taşır halde hem de ‘’ diye sanki suretine bilmediği bir dedikoduyu iletir gibiydi. Göz her şeyin farkındaydı oysa.
‘’ Eksik olan tamamlandı, değişen bir şey yok. Ne olduğunu anlamadığın şeylerin ötesini göremezsin. Bu gördüklerin kaçınılmaz olanlar, değiştirilemez. Sadece eksikleri tamamlanabilir ‘‘ dedi.
‘’ O zaman öleceğiz, herkes ölecek ve Efendi kazanacak. Bu dünyada insanlığa dair bir avuç insan dahi kalmayacak ve onun soyu başlayacak öyle mi? ‘’ diye sordu.
‘’ Dünyada hiçbir şey ölmez, sadece form değiştirir. Bu dünyanın üzerinde yaşayan her canlı ondan önce yaşayıp ölenlerin bir kalıntısıdır. Uygarlığınız ne ilk ne de son uygarlık bu dünyada. Daha önce de başlayanlar ve bitenler oldu. Doğanlar ve ölenler. Bilgi ve ihsana nail olanlar ve olamayan vahşiler. Kazananlar ve kaybedenler. Siz son galiplerdiniz, ama sizin de mağlup olma zamanınız geldi ‘‘ dedi ve elindeki çiçeği bir kâğıt parçası gibi buruşturup attı. Bakışlarını tekrar Özlem’e çevirdi.
Özlem duyduklarını bildiği, izlediği belgesellerde öğrendiği şeylerle karşılaştırarak oturtmaya çalışıyordu. Dünyada daha önce de yok olan kavimlere dair bilgiler, bulgular, teoriler, tüm o Atlantis saçmalıkları, hiyerogliflerdeki tuhaf ileri medeniyet ibareleri derken koptu, bir yere bağlayamadı.
‘’ Bu kıyametin ta kendisi, bu son yıl, devamı yok öyle değil mi? Ama kıyamet alametlerinin hiç birisi gerçekleşmemişti ‘’ diye yakındı.
Gören göz küçümser bir bakış attı ‘‘ Sizin kehanetlerinizden yüzlercesini sayabilirim gerçekleşen. Bu yaşanan kıyamet değil. Bunu anlaman çok zor gerçekten. Varoluş çekişmelerden ibarettir. Güçlerin çekişmesi. Birinciler ile ikincilerin, sizin iyi ve kötü diye ayırdıklarınızın ki iyi ya da kötü diye bir kavram yoktur bunu siz uydurdunuz. Herkesin ve her şeyin bir zamanı vardır. Siz size tanınan fırsatı kaçırdınız artık. Kötü kullandınız bana sorarsan. Bencilce kullandınız ve bozdunuz. Kirlettiniz ve yok ettiniz. Acımasız, bencil, sizin tabirinizle kötü bir tür oldunuz. Tüm bu olanların sebebini söyleyeyim mi? Aklının dimağının almayacağı bir mahkemede insanlık sanık kürsüsüne oturduğunda dünya yanınızda değil, karşınızda yer aldı ve kaybettiniz. Tüm bu olanlar, olmasına izin verilenlerden ibaret. Ama her şey bitmiş değil, son bir karar kaldı ‘‘ dedi ve ayağa kalktı.
Özlem’i de elinden tutup kaldırdı ‘‘ artık gitmen lazım, yoksa sonu göremeyeceksin ‘’ dedi. Özlem etrafına bakındı. Bir yanı gitmek istemiyordu, diğer yanı ise koşa koşa adaya gidip İlkay’a sarılmak ve sonsuza kadar ağlamak istiyordu. Kendisine söylenenler içini daha da boşaltmış, daha da karartmıştı ‘‘ gitmek istemiyorum ‘’ diyen tarafı baskın geldi ve söyleyiverdi.
Sureti evladına sarılan yüreği sevgi dolu bir anne gibi sarıldı Özlem’e. ‘’ Her son hüzünlü olmak zorunda değil ‘’ dedi ve bir anda itti. Özlem sarsılarak kendini suyun içinde buldu tekrar ve ciğerlerinin en acil tarafından oksijene ihtiyacı vardı. Hemen yüzeye doğru çırpındı ve kafasını suyun dışına çıkarmayı başardığı anda derin bir nefes ile bu ihtiyacı giderdi.
Aheste aheste sahile doğru yüzdü ve ‘’ İlkay ‘’ diye bağırdı. İlk koşarak gelen Serkan olmuştu. İlkay da ve herkeste duymuştu çağrısını ama diğerlerine nazaran daha yakında olan Serkan hemen sahile yetişti ‘‘ Ne oldu abla? ‘’ diye sordu Serkan.
‘’ Bir sevdiğini daha yitirdin, maalesef Aylin öldü ‘’ dedi. Zor nefes alıp veriyordu.
141
Serkan tepkisiz, belki biraz sinirli bir şekilde dişlerinin arasından ‘’ nasıl? ‘’ diye sordu. Özlem barakaya doğru yürürken anlatıcam diyip tekrar ‘’ İlkay ‘’ diye bağırdı.
Koşa koşa İlkay ve Adem neredeyse aynı zamanda sahile dönmeyi başardı. İlkay Özlem’in yanına gelip ne olduğunu sorduğunda eşinin sarılması ile içi cız etti ‘‘ İntihar etti, durduramadım ‘’ diyip hıçkırarak ağlamaya başladı ve bir süre kendisini durduramadı.
Serkan’ın kapaksız ve kan çanağı gibi duran gözleri doldu ve gözyaşları süzüldü yanaklarına. Sevmemeye çalışsa da kızdan etkilenmişti. Onun masum ve narin halleri, kederi, hareketleri, ellerini kullanış biçimi ve kısık sesi ister istemez içine işlemişti.
‘’ Nerede, teknede mi? ‘’ diye sordu ağlamaklı sesiyle.
‘’ Hayır ‘’ dedi Özlem ve Efendi nin gelip onu nasıl canlandırdığını ve bambaşka birisi gibi ayağa kaldırıp sonrada götürdüğünü anlattı.
Serkan tekneye doğru yürümeye başladı. Adem in ilk defa sesi çıktı tüm bu konuşulanların ardından ‘‘ Nereye gidiyorsun? ‘’ diye bağırmak istedi ama sesi çatallı çıktı.
‘’ Aylin’i o adamın elinden kurtarmaya ‘’ Grup afallamıştı. Bu kadar saçma sapan ve mesnetsiz bir şeyi denemek çılgınlıktan başka bir şey değildi ‘‘ Saçmalama gel buraya, nerede olduğunu bile bilmiyorsun ‘’ diye bağırdı İlkay arkasından.
Serkan arkasını dönüp ‘’ ben ona gitmiyorum, o bana gelecek. Gerekirse sokak sokak dolaşıp onu çağıracağım. Bu yaşandığında yanımda olmayın diye gidiyorum şu an ‘’ diyip tekrar yürümeye koyuldu.
Özlem ayaklandı ve Serkan’ın peşi sıra yürüdü ‘‘ Bekle biraz ‘’ dedi. Serkan’ın yanına geldiğinde genç adama sarıldı ve ‘’ öldü o artık, bedeni hareket ediyor ama Efendinin iradesi ile hareket ediyor. Yoksa içinde bir bilinç yok, anla lütfen ‘’ dedi.
Serkan Özlem’in kollarından ayrıldı. Yüzünde korkunç bir ifade vardı. Üzgün, çaresiz, sinirli, delirmiş bir ifade.
‘’ O bilinci sen yerine geri getirebilirsin, bir şekilde yaparsın yeter ki o geri gelsin ‘’ dedi ve başını öne eğdi.
Özlem durdu ve bir şey diyemedi ‘‘ Ölmeden önce son isteği Efendi’nin kölesi olmamaktı, onun çirkin emellerine alet olmamaktı. Bu yüzden onu geri almalıyız ‘’ dedi.
Özlem duyduklarını ve daha önce gördüğü görüntüleri de bunlarla birleştirip düşündüğünde aklına gelen fikir ile sarsıldı ‘‘ Denemeye değer ‘’ diye fısıldadı kendi kendine.
Ne konuştuklarını İlkay ve Adem duymuyordu. Sadece Özlem’in Serkan’ı ikna edip geri gelmelerini bekliyorlardı.
‘’ Onu aramana gerek kalmayacak, seninle beraber bulucaz ama böyle gitme. Bir planım var. Sadece söylediklerime uy tamam mı? ‘’ diye sorup Serkan’dan da onay alınca ‘’ hadi gidelim ‘’ diyerek geri barakaya doğru yürümeye başladılar.
142
27 - PLAN
Özlem’in aklında tek bir şey vardı bunu söylerken. O geleceğe ait görüntüde olanların gerçekleşmemesi. Son gördüğünde Aylin’in de o gelecek projeksiyonuna eklendiğini gördüğünde ‘’ birileri eklenebiliyor ise o sahneye, birileri de çıkarılabilir demek ki ‘’ diye düşünmüştü.
Mağlup komutanlar gibi çaresiz bir şekilde oturup öylece kaldılar. İzlemeye hasret kaldıkları güneş tüm kızıllıkları ile batarken ve hayat yavaş yavaş sona ererken, Efendi tüm yapmak istediklerini yapıp planı sekteye uğramaksızın ilerlerken grup ve Özlem özellikle bu konuda hiçbir şey yapamadığına kahroluyordu. İçlerindeki boşluk senkronize bir şekilde büyüyor, yenilgi hissi tüm umutları kara çalı gibi kaplayıp yok ediyordu. Özlem in belki tek başarabildiği grubun biraz daha uzun süre hayatta kalmasını başarmaktı onca ortaya çıkan güçlerine rağmen. Ama neye yarar. O an anladığı güçlerinin kurtuluşla alakalı olmadığıydı. Bunu ‘’ Gören Göz ‘’ de söylemişti ona ama aynı onun da dediği gibi her şeyi idrak etmesi de zaman alıyordu. Bazılarını ise anlamıyordu.
Sessizlik sahilde öylece oturan bu dört kişiye Efendinin köleye hakim olduğu gibi hakimdi işte böylece. Sadık ise bir ağacın tepesine çıkmış etrafı gözlüyor uzaklardan gelen bir tekne olma ihtimaline karşı nöbet tutuyordu.
Özlem diğerlerine fark ettirmeksizin bir an için gözlerini kırparken gücünü açığa çıkartıp görüşünü şöyle bir serbest bıraktı. Görüntü önce adayı terk etti ve anakaraya geldi. Sonrasında gökyüzüne yükseldi ve kuş bakışı bir şekilde şehri gözlemeye başladı. Bakışları hayat belirtisi arıyor fakat bulamıyordu. Zihninin düşünce hızı ile aynı hızla görüşü de hareket ediyor ve başka şehirleri ve hatta ülkeleri geziyordu.
Kurtarılamayacak halde yaralı can çekişen insanlar, enkazların altından çığlık feryatları, yangınlar, vahşi hayvanlar ve leşçillere öğün olan yarım yamalak bedenler. Gördüğü hiçbir şey umut vermiyordu. Sadece eziyete dönüşüyordu.
Sonrasında bir bebek gördü ölmüş annesinin kucağında ağlamakta olan. Bu görüntüyü aldığı yer güney Amerika da bir şehrin arka mahallelerinden birisiydi. Kadının cesedi duvara öylece yığılmış kalmış belli ki yaşadığı dehşetten ve aldığı darbelerden bebeğini koruyarak güç bela kaçabilmiş ama yığıldığı yerde canını teslim etmişti. Bebeğe yaklaştı iyice görüntü ve sağa sola yukarıya bakındı yardım edebilecek biri olup olmadığını arıyordu.
Sokağın köşesinde önce bir gölge sonra da bir kişi belirdi ama beliren bu kişi yardımdan çok tehlike sinyalleri veriyordu. Ağzı yüzü ve üstü başı kan içinde, oldukça şişman kel bir adamdı bu ve elinde yarısı yenmiş bir ciğer vardı. Kadını ve ağlayan bebeği görünce elindekini yere attı tiksinircesine. Gözleri parladı ve yüzüne vahşi bir gülümseme geldi Dudaklarındaki kan ve ciğer parçalarını yalanarak bebeğe doğru yürümeye başladı. Özlem’in görüşü çaresizce çırpınıyor sağa sola yukarıya bakıyor yardım aranıyordu. Bebeğin ağlama sesi kesildi. Görüntü oraya geri döndüğünde adamı arkadan görüyordu. Annenin cesedine ve kucağındaki bebeğe doğru çömelmiş bir şeyler yapıyordu.
Bakmak istemedi.
Daha fazla…
143
Göz kırpması bittiği gibi görüşü bedenine, zaman da olağan akışına döndü Özlem için. Kimse fark etmedi ne olduğunu. O da fark ettirmemeye çalıştı. Gördükleri yeni yenilgilerden başka bir şey vaat etmiyordu zira.
Sessizlik her şeyi yutmaya devam etti.
***
Efendi Aylin ile birlikte sessiz sakin malikanesine dönmüş odasında karşılıklı oturuyordu. Kız boş gözlerle ona bakıyor hiçbir şekilde gözlerini kırpmıyor sadece öylesine nefes alıp veriyordu.
Efendi’nin iradesi ile…
Efendi soyların ayrıştırıldığı, her birine bir özelliğin bahşedildiği günlerde bir ölüden doğmuştu. Şimdi karşısında kavmini oluşturacak, soyunu yayacak ve dünyanın yeni hâkimi olacak olan çocuklarını ona doğuracak olan yine bir ölüden başkası değildi.
Efendi gülümsedi.
Yüzbinlerce yıldır bu dünyada yürüyor, atalarını yakın akraba türlerini yok eden insanları inceliyor ve zaman zaman da yön veriyordu. Son verdiği yön onların yok olmasına dairdi tabi. Şimdi fişi çekmenin, son darbeyi vurmanın zamanı gelmişti.
Ayağa kalktı ve Aylin’in önüne gelip elini uzattı. Kız bu sefer gülümseyerek oturduğu yerden kalktı ve Efendi’yi elinden tuttu. Anlık olarak cereyana tutulmuş gibi titredi. Bedeninden tarifsiz bir enerji geçmiş, saçları elektriklenmişti hatta. O ruhsuz beden, o Efendinin iradesi ile hareket eden et yığını sanki ruh bulmuş, can bulmuş gibi aydınlandı ve kendine geldi.
Boynuna sarıldı Efendi’nin…
‘’ Sahibim beni kurtardığınız için çok teşekkür ederim size ‘’ dedi.
Efendi parmağıyla sus işareti yaptı ve elinden tutarak büyük ortasında sadece masa olan odanın sonuna masaya doğru yürüttü Aylin’i. Kız hayran olduğu popçuyla tanışmış fan gibi hayran hayran bakıyordu adama. Masanın önüne geldiklerinde o kocaman şömine aniden büyük bir harla alev aldı ve çıtırdayarak yanmaya başladı. Efendi Aylin’i bir çocuk gibi koltuk altlarından tutup masanın üstüne oturttu ve sonra da eliyle göğsünün ortasından tutarak yatırdı. Aylin mutluluktan sevinç gözyaşları döküyordu. Efendi kızın üstündeki elbiseyi karnının üstünden tuttu ve yumruğunu sıkıp yana doğru savurmasıyla bir paçavra gibi parçaladı ve şömineye fırlattı. Aylin karşısında tüm güzelliği ile öylece duruyordu.
Şöminenin ateşi daha da bir alevlendi, odanın mumları yandı her taraf ışıl ışıl oldu.
İnsanlık gömülmüş bir mevta ise bu yaşananlar da üstüne atılan son kürek toprak oldu.
Tohum atıldı…
***
Özlem herkesi en sona eşini bırakarak uyutmuş, onunla da bir süre zaman geçirdikten sonra onu da uyutarak barakadan çıkıp geri sahile gelmişti. Gözlerinin önünde denize damlayan ay sahilde harika yakamozlar oluşturuyordu.
Bir sigara yaktı.
Kafasında bu geceden sonra olacakların nasıl o geleceğe dair gördüğü öngörüye evirileceğini kurgulamaya çalışıyordu. Çıkar yol bulamadıkça, o son andan İlkay’ı ve Adem’i nasıl uzak tutacağını kurgulayamadıkça ileri adım atamıyordu. Olacak olan şeylerin, sonun nasıl tecelli edeceğini belirleme noktasındaki acziyetinin farkındalığı da tam bu noktada su yüzüne çıktı.
‘’ Bir veda ederek olmaz, bir mektup bırakarak da olmaz. İlkay ne dersem diyim, nasıl dersem diyeyim olmaz biliyorum. Ben gidiyorum gelme diyerek hiç olmaz, peşime düşme sadece hayatta kal ve kararıma güven diyerek de hiç olmaz. Biliyorum, yine de beni korumak isteyeceksin ve yanımda peşimde olmak isteyeceksin. Ama artık biliyorum ki bunu böyle yapmanın senin ölümüne sebep olmaktan başka hiçbir sonucu yok. Ben Serkan’ı yanıma alıp gidiyorum. Her şey yolunda giderse Serkan’ı yine yanımda Aylin ile birlikte geri getireceğim. Yok gitmezse…
Gitmezse ne olur bilmiyorum. Tek bildiğim her şey bittiğinde eğer bu dünyada ben ve sen diye bir şey kalmayacaksa, buradan sonra her ne varsa orda seninle olacağım. Beni bu dünyada nasıl bulduysan, nasıl yalnız bırakmadıysan, orda da bul ve yalnız bırakma sakın.
Şimdi gidiyorum, bil ki sen burada olsan da sensiz değilim, yalnız değilim. Seni yanımda götürüyorum.
Görüşmek dileğiyle, Özlem… ‘’
144
İlkay sabah uyandığında bu mektubu yanında bulacak, büyük ihtimalle de çıldıracaktı. Özlem önce Serkan’ı uyandırdı. Zavallı çocuk yüzüne siyah bir örtü örtüp ancak uyuyabiliyordu. Özlem örtüyü kaldırdı ve ona ‘’ dokunarak ‘’ tüm kabuslardan ve Efendi’nin cinayet hükümlerinden azat etti sonra da dürteleyip uyandırdı.
‘’ Kalk, gidiyoruz… ‘’ dedi Özlem. Kelepçe ve kilitleri çözüp ses çıkarmadan hareket etmesini ve sahilde onu beklemesini söyledi fısıldayarak.
Sonrasında da Adem’e ve İlkay’a dokundu. Gördükleri kabuslardan kurtulup uykularında huzura erdiklerini yüzlerinden görebiliyordu. Anahtarları elleri ile ulaşabilecekleri şekilde yataklarının üstüne bırakmıştı. Adem’den sonra geri İlkay’ın yanına döndü ve yüzüne tekrar dokundu. Uzamış sarı sakallarında aralardaki kırçılları inceledi. Ne zamandır eşinin yüzüne böyle detaylı bakmadığını fark etti. Bir daha göremeyeceği ihtimali boğazına bir yumruk gibi oturdu. O andan sonra gözlerini adamın yüzünden alamaz hale geldi. Bir an önce gitmesi gerektiğini bildiği halde gözlerini ayıramıyor sanki İlkay’ın yüzünün o halini ezberlemeye çalışıyordu. Gözleri doldu. Elleriyle yüzünü kapattı ve parmaklarını gözlerine bastırarak her şeye ve neredeyse herkese lanet ederek dışarı çıktı.
Birkaç adım sonra bambaşka birisi gibiydi. Sanki o Özlem içeride kalmış, dışarıya duygusuz, sert, sinirli bir kadın çıkmıştı. Tekneye doğru yürürken Serkan’da peşi sıra takıldı. Hareketliliği anlamak için gelen Sadık’ta onlarla birlikte yürümeye başlayınca Özlem ‘’ Sen gelmiyorsun ‘’ dedi usulca. İri yarı adam çıkartabileceği en nazik ve kısık sesini bulup ‘’ ben nereye gelmiyorum, gelmiyorsam ben ne yapıyorum ‘’ dedi.
Özlem gülümsedi. Konuşmasında bile yabancılık ve insana ait olmayan bir saflık hissediyordu adamın ‘‘ Sen burada kalıp İlkay ve Adem’i koruyorsun, sana son emrim bu.’’ Dedi ve yürümeye devam etti.
Sonra arkasını dönüp ‘’ he bir de, bu adadan çıkmalarına asla izin verme ‘’ dedi. Serkan göz kapakları olmadığı halde bunu duyunca kocaman açtı gözlerini ve çok çirkin bir görüntü ortaya çıktı.
Sadık kendisine verilen tekneden malzeme taşıma işlerini hallettikten sonra çaresizce barakanın kapısına gitti ve oturdu. Eğer düşünmeyi başarabiliyor olsaydı sabah uyandıklarında çıkacak sorunları düşünüp sabah hiç olmasın isteyebilirdi. Ama o tarz bir düşünme yetisi yoktu.
Özlem teknenin geride sadece filika botunu bıraktı ve teknedeki erzakların neredeyse tamamını Serkan ve Sadık’a indirtti. Bir iki öğün bir şeyler atıştıracak kadar bir şey kalmıştı ancak masanın üstünde bisküvi vb. atıştırmalıklardan.
Tüm hazırlıklar tamamlandığında Özlem teknenin kıç tarafına geldi ve adaya, barakaya baktı. Buraya sağ salim geri dönmenin ve sıcak bir kavuşmanın hayaliyle bedenine zor hükmederek arkasını döndü ve motoru çalıştırıp anakaraya doğru ilerlemeye başladı.
Serkan yanına geldi ve ‘’ nerede olduğunu biliyor musun? ‘’ diye sordu. Özlem ‘’ bilmiyorum, bir bakıcam ‘’ dedi. Kendi içinde kendine ne kastettiğini biliyordu. Serkan ise bu bakma işinin nasıl olacağından bihaberdi. Zaten olan biteni, bu doğa üstü güçleri, kimin neyi neden yaptığını da pek anlayamıyordu. Hayatını düz mantık, düz adam olarak yaşamış birisi olarak sadece önündeki adımı düşünüyordu. Sevdiği, alışmaya başladığı masum birisi kötü birisinin elindeydi, kurtarılması gerekiyordu. Bildiği ve yapmak istediği bundan ibaretti.
Özlem’in ona dokunduğu anda tüm hayatını nasıl öğrendiğini bile anlayamamıştı ama üstüne de düşünüyor değildi zaten. Olayda konu mankeni olduğunu düşünerek düşünmemeye karar verdi. Bu çıktıkları yolculuğu ne yönlendirecek ne de başarıya ermesine sebep olabilecek bir gücü, özelliği, bir şeyi yoktu zira.
Sigarasını yakıp yeni bir gelişme olana kadar susmaya karar verdi.
145
Tekne kıyıya iyice yaklaştı ve iskeleye doğru yanaştı. Sabah olmak üzereydi. Özlem ve Serkan sessizce ve etrafı kollayarak indiler. Yakınlardaki çalı çırpıyı mesken edinmiş cırcır böceklerinden başka çıt çıkaran hiçbir canlı yoktu ortada.
Özlem de bu sessizliğe ve sakinliğe ihtiyaç duyuyordu. Serkan klasik olarak iskelenin yakınına park ettikleri aracın anahtarını da aldı yanına. Beraber arabaya doğru yürüdüler. Arabanın camında oturmuş uyumakta olan bir kedi vardı. Sarı çiyan zayıf tam sokak kedisiydi. Özlem önce severek uyandırıp sonra da tutup kaldırarak kenara alacaktı ki kediye dokunduğu anda beklemediği bir şey oldu. Görüntü kedinin doğduğu andan bugün şu anki haline geldiği ana kadarki hayatından kesitler halinde zihnine hücum etti. Annesinden süt emişi, kardeşleri ile oyunları, hangi köşede hangi çöplükte yemek olduğu, tekme atan çocukların sıralı tam listesi gibi hayvanın tüm birikimleri zihnine hücum etti ve yerleşti.
Özlem başını sağa sola salladı. Kedi uyandı ve Özlem’e bakmaya başladı. Özlem usulca kollarının altından yakaladı kediyi ve yere bıraktı. Kollarından tutarken sıkmamaya özen gösteriyordu zira biliyordu ki hayvanın sağ patisi daha yeni iyileşiyordu aldığı yaradan.
Özlem bir miktar şaşkınlık ve tuhaf hislerle birlikte arabanın yolcu koltuğuna oturdu ve yolculuk başladı. Özlem tamamen hissen yüksek bir yere çıkmak istemişti. Bu yüzden istikamet tabii ki de Çamlıca tepesiydi…
Sorunsuz ve konuşmasız bir yolculuğun ardından tepeye çıkan Özlem ve Serkan önce bir ortalığı kolaçan edip asayişin berkemal olduğundan emin olduktan sonra Özlem bir miktar kendini serbest bırakmayı başardı. Park alanı olarak düzenlenmiş yerler şimdi mezbahaya dönmüştü. Her taraf cesetlerle doluydu. Serkan Özlem arabada beklerken kısmen temiz bir köşe buldu ve Özlem’e el ile işaret etti.
Özlem arabadan çıktı, köşedeki korkuluklara tutunarak şehre bakmaya başladı. Kimi yerlerden dumanlar yükseliyor, kimi yerlerde alev alev yangınlar vardı. Boğaz gün doğumunun kızıllığını içinde o kurban bayramlarında akan kan sızıntısı gibi bir sızıntı ile karşılıyordu.
Özlem gözlerini kapadı ve ilk defa, tamamen, sadece Efendi’ye odaklanarak ‘’ Gören Göz ‘’ ünü açtı. Onu bulmak istiyordu. Görüntü şehri şöyle bir süzdü ve sonra gökyüzüne yükseldi. Güneşin doğuşunu son kez izliyormuş gibi ufuktan sıyrılışına şöyle bir seyre daldıktan sonra daha da yükseldi, yükseldi ve artık Dünya’ yı neredeyse uzaydan görürmüş gibi bir hale geldi. Sonrasında Özlem’in midesini bulandıracak kadar bir hızla dünyanın etrafında dönmeye başladı. Özlem görüntüleri seçemiyordu bile artık. Sadece bir nihayete ermesini ve durmasını istiyordu.
Durdu…
Görüntü oldukça ıssız bir yerde, etrafta hiç yerleşimin olmadığı uçsuz bucaksız bir bahçede bir malikane gibi, şatodan bozma bir binaya kitlendi.
Yaklaştı…
146
Yaklaştı ve binanın içine girdi…
Efendi’yi gördü. Aylin masanın üstünde kan ter içerisinde, saçı başı dağılmış bir halde soluk soluğa yatıyordu. Efendi ise sanki onu bekliyormuşçasına ayakta öylece duruyordu. Ellerini göğsünde birleştirmiş kendinden emin bir hali vardı.
Özlem Efendi’nin çoktan yapacağını yapmış halde olacağını az çok tahmin ediyordu zaten ama yine de böyle görmek tiksindirici gelmişti.
‘’ Gel seni bekliyorum, yerimi artık öğrendin ‘’ dedi Efendi…
Görüntü sanki bir süpürge ile çekilen toz zerresi gibi gerisin geri Özlem’in bedenine çekildi hızla ve Özlem bir cisim çarpmışçasına geriye doğru savruldu…
Serkan hemen yanına geldi ve ‘’ ne oldu abla iyi misin? ‘’ diye sordu. Özlem hemen ayaklandı ve yüzüne katlanan saçlarını geriye doğru savurdu.
‘’ İyiyim, bir şeyim yok ‘’ dedi.
‘’ Buldun mu Aylin’in nerede olduğunu? ‘’ dedi Serkan heves ve umutla.
‘’ Buldum ‘’ dedi Özlem.
Serkan arabaya doğru yöneldi, ‘’ hadi gidelim o zaman ‘’ dedi…
Özlem ‘’ gideceğimiz yer pek yakın değil, araba ile de gidebileceğimizi sanmıyorum ‘’ dedi…
Serkan’ın yüzü düştü ve kaşlarını yukarı kaldırdı. Korkarak sordu.
‘’ Neresi? ‘’
Özlem sinirle karışık bir gülümseme gösterdi ve…
‘’ Nepal’e gidiyoruz ‘’ dedi. Serkan gülümsemeden dolayı şaka olduğunu zannetti önce, acıklı bir gülümseme ile karşılık verdi ama Özlem yukarı aşağı başını sallayıp bunun bir şaka olmadığını söylediğinde yüzü düştü.
‘’ Ama nasıl, yani nasıl? ‘’ diye sordu çaresizce. Delirmiş gibi sağa sola ikişer adımlardan oluşan voltalar atıyor ve düşünüyordu. Özlem yere oturdu ve sonra da boylu boyunca uzandı.
‘’ bilmiyorum…’’
147
***
İlkay uyandığında hatırlayamayacağı, ama uyurken yüzünde gülümsemelere sebep olan rüyasından aniden irkilerek uyandı. Bu irkilmenin sebebi ‘’ uyumam gerekenden çok daha fazla uyudum ‘’ irkilmesinden başka bir şey değildi. Uyandırılması gereken saati geçtiğini gökyüzünün aydınlığından çoktan anlamıştı. Anlamadığı ise elinin ucundaki anahtar ve Özlem’in yokluğuydu.
‘’ Özleeeeem ‘’ diye canhıraş bir şekilde bağırdı.
Ve tekrar…
Barakadan içeriye doğru yaklaşan ayak sesleri Özlem’in basabileceğinden çok daha sağlam basıyordu yere. İlkay’ın o an kafasından geçen seçenekler Adem, Sadık ya da bilinmez bir düşmandı. Neyse ki görüntüye giren Sadık oldu.
‘’ Özlem nerede, neden uyandırılmadım? ’’ diye sordu İlkay elini çözmeye çalışırken. Sadık bunu yapabilmesine yardım etmek için yanına geldi ve ‘’ Göz burada değil ‘’ dedi.
İlkay sanki sesi yankılı gibi duymuştu. Bir an için idrak dahi edemedi ‘‘ Nasıl burada değil, neden burada değil, burada değil ise nerede ‘’ gibi sorular anlık olarak zihninden geçti ve yayından salınmış bir ok gibi Sadık’ın üstüne atılıp boğazına sarıldı.
‘’ Nerede ‘’ diye sordu. Sinir tepesine vurduğunda zaten adamı Sadık diye değil, Cornelius diye görüyordu ve ona zarar vermekte en ufak bir beis duymuyordu. Sadık ‘’ size bir not bırakıp gitti yanına Serkan’ı da alarak ‘’ diye tısladı sıkılan boğazının içinden. En ufak bir duygu barındırmıyordu yüzündeki ifade. Acı çekermiş gibi, uğradığı muameleden rahatsızmış ve sinirleniyormuş gibi de görünmüyordu. Bu çok rahatsız edici bir histi.
Seslere uyanan Adem’ de bağırmaya başladı. Neler olduğunu anlamaya çalışıyor ve çırpınıyordu. Anahtarının ulaşabileceği bir yerde olduğunun farkında bile değildi. İlkay mektubunu okumaya yöneldiğinde Sadık Adem’in yanına gitmiş ve onu çözerek serbest bırakmıştı.
İlkay mektubu tek nefeste okudu. Dizlerinin bağı çözüldü ve aniden yere, dizlerinin üstüne çöktü.
Yenilgi…
Daha doğrusu bir yenilgi daha.
148
Önce Aylin gitmişti, şimdi de Özlem. İlkay etrafındaki herkesi kafasında bir daire içinde tutup, o dairenin içindeki herkesi koruma güdüsü oluşturmuştu tabi özellikle de eşini ama şimdi en çok korunması gereken iki kişi dairenin içinde değildi. Birisi canlı cenaze olup Efendi’ye yem olmuş, diğeri ise bir bilinmeze doğru gitmişti.
Adem gelip de olan biteni anladığında İlkay’ın hemen koluna girdi ve ileri doğru itelemeye çalıştı. Tabi yüz kilo civarında iri yarı adamı milim oynatamadı Adem ‘‘ Hadi abi hadi gidiyoruz hadi ‘’ diye mızmızlanır gibi söylendi İlkay’a. İlkay yere bakıyordu, elinden düşüp orada hafif esinti ile kıpraşan mektuba. Adem mektubu aldı ve okudu.
‘’ Her şey bitti ‘’ dedi İlkay. Gözleri dolmuştu. Kendini berbat, bomboş ve yapayalnız hissediyordu. Dişlerini sıkmaktan ağzı içine dolan kanın bakırımsı tadıyla kaplanmıştı. Kolundan çekiştiren Adem umurunda bile değildi. Söyledikleri de kulağına suyun altında duyulan sesler gibi buğulu ve uzaktan geliyordu.
‘’ Abi vazgeçme, çok uzağa gitmiş olamazlar gel gidip buluruz bir şekilde ararız ‘’ diye yalvarmaya başladı Adem.
‘’ yalnız değilim. Seni yanımda götürüyorum ‘’
Mektubun son cümlesi İlkay’ın kulağında Özlem’in sesiyle yankılanıyordu. Git gide uzaklaşarak solup gidiyordu ses ve yerini bir kulak çınlamasına bırakıyordu. Adamın tansiyonu, ritmi her türlü dengesi oynamıştı. Dünyayı neredeyse olduğundan daha kırmızı, kan kırmızısı görüyor ve bir an için kendini salıp etrafında kim var kim yoksa öldürmek, ne eşya varsa kırıp dökmek yeri göğü her yeri yumruklamak istiyordu.
Adem daha canhıraş bir şekilde çekiştirmeye başladı. Artık Sadık araya girip tam Adem’i çekecekti ki Adem İlkay’dan gelen yumrukla üç adım geri savrulup yere kapaklandı. İlkay yumruğu savurduğu gibi pişman olmuştu ama iş işten geçmişti.
Sadık ikisinin arasına girip duvar gibi durdu sanki olay bir karşılıklı kavgaya dönecekmiş gibi. Ama öyle bir şey olmayacaktı tabi.
Adem kafasını kaldırdı. Burnundan ve ağzından gelen kan tüm ağzını ve çenesini kana bulamıştı. Burnuna aldığı darbeden çok hem yaşananlardan, hem az önce öğrendiği şeyin ağırlığından, hem de abisi gibi gördüğü bu adamdan dayak yemenin verdiği acıyla gözyaşları boşaldı.
‘’ Tamam abi, sen burada otur gelme, kahret kendine Sadık’ı döv ne biliym, takıl. Ben gidiyorum. Sen eşini kurtarabileceğimize inanmıyor olabilirsin ama ben inanıyorum. Bir yere ayrılmayın tamam mı, ben ablamı ve yeğenimi alıp geliyorum ‘’ diyip ayaklandı.
Sadık başını yana çevirip Adem’e baktı.
İlkay’ın yüzündeki pişmanlık ve öfke birden aktı gitti ‘‘ ne, ne yeğeni? ‘’ diye sordu Adem’e.
‘’ Abi mektubu okumadın mı, yalnız değilim seni yanımda götürüyorum demiş, Özlem abla. Bu ne demek ? ‘’ diye çıkıştı. İlkay da mektubun sonuna takılmıştı ama bunu düşünmemiş, bu düşüncenin zihninde filizlenmesine de hiç fırsat vermemişti. Ama şimdi başka birisi de mektubu okuyup bu son cümleden bu sonucu çıkarttığına göre şimdi düşünebilir ve bir güzel kahrolabilirdi.
Öyle de oldu…
Adem’in üstüne doğru yürüdü ve Sadık’ı bir kenara savurdu İlkay. Adem korku ile yeni bir darbe gelecek diye yüzünü sakındı çöktüğü yerde ama İlkay eğilip çocuğa sarıldı ve ‘’ kusura bakma, kendimi kaybettim, sen benim kardeşimsin ‘’ dedi. Adem’ de sarıldı İlkay’a ve yüzünün acısını anca o an hissetmeye başladı.
Kamyon çarpmış gibi zonkluyordu suratı…
149
‘’ Hadi gidelim bir an evvel ‘’ dedi İlkay ve Adem’i tutup havaya ayaklarının üstüne kaldırdı.
‘’ Yalnız ben sizin gitmenize izin veremem, aldığım emir bu şekilde ‘’ dedi Sadık ve duruşu öyle itilip kakılmaya ses etmeyecekmiş gibi durmayan oldukça dik bir duruştu.
‘’ Senin aldığın emri ben yerim Sadık ‘’ dedi Adem. Ayaklanmıştı ve bir an önce gitmek istiyordu. Nasıl ve nerede olduğunu bilmese de Özlem’i bulacağına ve her ne olacaksa olurken bunu beraber karşılayacaklarına da emindi.
‘’ Göz ‘ün başı dertte, onu korumak asıl görevin. Nasıl gitmesine izin verirsin, görevine ihanet ettin ve etmeye de devam ediyorsun ‘‘ dedi İlkay. Sadık’ı tabi olduğu düz mantık içinde o mantığı kullanarak vurmak istemişti.
Ama yemedi…
‘’ Ben onun emirlerini dinlemekle görevliyim. Aldığım emirde bu adayı terk etmemenizi sağlamak ‘’ dedi ve yüzündeki ciddiyet de bu kararından vazgeçmeyecek gibiydi.
‘’Aldığın emir tam olarak nasıldı, tam ifadeleri söyler misin? ‘’ dedi Adem. Sadık ‘’ bu adadan çıkmalarına asla izin verme ‘’ diye tekrar etti Sadık. Adem bir laf oyunu ve kurnazlık ile kurtulmayı deneyecekti ama emir açıktı.
‘’ o zaman şöyle yapalım, emir çıkmalarına diyor, çıkmasına değil yani İlkay abi gidebilir, ben kalırsam emri çiğnememiş olursun doğru mu ?‘’ diye sordu. Sadık kafası karışmış bir halde ‘’ evet ‘’ dedi. Adem de cevaben ‘’ heh zaten mektuba bak Özlem abla İlkay’ı yanında götürdüğünü söylüyor. O zaten çıkmış say, bak Efendin öyle diyor. Ben de şimdi Özlem ablanın peşinden gidiyorum o zaman ve senlik bir durum yok. Zaten amaaan adadan çıkmıyoruz, işimizi halledip geri gelicez ‘’ dedi.
İlkay’ da Adem’ de Sadık’ın yüzüne dikkat kesilmiş bu laf ebeliğini yiyip yemediğini anlamaya çalışıyorlardı. Yok yemediyse birazdan ortalık ciddi karışacaktı zira.
Sadık beyni yanmış android gibi kafasını sağa sola ani ve ufak hareketlerle sallamaya başladı ‘‘ Aha kayışı kopardı yazıkım ‘’ dedi Adem. İlkay Sadık’ı omuzlarından tutup silkelemeye başladı ‘‘ kendine gel, kendine gel ‘’ diyip duruyordu. Sadık durdu ve ‘’ yeni emir almam gerekiyor ‘’ dedi.
Adem İlkay’a bakıp gülümsedi ‘‘ Hadi Göz’ü bulalım sana yeni emir versin ‘‘ dedi. Üç sırt çantası hazırladılar erzak ve silahlarla, tabanca ve mühimmatla dolu. Kurşun gibi ağır olan çantaya İlkay’ın askerlikten alışık omuzları tepkisiz kalırken, Sadık’ın omuzları gram etkilenmezken Adem bütün dünyanın yükü omuzlarındaymış gibi çökmüştü. Çantayı filika ya adım atar atmaz omzundan indirip sağlam bir küfür salladı. Tekli motoru çalıştırıp kıyıya doğru yola çıktıklarında Adem de aynı Özlem gibi adaya bakakaldı.
Buraya bir daha dönebileceklerini sanmıyordu.
‘’ yalnız değilim. Seni yanımda götürüyorum ‘’
Mektubun son cümlesi İlkay’ın kulağında Özlem’in sesiyle yankılanıyordu. Git gide uzaklaşarak solup gidiyordu ses ve yerini bir kulak çınlamasına bırakıyordu. Adamın tansiyonu, ritmi her türlü dengesi oynamıştı. Dünyayı neredeyse olduğundan daha kırmızı, kan kırmızısı görüyor ve bir an için kendini salıp etrafında kim var kim yoksa öldürmek, ne eşya varsa kırıp dökmek yeri göğü her yeri yumruklamak istiyordu.
Adem daha canhıraş bir şekilde çekiştirmeye başladı. Artık Sadık araya girip tam Adem’i çekecekti ki Adem İlkay’dan gelen yumrukla üç adım geri savrulup yere kapaklandı. İlkay yumruğu savurduğu gibi pişman olmuştu ama iş işten geçmişti.
Sadık ikisinin arasına girip duvar gibi durdu sanki olay bir karşılıklı kavgaya dönecekmiş gibi. Ama öyle bir şey olmayacaktı tabi.
Adem kafasını kaldırdı. Burnundan ve ağzından gelen kan tüm ağzını ve çenesini kana bulamıştı. Burnuna aldığı darbeden çok hem yaşananlardan, hem az önce öğrendiği şeyin ağırlığından, hem de abisi gibi gördüğü bu adamdan dayak yemenin verdiği acıyla gözyaşları boşaldı.
‘’ Tamam abi, sen burada otur gelme, kahret kendine Sadık’ı döv ne biliym, takıl. Ben gidiyorum. Sen eşini kurtarabileceğimize inanmıyor olabilirsin ama ben inanıyorum. Bir yere ayrılmayın tamam mı, ben ablamı ve yeğenimi alıp geliyorum ‘’ diyip ayaklandı.
Sadık başını yana çevirip Adem’e baktı.
150
İlkay’ın yüzündeki pişmanlık ve öfke birden aktı gitti ‘‘ ne, ne yeğeni? ‘’ diye sordu Adem’e.
‘’ Abi mektubu okumadın mı, yalnız değilim seni yanımda götürüyorum demiş, Özlem abla. Bu ne demek ? ‘’ diye çıkıştı. İlkay da mektubun sonuna takılmıştı ama bunu düşünmemiş, bu düşüncenin zihninde filizlenmesine de hiç fırsat vermemişti. Ama şimdi başka birisi de mektubu okuyup bu son cümleden bu sonucu çıkarttığına göre şimdi düşünebilir ve bir güzel kahrolabilirdi.
Öyle de oldu…
Adem’in üstüne doğru yürüdü ve Sadık’ı bir kenara savurdu İlkay. Adem korku ile yeni bir darbe gelecek diye yüzünü sakındı çöktüğü yerde ama İlkay eğilip çocuğa sarıldı ve ‘’ kusura bakma, kendimi kaybettim, sen benim kardeşimsin ‘’ dedi. Adem’ de sarıldı İlkay’a ve yüzünün acısını anca o an hissetmeye başladı.
Kamyon çarpmış gibi zonkluyordu suratı…
‘’ Hadi gidelim bir an evvel ‘’ dedi İlkay ve Adem’i tutup havaya ayaklarının üstüne kaldırdı.
‘’ Yalnız ben sizin gitmenize izin veremem, aldığım emir bu şekilde ‘’ dedi Sadık ve duruşu öyle itilip kakılmaya ses etmeyecekmiş gibi durmayan oldukça dik bir duruştu.
‘’ Senin aldığın emri ben yerim Sadık ‘’ dedi Adem. Ayaklanmıştı ve bir an önce gitmek istiyordu. Nasıl ve nerede olduğunu bilmese de Özlem’i bulacağına ve her ne olacaksa olurken bunu beraber karşılayacaklarına da emindi.
‘’ Göz ‘ün başı dertte, onu korumak asıl görevin. Nasıl gitmesine izin verirsin, görevine ihanet ettin ve etmeye de devam ediyorsun ‘‘ dedi İlkay. Sadık’ı tabi olduğu düz mantık içinde o mantığı kullanarak vurmak istemişti.
Ama yemedi…
‘’ Ben onun emirlerini dinlemekle görevliyim. Aldığım emirde bu adayı terk etmemenizi sağlamak ‘’ dedi ve yüzündeki ciddiyet de bu kararından vazgeçmeyecek gibiydi.
‘’Aldığın emir tam olarak nasıldı, tam ifadeleri söyler misin? ‘’ dedi Adem. Sadık ‘’ bu adadan çıkmalarına asla izin verme ‘’ diye tekrar etti Sadık. Adem bir laf oyunu ve kurnazlık ile kurtulmayı deneyecekti ama emir açıktı.
‘’ o zaman şöyle yapalım, emir çıkmalarına diyor, çıkmasına değil yani İlkay abi gidebilir, ben kalırsam emri çiğnememiş olursun doğru mu ?‘’ diye sordu. Sadık kafası karışmış bir halde ‘’ evet ‘’ dedi. Adem de cevaben ‘’ heh zaten mektuba bak Özlem abla İlkay’ı yanında götürdüğünü söylüyor. O zaten çıkmış say, bak Efendin öyle diyor. Ben de şimdi Özlem ablanın peşinden gidiyorum o zaman ve senlik bir durum yok. Zaten amaaan adadan çıkmıyoruz, işimizi halledip geri gelicez ‘’ dedi.
İlkay’ da Adem’ de Sadık’ın yüzüne dikkat kesilmiş bu laf ebeliğini yiyip yemediğini anlamaya çalışıyorlardı. Yok yemediyse birazdan ortalık ciddi karışacaktı zira.
Sadık beyni yanmış android gibi kafasını sağa sola ani ve ufak hareketlerle sallamaya başladı ‘‘ Aha kayışı kopardı yazıkım ‘’ dedi Adem. İlkay Sadık’ı omuzlarından tutup silkelemeye başladı ‘‘ kendine gel, kendine gel ‘’ diyip duruyordu. Sadık durdu ve ‘’ yeni emir almam gerekiyor ‘’ dedi.
Adem İlkay’a bakıp gülümsedi ‘‘ Hadi Göz’ü bulalım sana yeni emir versin ‘‘ dedi. Üç sırt çantası hazırladılar erzak ve silahlarla, tabanca ve mühimmatla dolu. Kurşun gibi ağır olan çantaya İlkay’ın askerlikten alışık omuzları tepkisiz kalırken, Sadık’ın omuzları gram etkilenmezken Adem bütün dünyanın yükü omuzlarındaymış gibi çökmüştü. Çantayı filika ya adım atar atmaz omzundan indirip sağlam bir küfür salladı. Tekli motoru çalıştırıp kıyıya doğru yola çıktıklarında Adem de aynı Özlem gibi adaya bakakaldı.
Buraya bir daha dönebileceklerini sanmıyordu.
151
***
Özlem bilmiyorum diyip geçmişti ama biliyordu. Nasıl gidebilecekleri belliydi. Bir uçak ile…
Bir jet ya da son çare bir yolcu uçağı bulmalıydı hem de uçmaya hazır halde olan. Sonra onu kullanmayı bilen birisini bulmalıydı. Güçleri sayesinde tüm pilotluk bilgisini kendisine alabilirdi. Tekrar görüşünü kullanmak için gözlerini kapattı ve görüntü önce gökyüzüne sonra da havalimanına doğru oldukça hızlı bir şekilde savruldu.
Sabiha Gökçen havalimanı, yangın yeriydi.
Binalar ve kulesi çökmüş, hangarlar yerle bir olmuştu. Uçakların bazıları yangın geçirmiş ve sönmüş, işi bitmiş kibrit çöpüne dönmüşlerdi. Bazı uçaklar direk havalimanı binalarına kamikaze dalışı yapmışçasına bina molozları ile birlikte görünüyordu. Molozların arasından gözüken bir uçağın kanadı Özlem’in bunu anlamasına sebep oldu. Delta Airlines yazıyordu kanatta. Amerika’dan uzun uçuştan gelen uçak uyuyarak dinlenen yedek pilotun kokpite gelmesinden itibaren bu makus kadere sürüklenmiş olmalıydı.
Görüntü dolaşmaya devam etti. Ortalıkta başıboş gezen ne yaptığını bilmezce sağa sola koşturan çıldırmış insanlar da vardı. Bu büyük bir tehlike ihtiva ediyordu ama eğer uçurabilecekleri bir uçak varsa bu insanlar Özlem’in oraya gitmesine engel olacak kadar büyük bir tehdit değildi…
Bu saatten sonra tabii ki.
Sonunda aradığını buldu. Yan yana özel bir hangarın içinde duran iki tane sapasağlam jet uçağı görüntüye takıldı ve Özlem sevinçle gözlerini açtı.
‘’ Hadi gidelim, havalimanına ‘’ dedi Serkan’a ve arabaya doğru yöneldi. Serkan kendini Özlem’in yönlendirmelerine bırakmış öylece savruluyordu. Savruldukça da içindeki öfkesi artıyordu. Zaman geçtikçe Efendi’nin Aylin’e yaptıkları, yapabilecekleri gözünde canlanıyordu. Özlem’in bir şekilde ama bir şekilde Aylin’i eski haline çevirebileceğine olan inancına tutunuyordu ayakta kalabilmek için.
Şöyle bir sorguladı kendini ne ara bu kızı bu kadar düşünür olduğunu. Edilen birkaç sohbetle ne ara bağlandığını, ne ara değer verir hale geldiğini ve ne ara her şeyin sonunda yeni bir başlangıç hayali kurduğunu…
Boş bir hayal, beyninin sadece ve sadece devam etmek için kendince uydurduğu tutunacak bir dal belki de, başka bir şey değil.
Yine de bu dala sıkı sıkıya tutunmaya, her şey bitmeden vazgeçmemeye kararlıydı. Direksiyona geçti ve boş yollarda oldukça seri bir halde hiç vites düşürmeden havalimanına doğru yola çıktı.
Yolculuk sessiz ve konuşma olmadan devam etti. Serkan Özlem’in zaman zaman gözlerini kapatıp bir yerlere gittiğini fark ediyor ama herhangi bir şey sormuyordu. Özlem’ de ekstra bir şey söylemiyordu. Camı aralayıp sigara yaktıklarında arabanın içi uçuşmaya başladı. Bir zamanlar arabanın sahibi olan kişinin tespihi aynada asılı öylesine sallanıyordu. Özlem tamamen gereksiz yere bu kehribar rengi koca boncuklu tespihi aynanın üstünden aldığı anda eline istem dışı bir şekilde görüntü sahibine gitti. Tespihin üstündeki parmak izinden mi ya da sahibi olduğu için mi tam olarak anlamasa da Özlem kendisini bir cesedin başında buldu. Adamın boğazının altından vücudu kasıklarına kadar parçalanmış, göğüs kafesi pencere gibi açılıp organlarının hepsi yerlerinden boşaltılmıştı. Berbat görüntü yapışıp kaldı Özlem’in gözüne. Gitgide yaklaştı, yaklaştı ve adamın gözlerinden içeri girdi sanki. Anılarına, yaşayıp unuttuğu beyninin gizli saklı dehlizlere, kilitli sandıklara sakladığı hatıralara çocukluğundan ölümüne kadar ki sürece dair görüntüler sanki üstüne doğru uçuşan polaroid fotoğraflar gibiydi. İlkokulda çaldığı silgiler, anne babasının ayrıldığı günkü gözyaşları, ilk kez karnı açken uyuduğu gece, çalıştığı işten kovulduğu an, bordo bereli komando olarak dağda geçen günler, eğitimler ve çatışmalar, sonrasında başka bir işte çalışırken öğrendiği beyaz eşya tamir bilgileri, sevilen bir kadın, evlenilen başka bir kadın, iki tatlı çocuk, o çocukların boğazını sıkarak öldürüşü, çocukların annelerinin balkondan atlayarak intihar edişi ve nihayetinde bir grup insan tarafından öldürülüşü…
Özlem tamamını görmüş ve kendine almıştı. Adam Orda olmadığı halde ve hatta adam çoktan ölmüş olduğu halde.
Özlem’in gücü çok başka bir hal almaya başlamıştı artık…
152
***
İlkay, Adem ve Sadık karaya çıktıklarında ortalıkta kimsenin olmayışı şaşırtıcı gelmemekle beraber üzücü gelmişti. Hiç birbirlerine söylemeseler dahi sanki adadan karşıya geçtiklerinde Özlem’i burada bulacaklarmış gibi bir hisse kapılmışlardı ama yoktu. Nereye bakıp, nereye gideceklerine dair en ufak bir fikirleri yoktu. Sadece deneyeceklerdi.
‘’ Hemen bir araba bulmalıyız ‘’ dedi İlkay ‘‘ Yakın çevrede turlayarak eğer buralarda iseler onlara denk gelmeyi deneyebiliriz. Camlar açık gezer kulak kabartırız eğer bir araba sesi duyarsak zaten onlardır ‘’ dedi.
Grup birbirini görebileceğinden daha uzaklaşmamak kaydıyla sağa sola dağıldı ve anahtarı üzerinde bir araç bakmaya başladılar. Ortalıkta hiç kimse yoktu ve bu aslında pek de hayra alamet değildi. Adem ‘’ ya artık 2 ayağı üstünde gezen kimse kalmadı ya da bir yere toplandı kalanlar ’’ diye düşündü. Park edilmiş araçlar arasında böyle bir araba bulamıyorlardı. Süre uzadıkça da panik artıyordu. Nihayet ‘’ buldum ‘’ diye bağıran İlkay oldu. Adem ve Sadık İlkay’a doğru giderlerken bir uğultu çalındı kulaklarına.
Üçü de olduğu yerde durdu ve dikkat kesildiler. Bu ses hayra alamet bir ses değildi çünkü ve Sadık bile bunun farkındaydı. Daha sonra sakin ve etrafı kollayan adımlarla önce Adem daha sonra da ondan görerek Sadık İlkay’a doğru yürümeye başladı. Uğultunun sesi gitgide artıyor, korkutucu ve şaşırtıcı etkisi gitgide güçleniyordu.
Uğultu bilinmezi, bilinmez korkuyu, korku da grubun görüp görebileceği en şiddetli rüzgârı getirdi. Neyle karşı karşıya olduklarını bilmedikleri halde yine de Adem ve İlkay silahlarını çekmiş, mermiyi de ağzına vermişlerdi.
Dağları tepeleri yara yara gelen rüzgâr her birinin suratına çarpmadan önce son bir tekrar ivmelendi ve denizden doğru karaya vurduğu gibi arabaları, yerdeki ıvır zıvır çöpleri havaya kaldırdı.
‘’ Abi noluyor bu ne? ‘’ diye bağırdı Adem ve fiziksel olarak ilk rüzgara kapılan o oldu bağırırken. Rüzgar üç ayrı yönden esen diğer rüzgarlarla çarpışıp birleşerek bir hortum oluşturdu ve üçünü de havaya kaldırdı. Çantaları ve ellerindeki silahlar savrulmuştu ve bedenleri de hortumun içinde dönerek çalkalanıyor, ani savrulmalar bel kemiklerini neredeyse kıracakmış gibi zorluyordu.
İlkay soruya cevap veremedi, sadece ‘’laaan’ ’diye bağırarak havada savrulurken rüzgarı yumruklamaya çalışıyordu sadece. Sonra savurduğu ellerinin bilekten geriye doğru ilerleyen bir şekilde gri kırmızı toz zerreciklerine dönüşerek hortumun içine karıştığını gördü. Birden midesinde bir boşluk hissetti ‘’ Adeem ‘’ diye bağırdığında bir ses duyamadı. Vücudu çoktan tamamen zerrelere bölünmüş savrulur hale gelmişti. Kendisi de başını eğip şöyle bir aşağıya baktığında bacaklarından yukarı doğru da yok olmaya başladığını gördü ve yaşadığı şokla gözlerini kapattı, kabullendi.
Son sözü her şey bitti oldu…
28 – HERŞEYİN SONU
Aylin Efendi’nin hiç kullanmadığı odalardan birisi olan yatak odasında öylece yatıyordu. Tavana bakıyor ve hiçbir şey düşünmüyor, hiçbir şey yapmıyor sadece öylece duruyordu. Onunla işi bittikten sonra Aylin’i kucakladığı gibi getirip yatağa yatıran Efendi malikânenin içi ziyadesiyle sıcak olsa da yine de kızın üstünü örtüp yanından ayrılmıştı. Bir yandan Aylin’ i iradesi ile hayatta tutarken bir yandan da içine ektiği tohumun insanüstü bir süreçle yeşermesini sağlıyordu. Kızın karnı çıkmaya başlamıştı bile.
Beyni ölümden dönmeye tuhaf tepkiler vermeye ancak tüm bu olanlardan sonra ve buraya yatırıldıktan birkaç dakika sonra başlayabildi. Tüm düşünce ve hislerden azade bir halde orada dururken ve tepeye bakıp beyaz duvarı izlerken o boş görüntüde siluetler görünmeye başladı hayalinden. Simsiyah saçlı ve mavi gözlü bir kadın, sarı hafif dökülmüş saçları ile iri yarı bir adam görmüştü öncesinde. Yanlarında da onlardan kısmen daha genç iki kişi daha vardı. Birisinin gözleri pörtlemiş, göz kapaklarının olması gereken yerde yara şişliği olan tuhaf görünümlü cılız, korkunç bir adam ve birisi daha. En çok da o birisi ve o pörtlek diğerlerinden daha net canlanıyordu hayalinde ve sanki bir şeyler ifade ediyordu kıza. Yine de onlar hakkında pek bir şey hissetmeden gözünde canlanan bu imajları izlemeye başladı. Hiç birisi Efendisi olmadığı için ona önemli gelmiyordu.
Ellerini istem dışı karnının üstüne götürdü. O canlı cenaze bedeninin içinde filizlenen hayatı hissetmeye başladı. Sanki bebeğin kalbi kulağının dibinde atıyor gibiydi. Gözlerini kapatıp önünde canlanan hayalleri savuşturdu ve bebeğine odaklandı. Kendisini cennet gibi bir bahçede görüyordu şimdi. Uçuşan kelebekler ve kuş sesleri, bir tepeden dökülerek akan suyun tatlı şırıltıları ve kucağında da bebeği vardı. Kızının kokusunu bile alıyordu hatta hayalinde. Başka da hiç kimse yoktu.
Bebeği hayat buldukça Aylin’de hayat buluyordu sanki. Alıp verdiği nefesin içinde odanın penceresinden içeri giren havanın taşıdığı çiçek kokularını algılamaya başladı. Sonrasında ise hayali daha da renklendi.
Efendisini gördü hayalinde.
Beraber çocuklarını seveceklerini düşünerek gülümsedi yattığı yerde.
Öyle olmadı.
153
Gökyüzü kızıla çaldı ve toplanan kara bulutların arasında kem bir ‘’ göz ‘’ belirdi. Çılgın gibi sağa sola bakıyor, sanki konuşamayan birisinin yangın çıktığını anlatmak isteyip de anlatamıyor oluşundaki çaresiz çırpınışları gibi dikkati üstüne çekmeye çalışıyordu.
Artık Aylin’in hayali kontrolden çıkmıştı.
Efendi gelip bebeği Aylin’in kucağından aldı ve sonrasında da Aylin’i bir çöp gibi bir kenara fırlattı elinin tek hareketi ile. Sonrasında Aylin kızının büyüdüğünü gördü, sanki bir hamle ile büyüyüp serpilmiş ve genç bir kız olmuştu. Daha sonrasında gördükleri ise bu hayali derhal sonlandırmak istemesine sebep oldu, ama kitlenmiş gibiydi yattığı yerde yatakta. Çıkamıyordu.
Efendisini kızının üstünde gördü. Ona yaptıklarını kızına da yapıyordu hem de canını acıtarak ve zalimce ‘‘ Hayır, hayır ‘’ diye bağırıp ağlamaya başladı ama sesi vermeye çalıştığı nefesinin içinde hapsoluyordu. Hayali akmaya devam etti, aynı şekilde kızını kucağında bebeği ile gördü ve aynı şekilde Efendi onu da bir çöp gibi kenara fırlatıp bebeği alıp götürdü.
Sonra Efendi’nin üstüne yürüdüğünü gördü. Adam Aylin’i suratından elini pençe gibi yaparak yakaladı ve yüzüne tükürükler saça saça ‘’ senin insanlıktan gelen değersiz kanını arındırmak için bunu birkaç kez daha yapmam gerekecek. Arınmış olan bir bebek doğana kadar ‘’ diye.
Efendinin sıktığı suratında acıyı aynen yaşamış gibi hissetmişti. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Bulutların ardındaki kem göz sakinleşmiş, anlatması gerekeni anlatmıştı. Manidar bir bakış daha atıp kapandı ve kara bulutlar çekildi. Gökyüzü normale dönerken Aylin’ de yattığı yerde gözlerini açmayı başardı ve zihnini zapt eden hayalden kurtuldu. Gözlerinden akan yaşlar yanaklarında gezdikten sonra dökülüp yastığını ıslatmaya başlamıştı. Hıçkırmıyordu ya da yüzünde üzgün bir ifade yoktu. Bedenine hakim değildi ama yine de göz yaşları akıyordu. Elini karnının üstüne koydu ve öylece orda yatmaya devam etti.
***
Havalimanına varmalarına çok az kalmıştı. Özlem hala gözleri kapalı bir şeyler yapıyordu arabada oturduğu yerde ve Serkan artık tedirgin olmaya başlamıştı. Gittiği yerlerde ne gördüğünü, ne yaptığını da merak etmeye başlamış ve Özlem için de endişelenir olmuştu. Havalimanının girişi uzaktan görünmüştü. Önünde içeri girmemek için dışarıda oto yolun sağına park eden arabalar ve arabaların etrafında da cesetler vardı. Serkan yola dikkat etmeye çalışıyordu ama bir yandan da ister istemez dikkati ve sayıkladığı için de kulağı Özlem’ de idi.
‘’ Bebek ‘’ diye fısıldadı Özlem…
Artık transa geçmiş gibiydi. Yüzü ter içinde kalmış ve şakakları da şişmişti. Başı sağa sola doğru yalpalanıyor ve kısık sesle anlaşılmaz şeyler söylüyordu.
Serkan duydukları arasında tek bir şeyi fark edebildi.
‘’ Aylin ‘’
154
Arabayı sağa çekti ve durdurdu. Özlem’i omuzlarından tuttu ve ‘’ Abla, abla iyi misin, kendine gel hadi, Aylin’i mi gördün ‘’ diye sormaya başladı. Özlem gözlerini açtı ve yüzünde bir tiksinti ifadesi belirdi. Karşısında Serkan’ı gördüğüne sevindi ve ifadesi değişti. Çocuğun yüzünün o ürkütücü görüntüsüne rağmen.
‘’ Gördün mü yüzünü görünce nasıl tiksindi ‘’ dedi Serkan’ın arka koltukta oturan hayali ikizi. Serkan boş bulundu bir süredir ortada olmadıkları için ve ‘’ gördüm bana değildi o ‘’ diye bağırdı. Özlem’in bakış açısında Serkan tam bir deli gibi görüntü vermişti. Bunu fark ettiği anda hiç istifini bozmadı ve ‘’ Aylin’i mi gördün abla, nerde nasıl? ‘’ diye sordu.
Özlem elleri ile yüzünü ve gözlerini sertçe ovuşturdu.
‘’ Çok kötü ‘’ dedi.
‘’ Çok kötü şeyler olacak… ’’
Arka koltukta oturan hayali Serkan ellerini çırpıp basit bir melodi ile çocuk şarkısı söyler gibi tekrarlayıp duruyordu.
‘’Çok kötü şeyler olacak,
Çok kötü şeyler olacak.
Efendi Aylin’i becerdi,
Lanetli piçini gönderdi ‘’
‘’ Abla ben bişey söylemeliyim yani saklamanın manası yok. Ben sanırım biraz kafayı yemiş durumdayım. Bir süredir hayali şeyler görüp duyuyorum. Sanıyorum kafayı yedim yani haberin olsun dedim ‘’ dedi Serkan. Manyak gibi görüneceğini bilmese elleriyle kulaklarını tıkardı bu iğrenç şarkıyı dinlememek için zira arkada hayali Serkan’ lar artık koro halinde söylüyordu yurttan sesler solistleri edasıyla. Arkaya doğru birkaç yumruk sallamak da aklından geçen bir fikirdi ama gördüklerinin ve duyduklarının gerçek olmadığını bildiği için havaya yumruk sallamaktan başka bir şey başaramayacağını biliyordu.
Özlem şefkatle baktı Serkan’a ‘‘ Akıl sağlığını korusan bu olanlardan sonra zaten şaşırırdım. Merak etme az kaldı ‘’ dedi.
Eğer Serkan neye az kaldı diye soracak olsa verebileceği bir cevap yoktu aslında. Sona az kalmıştı ama sonda ne olacağını, ölümlerinden başka bir ihtimal olup olmadığını kesinlikle kestiremiyordu. Serkan da aynı şekilde sormayı düşünmüş ama alacağı cevaptan hoşlanmayabileceğini bildiği için sormamıştı. Akışta süzülmeye devam etmekten başka da çaresi ya da bir rolü olduğunu düşünmüyordu.
Sessizliğe geri dönerek yola devam ettiler. Artık havalimanının içine girmiş ve Özlem’in tarifleri ile jetlerin olduğu hangarlara doğru ilerliyorlardı.
‘’ Gelinimin zihninden uzak dur ‘’
Efendinin sesi kulaklarında yankılandı. Sesin sahibinin öfkesi ve hırçınlığını içinin ürperişinde hissetti Özlem.
Gülümsedi…
‘’ Yoksa şu anda yanımda acı çekmekte olan eşin ve yancılarını buraya gelmeni beklemeden gebertirim ‘’ diye devam ettiğinde o gülümseme soldu, aktı gitti yüzünden sanki.
***
Bir deli rüzgâr nasıl da gidip onları zerrelerine kadar dağıtıp savurdu ise aynı şekilde süpürüp tam da tatlı bir esinti olarak doğduğu o ilk noktaya geri getirdi. Yuttuğu yiyeceği beğenmeyen arsız bir dev gibi yere doğru tükürdüğü ilk kişi İlkay oldu. İlkay geri toplanan ve birleşip sıkılaşan zerrelerin oluşturmasıyla tekrar bedenlendi ve baygın bir şekilde öylece yerde yatmaya başladı. Sonrasında da Adem ve en son da Cornelius bedenlenip Efendi’nin ayaklarının önüne serildiler.
Efendi gülümsedi. Bir süredir can sıkıntısına sebep olan, ‘’ Gören Göz ‘’ sayesinde hükmüne direnmeyi başaran ve sona kalan bu zavallı insanlar şimdi ayaklarının dibinde öylece bilinçsizce yatıyorlardı. Rahatça zihinlerine ulaştığında ve mührünü yine aşk etmek istediğinde dokunursa eğer ne olacağını kestiremediği bir mühür ile karşılaştı. Bu fal taşı gibi açılmış kem bir göze aitti ‘‘ Demek bu dereceye kadar keşfettin güçlerini ‘’ diye mırıldandı kendi kendine.
İradesinin karşı konulmaz gücü ile yattıkları yerin etrafını kaplayacak şekilde yerin içinden kaya parçaları titreye titreye yükseldi ve önce etraflarında bir çatı oluşturup sonra da tekrar yere doğru salkım saçak mermerden oldukça kalın sütunlar halinde parmaklıklar indi ve parmaklıklı bir mozole gibi onları içine hapsetti. Arkasını dönüp evine doğru ilerlemeye başladığında duyduğu ses oldukça ilginç gelmişti.
‘’ Şerefsiz, orospu çocuğu, katil göt ‘’
155
Bu kadar çabuk uyanabileceklerini düşünmemişti yaptıkları bu sarsıcı yolculuktan sonra. Arkasını döndüğünde İlkay’ın yattığı yerden doğrulmaya çalışırken bağırdığını gördü. Parmaklıklara oldukça yaklaşacak kadar geri mozoleye yürüdü.
‘’ Burası ikinize de mezar olacak‘’ dedi. Cornelius yokmuş gibi konuşmuştu çünkü onun için yoktu artık. O ‘’ Özlem’in sadığı ‘’ olmuştu artık. Varlığının hiçbir ehemmiyeti kalmamıştı.
İlkay parmaklıklara asılmaya başladı. Tüm gücüyle tutup çekerek kırmaya çalışıyor birkaç geri adım atıp sonra ileri doğru bacağını savurarak tekmeler atıyordu ama nafile. Taş Efendinin yıkılmaz iradesi ile yekpare bir şekilde oluşmuş ve aldığı darbelerden dolayı üstünden bir toz zerresi bile yerinden oynamamıştı.
Efendi acı bir şekilde gülümseyerek ‘’ işte sizin sorununuz bu ‘’ dedi ve bir daha ardına bakmaksızın ilerledi ve evin içine girdi. Kendine gelmeye çalışan Adem evin üst katındaki pencereden hissiz bir şekilde olanları izleyen Aylin’i gördüğünde ona seslenmeye başladı ‘‘ Aylin, kaç oradan çık Aylin ‘’ diye bağırıyordu ama kızdan en ufak bir tepki yoktu. Efendinin eve girdiğini görünce de o da içeri girdi.
Adem sustu…
Sustu ve kendini tekrar yere bıraktı. Sadık duygusuz ve düşüncesizce öylece bekliyordu. İçinde bulunduğu durumdan bir şikayeti yokmuş gibiydi. Sadece bu durumu değiştirmek adına yapabileceği hiçbir şey olmadığını bildiğinden öylece amaçsızca duruyordu.
‘’ Buraya kadarmış ‘’ dedi Adem. Sesindeki çaresizlik ağlamaklı hal yürek burkucuydu. İlkay ise savurduğu tekmelerden dolayı ayağını incitmiş bir şekilde öylece sırtını parmaklıklara yaslayarak boş boş yere bakıyordu. Aklında eşinden başka bir şey yoktu.
‘’ Acaba şu an neredeyiz ‘’ diye mırıldandı İlkay. Bu soruya kendisi dahil cevap verebilecek tabii ki de kimse yoktu. Havanın temizliği büyük şehirlerden uzakta bir yerlerde olduğuna delaletti. Ciğerlerine dolan oksijen çimen ve çiçek kokularının ferahlığı ile doluydu. Etraflarına bakındıklarında oldukça dağlık bir yerde olduklarını fark ettiler.
Yaşamak için de ölmek için de güzel bir yer…
‘’ Alplerde olabiliriz ‘’ dedi Adem dağ diyince aklına hep o Heidi çizgi filmi yüzünden ilk Alp’ler geldiği için. İlkay buna ihtimal verse de bu kadar yüksekten hiç modern şehir göremiyor olmasından ötürü pek itimat etmedi ‘‘ Evimizden çok uzak olduğumuz kesin. Özlem burayı nasıl bulacak, hadi buldu nasıl gelecek ? ‘’ dedi İlkay. Düştüğü çaresizliği hazmedemiyordu ‘‘ Özlem burayı bulsa, nasıl bulacak? Hadi buldu diyelim nasıl gelecek? Biz nasıl geldik daha onu anlayamadım ‘‘ dedi İlkay.
Sadık öylece konuşmaları tepkisiz dinlerken Adem yerinden doğrulup birkaç adımla İlkay’ın yanına geldi ve çöktü ‘‘ Özlem abla birazdan arkamızda belirse şaşırmam. Güçlerinin sınırını bilmiyoruz ki, kendisi bile bilmiyor ‘’ dedi. Sonra çöktüğüne pişman olmuş gibi ayaklandı ve taştan parmaklıklara koşarak bir uçan tekme salladı. Yaylanmış gibi geri savruldu ve kıç üstü yere yapıştı haliyle. Yattığı yerde yüzünü ekşitip ‘’ denemesem olmazdı abi ‘’ diyip nereden bulduğu belirsiz bir naiflik ile gülümsedi. İlkay’ın ürkütücü bakışları Adem’in yüzündeki gülümsemeyi bir lekeyi siler gibi silip attı. Öylece kaldılar orada.
Efendi onları o taş mozoleyi andıran hapishanede bırakıp içeri girdiğinde Aylin’in yanına odaya girdi hiç beklemeden. Kız yatakta öylece uzanmış tavanı izliyordu. Efendi ise az önce pencereden baktığını bildiği halde pek de umursamamış gibi görünüyordu. Yatağın yanına geldi ve oturdu. Elini kızın karnına koydu ve gözlerini kapattı. Tohumu ile algısal bir boyutta iletişime geçiyor ve hızlı olan gelişim sürecinde taşların kendi istediği gibi oturmasına müdahale ediyordu. Yüzündeki gülümseme insanlığın sonunu getiriyor olmanın verdiği huzurun acı bir tezahüründen ibaretti.
156
***
Arabayı özel hangarın önüne park ettiklerinde Özlem’den önce ona ‘’ sen bekle ‘’ diye işaret edip dışarıya çıkan Serkan hafiften titreyen elindeki silahı sağa sola doğrultarak ortalığı kolaçan ediyordu. Özlem görüşü ile etrafı şöyle bir gözden geçirip yakın mesafede herhangi bir tehlike oluşturacak canlı ya da ölü kimse olmadığına emin olduğunda Serkan’ın uyarısını dinlemeksizin dışarı çıkmıştı bile ‘‘ Abla dur bir dolaşayım ‘’ dedi Serkan ama Özlem ‘’ baktım ben kimse yok ‘’ diyerek aracın kapısını kapattı ve hızlı adımlarla hangara doğru yöneldi.
Hangarın etrafı artık kokuşmuş cesetlerle doluydu. İçerisinin de aşağı kalır yanı olmadığını girdiklerinde gördüler. Özlem güçlerinin sınırlarını bir kez daha zorlamak durumunda olduğunu fark etmişti. Kısa süre içerisinde pek çok kişiye dokunması gerekiyordu ve bu dokunduğu kişiler arasında pilotluğu olan biri çıkması için şimdiden dua etmeye başlamıştı bile.
Serkan’ın ise gördüğü hayaller iyice zıvanadan çıkmaya başlamıştı. Görüş alanında sayabildiği beş farklı Serkan türlü atraksiyonlar içerisindeydi. Bir tanesi cesetlerden birisine ‘’ konuş hanginiz pilotsunuz yoksa seni gebertirim ‘’ diyerek yaka paça silkeliyordu. Bir diğeri duvar kenarına saklambaç oynar gibi yummuş ‘’ önüm arkam sağım solum sobedir, saklanamayan ebedir ‘’ diye şarkı söylüyordu. Bir diğeri ‘’ şu taraftalar yakalayın’’ diyerek koştu ve uzaklaştı. Serkan elleri ile gözlerini kapattı ve hiçbirini görmek istemediğini beden dili ile aktarmaya çalıştı. Bu esnada da iki elinin başparmakları ile şakaklarına tırnakları ile bastırıp hafif yollu canını yakarak kafasını cezalandırmaya çalışıyordu bu gösterdikleri yüzünden. Tüm o Serkan’ ların sesleri bir an için sustu ve yerini kulağında tiz bir çınlamaya bıraktı. Gözlerini hafifçe ellerinin perdesinden kurtardı ve ortalığı sakin bir şekilde görmenin huzuruna vardı. Çınlama pek de umurunda değildi.
Özlem o esnada etrafa saçılan cesetlerin yanlarında dolaşıyor tek tek başlarına ya da eğer başı yoksa - ki bazılarının yoktu, ellerine dokunarak yazgılarının onlara çizdiği yolda neler yaşadıklarını, neler öğrendiklerini görüyor ve aslında bir nevi istemsizce de olsa özümsüyordu. Kimisi karısını yer hizmetlerindeki kızla aldatan bir müdür, kimisi işten eve evden işe gidip romanlar yazan ama bir türlü bastıramayan temizlikçi bir asosyal, kimisi ise hostesti.
Pilot yoktu…
Dokunduklarından durumu ile alakalı işe yarar herhangi bir şey de alamamıştı. Yazardan aldıkları arasında en değerlisi kurgu oluşturabilme yetisi ve hızlı klavye kullanımıydı. Hostesten öğrendikleri bir miktar uçak bilgisi, bazı yabancı ülkelerle alakalı genel kültür ve kusursuz tırnak bakımından ibaretti.
‘’ Serkan ‘’ diye seslendi Özlem. Hangardan daha içeriye doğru usulca ilerlerken onun da yakınında olmasını istiyordu. Kısa sürede birçok kişiye dokunmak belli bir yorgunluk ve baş ağrısına sebep olmuştu.
Serkan adımlarını hızlandırıp Özlem’e yetişti ve yine etrafı kolaçan ederek yürümeye devam ettiler. İçeride küçük servis minibüsleri, tekerlekli jet uçak merdivenleri, ekipmanlar vs bir sürü şey vardı. Bakım parkını geçtikten sonra hangarın arka kapısının uçaklar için çıkış olduğunu fark ettiler ve biri çıkışın tam ağzında, diğeri ise biraz daha içeride olan jetlere iyice yaklaştılar. Özlem ‘’ sen buna bak, ben de şuradakine, telaşlanma kimse yok burada ‘’ dedi ve çıkışa yakın olan uçağa yollandı. Serkan ‘ da kendisine daha yakın olana. İkisinin de kapısı açıktı ve yakınlarında hiç ceset yoktu.
En azından görebildikleri kadarıyla…
Serkan uçaktan içeri girdiğinde bunun televizyonda, filmlerde gördüğü o lüks jetlerden birisi olduğunu fark etti. İçeride koltuklar kemik rengi diğer aksamlar, kol tutacakları ve kenar masaları koyu renk vernikli adını bilmediği bir ağaçtan kakılarak yapılmış özel tasarımlardı. Kemik rengi koltuklardan birisi onun görüş açısına göre sade arkası görünür halde ve kan içindeydi. Serkan silahını doğrultarak iki sıra önündeki koltuğa doğru yürüdü ve hızlı bir hareket ile koltuğun yanına geçti. Ceset ağzına bir yivsiz bir namluya sahip tüfek sokulup ateş edilmiş gibiydi. Kafanın üst tarafı kabak çiçeği açılmış her tarafa beyin püskürtmüştü. Yüzünde tarifsiz bir tiksinti belirdi. Bir zamanlar güzel bir kadın olmalıydı, bir hostesti kıyafetlerine bakılırsa.
Daha fazla bakmadan kokpite doğru ilerledi ve kapıyı açtı. İçeride yaşayan ya da ölü kimse yoktu. Hızlı hareketler ile Özlem’in yanına doğru yollandı. Uçağın içi farklı daha teknolojik ve modern görünümle dekore edilmişti. Toplamda 8 yolcu koltuğuna sahipti ve içerisi ceset kaynıyordu. Yerde yığılmış ölü bedenler uçağın giriş merdivenlerinden aralık kokpit kapısına kadar devam ediyordu. Serkan içeri daldığında Özlem kokpitten tam dışarı adımını atmıştı.
Genç kadının burnundan ve gözlerinden kan gelmiş, gücün üst üste bu kadar kullanımı belli ki yıpratmıştı ‘‘ Abla yüzün, gözlerin? ‘’ dedi yitik bir sesle Serkan. Özlem farkında bile değildi. Sadece gülümsüyordu. Serkan’a doğru ilerlerken üstüne bastığı ceset parçalarına, çiğnenip tükürülmüş organlara aldırmaksızın gülümsüyordu. Yüzünü, burnunu elbisesinin kollarına sildi ve ‘’ Buldum ‘’ diyerek çocuğa sarıldı.
‘’ Hadi gidiyoruz… ‘’
157
***
Adem kafesin içinde oturmuş uzamış tırnağı ile toprağı eşeliyordu. Kafasındaki düşüncelerin istilasına uğradığından İlkay’ın ancak üçüncü seslenişinde kendine geldi ‘‘ Adem alo kime diyorum ‘’ Kafasını panikle kaldırıp ‘’ Efendim abi ‘’ diyiverdi. İlkay ‘’ ne bok karıştırıyorsun ‘’ diye sordu ‘‘ hiç düşünüyorum öyle ‘’ diyip kendini toplayarak lafa girdi ‘‘ Adam bizi zerrelerimize ayırıp geri topladı, acaba biz öldük ve bedenimiz geri oluşturulduğundan beri farklı kişiler miyiz aslında? ‘’
Gözlerini kocaman açmış ve cevap bekler bir nida ile konuşmuştu ‘‘ Bence olabilir. Ayrıca olabilecek bir şey daha söyleyeyim. Bence Efendinin planında bizim sağ kalmamız var. Belki de kurduğu yeni dünyada bize bir şekilde ihtiyacı vardır. İstese rahatça bizi yok edebilirdi, etmedi… ‘’ diye lafını tamamladı. İlkay oldukça düşünceli, Sadık ise bir o kadar boş bakışlar ile dinledi Adem’i.
‘’ Sizi ben öldürmeyeceğim, gören gözünüz öldürecek merak etmeyin. Sayılı nefesiniz var alıp vereceğiniz ve isterseniz sayısını bile söyleyebilirim ama gerek yok ‘’ dedi Efendi. Sanki bir anda kafeslerinin yanında bitmişti. Kafes hayvanlarını izliyor gibi merakla bakıyordu hallerine ‘‘ O ufak beyinleri ile bir de olan biteni anlamaya çalışıyorlar ‘’ dedi sanki onlardan birer eşyalarmış gibi bahsediyordu.
‘’ Özlem beni niye, bizi niye öldürsün ruh hastası orospu evladı ‘’ diye ağzından köpükler çıkarcasına bağırıp kolunu dışarı uzatarak Efendiye erişmeye çalıştı İlkay. Ama birkaç santim ile erişemiyordu ‘‘ Çünkü o da benim kudretim ve amacım karşısında boyun eğecek, o da önümde diz çökecek ve dediğime gelecek ‘‘ diyip yumruğunu sıktı Efendi ‘‘ O senin ne mal olduğunu çoktan gördü, korkuyorsun ondan bunu biliyor hepimiz biliyoruz ‘’ diye bağırdı Adem.
‘’ Korku mu? ‘’
‘’ Korku mu dedin sen? ‘’ diye tekrarladı dalga geçer gibi Efendi.
‘’ Ben korku nedir bilmem, onun buraya gelmesinden hiçbir zaman korkmadım ya da karşısında olmaktan. Onun nerede, ne zaman, nasıl olacağını kurgulayan benim. Yolunu uzatan benim. İstesem sizleri buraya aldığım gibi onu da alır ve fişi çekerdim. Ama her şeyin bir zamanı, her seçimin bir anlamı var. Sizin anlayamayacağınız cinsten… ‘’
Yeryüzü sallanmaya başladı, korkunç bir deprem oluyordu sanki ana karaları parçalayacak, denizleri kabartacak cinsten. Korkunç bir uğultu eşlik ediyordu bu depreme. Her şey zangır zangır sallanırken Efendi dümdüz, dimdik yerinde duruyordu.
‘’ size korku nedir göstereyim, arkanıza bakın bakalım ‘’ dedi Efendi ve yumruğunu sıktı.
Kafesin arka tarafında kalan geniş alandaki çiçekli çimenli düzlükler önce kızarmaya, sonra da kararmaya başladı. Devam eden deprem sanki yer kabuğunu tam oradan ikiye kırmak istermiş gibi geniş bir yırtık oluşturdu.
Yırtığın içinden…
158
Önce paramparça olmuş, kararmış kurumuş cesetler çıkmaya başladı. Ardından da karanlık suretler. Gökyüzünün bizzat kendisinden işkence görüyormuşçasına ağlayan bebeklerin gürültüsü yükseliyordu. Deliğin içinden çıkan karanlık suretler ve cesetler kafese ve Efendiye doğru gelmeye başladılar. İlkay gelen şeylerin beraberinden getirdiği soğukluğu kuyruk sokumundan ensesine kadar hissetti. Ölümün ayak sesleriydi bunlar ve ruhlar âleminin en karanlık yaratıkları olmalıydılar. Korkunç çığlıklar, kulak tırmalayan kesif bir uğultu eşliğinde onlara doğru ilerliyorlardı. Gökyüzü kararmış, güneş bulutların arkasına saklanmış, ardında kızıla çalan bir karanlık ve kasvet bırakmıştı.
Artık gelenlerden yüzü olanların yüzlerini seçebilir haldeydiler. Suratları paramparça ama dişleri pirana balıklarının dişleri gibi olan insanımsı yaratıklar, cin çarpmışa benzeyen karanlık suretler ve o cinlerin, ateş iblislerinin en tehlikelileri. Yüzleri, vücutları kurtlanmış yer yer kemikleri gözüken ve inleyerek yürüyen cesetler kafese artık iyice yaklaşmışlardı ifritlerin konuşma yetisi olanlar boğazdan hırıltılı ve balgamlı sesleri ile hep bir ağızdan hırlamaya başladılar…
‘’ Adeeeeeem ‘’
‘’ Adeeeeeem ‘’
‘’ İlkaaaayy’’
Adem gözlerini elleriyle kapattı önce, sonrasında gözlerini göz kapaklarını kullanarak, iyice sıkarak kapatmayı ve elleri ile kulaklarını kapatmayı akıl etti. Ama yine de duyuyordu.
Kafese bir bakış atarak geçenler, taştan parmaklıklara sürtünerek yola devam edenler ve hatta kafesin içinden geçen karanlık ruhlar vardı, sürünerek ve tıslayarak ilerlemeye çalışan insanımsı yüz ibarelerine sahip kara yılanlar da kafesin içine doğru kıyıl kıyıl girmeye başladılar. Vücudunda gelişmemiş, bir bebeğinlermiş gibi ama çarpık çurpuk olan eller ve ayaklar da vardı ama işlevsiz gibiydiler. Yüzleri ise tarifsiz bir çirkinliğe sahiplerdi.
‘’ Gerçek değil, bunlar gerçek değil ‘’ diye histerik bir şekilde sayıklıyordu Adem. İlkay’ ın sözlerini zor idrak etti.
‘’ İşleri bizle değil, dokunma elleme sadece bekle ‘’ diye bağırıyordu. Korkudan kaskatı kesilen Adem zaten bundan başka bir şey yapabilme alternatifine sahip değildi.
Bu korkunç güruh kafesin içinden ve etrafından dolaşarak ilerledi ve Efendi’nin birkaç adım ötesinde durdular. Bu olana kadar Sadık hiçbir korku belirtisi göstermeden öylece oturmuş, İlkay dişlerini sinirle sıkmaktan ağzını kan doldurmuş, Adem ise yumruğunu sıkarken içi toprak dolmuş tırnaklarını avuçlarının içine saplamıştı.
Uğultu artarak devam ediyordu.
Bu yaratıklar ve ifritler ordusu sonunda hareketini durdurdu, Efendi’nin karşısında kümelendi ve bir tanrıya ibadet eden inananlar gibi yerlere kapanıp tapınmaya başladılar o deforme bedenlerinin ve şekillerinin el verdiği kadarıyla.
‘’Efendimiz’’
‘’Efendimiz’’
‘’Efendimiz’’
159
Efendi onlara bakarak başını salladı ve elini ileriye doğru uzatıp işaret parmağı ile yeri gösterdi. Efendi’nin bir hareketi ile sifon çekildiğinde deliğin içinde kaybolan boklar gibi hızla ve aynı şekilde kıyıl kıyıl yok oldular yerin dibine girerek. Artlarındaki yarık yine depremler oluşturarak sarsıla sarsıla kapandı ve uğultu sustu. Sessizlik uzun zaman sonra ilk kez kavuştuklarına memnun oldukları bir konfor oldu anlık olarak.
Efendi kafesin yanı başına geldi ve ‘’ ben korkunun da Efendisiyim ‘’ dedi.
Adem titriyor ve dolan gözleriyle buğulu olarak görüyordu Efendiyi ‘‘ Allah belanı versin ‘’ diyebildi sadece…
İlkay ise Efendinin ayaklarının dibine kanlı bir tükürük salladı.
‘’ Bekle sen, geliyor bekle, sen dünyanın kıyameti oldun, Özlem de senin felaketin olacak, bekle’’ dedi İlkay.
Söylediklerine yürekten inanırmış gibi görünmeye çalışıyor ve Özlem’in onları öldüreceğine dair bir fikre kesinlikle prim vermemek istiyordu…
Ama başaramıyordu…
***
Hayatında ilk kez uçağa binen, günlerdir aralıksız olarak bir saatten fazla uyku yüzü pek görmeyen ve buna rağmen hala cin gibi olan Serkan tabii ki yine sanrıları ile boğuşurken Özlem pilotun cesedinden aldıkları sayesinde sanki on yıllardır jet pilotluğu yapıyormuş gibi uçağı kaldırmış ve istikamete doğru yaklaşık saatte 800 km hızla uçmasını sağlıyordu. Öncesinde Afganistan’a kadar ilerleyip ikmal için iniş yapması ve sonrasında da aralıksız Katmandu’ ya kadar gitmesi gerekiyordu. Orda bir mümkün olursa arazi aracı bulup yolun kalanını kat etmek çok da uzun sürmeyecekti.
Kullandıkça daha da gelişen ‘’ görüş ’’ yetenekleri artık neredeyse istem dışı olarak dahi devreye giriyor ve meraklarının, kaygılarının cevaplarını ona görüntüler halinde taşıyordu. Özlem bir yanda pilot koltuğunda oturmuş uçuşu takip ederken bir yandan ikmal için inecekleri havalimanını, sonrasında inecekleri Katmandu havalimanını, yolu, yolda olası tehlikeler olup olmadığını tek tek gözünün önüne gelen görüntüler halinde takip ediyordu.
Görüntüler yaşayan insanlara dair pek bir iz barındırmıyordu. Köyler, kasabalar, yerleşkeler, hepsi, her yer çürümüş, kokuşmuş cesetlerle doluydu. Yeşil götlü sineklerin larvalarıyla fokurdayan ölü bedenler bir zamanlar huzurla yaşadıkları köylerde, bahçelerde şimdi geleceğin dünyasına gübre olmakla meşgullerdi.
Özlem sanki ordaymışçasına açık havaya karışan leş kokusundan iğreniyor, alıcı ve leşçi kuşların mutluluk çığlıkları yüzünden içinin ürpermesinin de önüne geçemiyordu. İnsanların kalabalık yaşadığı yerlerde manzaralar daha da berbatlaşıyor, böceklenen ceset yığınlarından akan kanların karıştığı akarsular dereler kan kırmızı akıyordu.
Sonrasında Özlem bu görüntülerin tamamından sıyrılıp geride bıraktıklarını görmek istediğinde karşılaştığı manzara korkunç oldu. Küçük bir mozoleyi andıran taştan kafesin içine hapsolmuş öylece duran, korku ve sinir ile kaskatı kesilen sevdiklerinin o hali içini paramparça etmişti. Her şeyin sona yaklaşıyor olması artık rahatlatmıyordu. Efendi’nin hükmettiği tüm o cesetler, karanlık suretler ve yaratıklar ise gözünü korkutmamıştı bile. Tek düşündüğü onlardan uzak olmasıydı.
Zamanlama…
Efendi’nin onunla karşılaşmaktan korkmadığı, sadece bunu ertelediği ya da onun istediği bir zamanda gerçekleşmesine çabaladığını anlamıştı.
Ama neden?
Yolculuk ilk ikmal durağına geldiğinde Serkan bitkin düşen bedenini içinde bulduğu son enerji kırıntıları ile harekete geçti ve Özlem’in direktifleri ile jete yakıt aktarımını sağladı. Olası tehditlerden ötürü uluslararası havalimanlarından birine değil, özele uçuş yapan uçaklara ve askeri operasyonlardaki araçlara hizmet sunan ‘’ Havahan ’’ havalimanına gelmişlerdi.
Afganistan ordusuna ait olan bu havalimanı yoğun yerleşim bölgelerinden oldukça uzak olduğu için seçmişti Özlem ama bu kadarını da tahmin etmemiş ve hatta görememişti. Havalimanında hiç kimse yoktu. Araçlara ait park yerleri de boştu. Belli ki nasıl bir çılgınlığa kapıldılar ise silahı mühimmatı, aracı ne varsa alıp gitmişlerdi. Özlem gözünde canlananları mümkün olduğunda göz ardı etti ve yapılacak işlere koyuldu.
İkmal işlemleri, bir şeyler atıştırmayla devam etti. Açlıktan beyninin bulandığını söyleyen Serkan’ın halüsinasyonları aslında hatırlatmıştı ikiliye bir şeyler yemeleri gerektiğini. Aç bir Serkan hayali peyda olmuştu gözlerinin önünde Serkan’ın. Üstünde ona bol gelen kıyafetlerin içinde kaybolmuş, yanakları içine çökmüş bir hali ‘’ yok mu yiyecek hiçbir şey, ölüyorum artık ‘’ diye ağlıyordu gözlerinin önünde. O kadar gerçekçi, o kadar capcanlı görüyordu ki bu hayalleri artık gerçek ile hayali ayırt etmekte çok zorlanır olmuştu.
160
Paketi açık kaldığından bayatlamış bisküviler ve ekşimesine çeyrek kalmış birkaç kutu çikolatalı sütü sessizce tüketmeleriyle ikmal işlemleri tamamlanmış oldu. Özlem en son uçağa geçmeden önce tuvaleti kullanmış, yüzünü yıkarken saçlarında çoğalan beyazları incelemişti. Son birkaç günde, hatta belki de son birkaç saatte sayıları hızla artmıştı.
Eskiden olsa…
Saçlarındaki beyazları umursamanın önemi çoktan yitip gitmişti. İçinde derin bir boşluk hissetti ve midesi bulandı. Sadece birkaç gün önceye dönebilmek için neler verebileceğini düşündü. Hayatın aslında ne kadar kolay, güzel ve değerli olduğunu elinden alındığı zaman fark etmenin acısıydı bu boşluk. Şimdiye dek bu dünya üzerinde milyonlarca insanın başına gelen, bu geç kalan pişmanlık.
Musluktan akan su çamur rengine yakındı. Normalde olsa suya tırnağını bile sürmek istemezdi ama şimdi umursamadan avuç avuç yüzüne çarptı ve leş gibiden hallice bir havlu ile yüzünü kuruladı.
Son bir gayret ve bunu başarabilmek için son bir umut. Tek ihtiyacı buydu…
İkili deposunu fulledikleri uçakları ile her şeyin sonuna doğru yolculuklarına devam etti…
***
Aylin ellerini karnının üstünde gezdirirken dışarıdan gelen korkunç sesleri duymaya başladı. Sesler öncesinde uzaktan ve cılız geliyordu ama gitgide de büyüyor ve yaklaşıyordu. Yataktan kalktı ve pencereden dışarıya baktı. Korkunç yaratıklardan, karanlık suretlerden ve kelimeler ile tarif edilemeyecek şeylerden oluşan bir güruh kafese doğru homur homur yürüyorlardı. İstem dışı birkaç adım geriye doğru savruldu ve karnını koruma iç güdüsü ile tuttu bu sefer. Tekrar yatağa dönmeyip odanın en uzak tarafına doğru geri geri yürüdü ve duvara sırtını yaslayıp öylece çöktü yere. Gözyaşları yanaklarını ıslatıyor elleri karnını haddinden fazla sıkıyordu. Canının yanmasını umursamıyordu. Karnında büyümekte olan şeyin bir evlat olmaktan çok daha uzak bir şey olduğu ona gösterilmişti esasında ama şimdi aşağıda gördükleri ve o karanlık yaratıkların dahi ‘’Efendimiz’’ diye çağırdıkları şeyin nelere kadir olduğunu görmek onu hissiz bir bedenden, bir kuluçka olmaktan çok daha öteye taşımaya başlamıştı. Neler olacağını bilmiyor, bir şey öngöremiyor, düşünemiyordu. Sadece kendini ve bebeğini koruyordu duvarın dibinde artık korumak istemiyor olsa dahi. Efendinin iradesi tekrar baskın gelmeye başlamıştı.
Birkaç dakika öylece geçtikten sonra kilitli olduğunu yeni fark ettiği kapı açıldı ve Efendi içeri girdi. Aylin’i Yatakta görmediğinde şaşırmış ve kızmıştı. Kızı yerden bir oyuncak bebeği kaldırır gibi koltuk altlarından tutarak kaldırdı ve yatağın ortasına oturttu ve sonra da omzundan iterek yatırdı ‘‘ Kalkmaman lazım ‘’ dedi ve üstünü de örttü. İçerisi örtünecek kadar serin değildi ve Aylin birkaç dakika sonra yaşadığı kaygılardan da ötürü boncuk boncuk terlemeye başlayacaktı.
‘’ Uyumaya çalış, yarın misafirimiz var, büyük bir gün yarın ‘’ dedi ve kapıyı tekrar arkasından kilitleyerek çıktı. Aylin’in düşündüğü bebeğin yarın doğup doğmayacağı olmuştu.
Efendi kızı odaya kilitledikten sonra odasına çekildi. Şöminenin önünde oturdu ve alevleri izlemeye başladı. İradesiyle şömine daha da bir alevlendi ve gürül gürül yanmaya başladı. Sıcağı seviyordu, hep sevmişti. Sayılamayacak kadar yıl kadar geride kalmış doğumuna ait hatıralara bile zihninde ulaşabildiğinden o çıplak, çaresiz ve güçsüz bebek haliyle o gün nasıl üşüdüğünü acziyetini gün gibi hatırlıyordu. Öylece beklemeye başladı…
161
***
Uçakla yapılan yolculuk artık sona ermiş, Tribhuvan havalimanının özel jet hangarlarından birinin iniş pistine çoktan varmışlardı. Hazırladıkları sırt çantaları ile uçaktan inmeden önce Özlem ortalığı ‘’gören göz’’ ü ile şöyle bir kontrol ettikten sonra hızlı bir şekilde uçağı terk ettiler ve havalimanının garajında buldukları arazi aracıyla zorlu patikalarda bir an önce ilerlemeye koyuldular.
Yorgunluktan ve uykusuzluktan perişan olmuş ve gözleri kan çanağına dönmüş olan Özlem eğer yolculuk bu kadar sallantılı olmasaydı engebeli yol yüzünden, kesinlikle uykuya dalabilirdi. Serkan ise göz damlalarını damlatmış, ağrı kesicilerle bedenini iyice uyuşturmuş ama bir süredir uykuyu unuttuğu için çok da zorlanmadan aracı sürmeye devam ediyordu Katmandu vadisinde.
‘’ Ölüme götürüyorsun bizi geri zekâlı ‘’ diye tükürürcesine bağırdı arkada oturan hayali Serkan ’lardan birisi. Serkan dikiz aynasından arka koltukta oturan halüsinasyonlarına baktı. Hepsinin göz kapakları yerindeydi.
‘’ Ben Efendi ile anlaşabileceğimizi düşünüyorum ‘’ dedi ortada oturan. Oldukça pısırık görünüyordu. Terden sırılsıklam olmuş beyaz bir tişört vardı üstünde ‘‘ Vardığımızda ona bağlılığımı göstermek için önünde diz çökmeyi düşünüyorum. Bu tarz maskulen karakterler sever böyle hareketleri. Bence canımızı bağışlar ‘’ dedi. Diğer ikisi ona bakıp sonra da gözlerini devirdiler tiksinircesine birisi sağa diğeri sola doğru doğru.
Araç engebeli yolda, tek tük köylerin arasından hiç durmaksızın gidebildiği kadar gitti fakat artık çıkmaları gereken tepenin eteklerine geldiğinde son vasıtaya da veda etmek zorunda kalmışlardı. Teknolojinin artık bu yolculuk için yapabileceği hiçbir şey kalmamıştı. Özlem bir zamanlar belgesellerde izlediği, bir gün gidip gezebilir miyim diye düşündüğü ve hayal ettiği yerlerin tamamını araçla teğet geçmiş ve bildikleri hayatın bittiğine, her şeyin anlamını yitirdiğine dair farklı bir idrak seviyesine ulaşmıştı. Tüm o tapınaklar, eski yapılar ve otantik köyler arkalarında kalmıştı. Önlerinde ise ormanlık ve oldukça tepelik bir yol. Özlem gördükleri sayesinde Efendi’nin evini eliyle koymuş gibi bulacaktı bulmasına ve bir an önce eşinin yanına da ulaşmak istiyordu ama istemsizce adımlarının olabileceği kadar hızlı olmadığını fark etti.
Her şeyin bitmesine sadece son bir yolculuk kalmıştı çünkü ve bu bitişin iyi olmayacağını görmek için de ‘’ gören göz ‘’ e ihtiyacı yoktu.
Artık evin siluetini uzaktan belli belirsiz görmeye başlamışlardı ki biraz ötede bir ağaca yaslanmış boş gözlerle ellerine bakan yaşlı bir adam gördüler. Adamın elleri kanlıydı ve yüzü yara bere içindeydi. Üstünde keşişlerin giydiği kıyafete benzer turuncu bir kıyafetten geriye kalanlar vardı.
Lime lime olmuş kumaş parçaları…
Serkan hemen defansif bir ruh haline büründü ve Özlem’in önüne doğru pozisyon aldı. Hareketi algılayan yaşlı adam baktı ve gözleri fal taşı gibi açıldı. Önce hızlı hızlı emekleyerek yaklaşmaya başladı ve Serkan belindeki silahı çekti. Adam hiç tereddüt etmeden biraz daha yaklaştı. Neden sonra kendiliğinden durdu ve kafasını sağa sola oynatarak Özlem’i görmeye çalıştı.
Gözleri doldu…
Hazır yerdeyken hepten yerlere kapandı ‘’ ajna ‘’ diyerek…
162
İkisi de adamın dilinden anlamıyordu. Sadece zararsız olduğuna ikna olduklarından Özlem Serkan’ın önüne geçti. Adamı tapınırcasına kapaklandığı yerden kaldırmak ve dokunmak, görmek istemişti. Oysa adam Özlem’in geldiğini görünce ileri atılarak ayaklarına kapandı kadının ve paçalarını öpmeye başladı. Kafasında aldığı darbelerden oluşan yaralar ilk gün kabuklarını oluşturmaya başlamıştı. Kanlı ellerinden Özlem’in paçasına bulaştığını görünce kendine kızarak geriye doğru emekledi ve tekrar ‘’ Ajna ‘’ dedi ve sonrasında ardını dönerek tepedeki büyük evi gösterdi ve Özlem’e dönüp solgunlaşan yüzüyle ‘’ Asura ‘’ dedi ve geri doğru emekleyerek yollarından çekildi. Tekrar tapınır pozisyonuna döndü. Ağlıyordu adam.
Özlem dokunmaktan vazgeçti…
Daha dokunmadan acısını, ıstırabını hissedebiliyordu. Adamın söylediklerini merak ediyor olsa da o acıyı duyumsamak şu an için isteyeceği son şey olabilirdi.
‘’ Gidelim ‘’ dedi Serkan’a, Serkan’ da hayaletlerini alıp tekrar yola koyuldu…
Oldukça uzun ve tepelik bir yol, yürümek için yağmurlardan ötürü çamurlaşmış zorlayıcı yumuşaklıkta bir toprak yolculuğu olduğundan daha zor bir hale getiriyordu. Tekrar çiselemeye başlayan ahmak ıslatan yağmuru iyiden iyiye asap bozmaya başlamıştı.
‘’Abla pek konuşmadık ama merak ediyorum, neler olacağını bir şekilde gördün mü biliyor musun, başarabilecek miyiz? ‘’ diye sordu. Neyi başaracaklarını kastettiğinden de emin değildi. Sadece olumlu bir şeyler duymak istiyordu. Özlem durup arkasını dönüp yüzüne baktığında ise sorusunu tamamladı ‘‘ Umut var mı? ‘’ Özlem gözlerinin önüne düşen saçları sağ eliyle kulağının arkasına doğru sıkıştırdı ve gülümsedi ‘’ Ne olacağını görmedim sorduğun buysa, sadece ne yapacağımı biliyorum. Sonrasında ne olacağını ise bilmiyorum o yüzden umut var mı yok mu bilmiyorum ‘’ dedi.
‘’ bugün o gün değil mi, son gün ‘’ diye sordu Serkan adımlarını hızlandırarak. Özlem bu sefer ardına bakmadı. Bugün yaşayabileceği sonları düşünmek istemiyordu.
‘’ İlkay’ı son kez görmek ? ‘’
İlk kez ne zaman gördüğünü hatırlamaya çalıştı. Her şeyin normal olduğu günlere ait anılar görüsü yüzünden beynine dolan sayısız bilgi ve görüntüden sonra artık silikleşmeye başlamıştı sanki. İlkleri hatırlayamaz, sonları ise kabullenemez olup çıktığını düşünerek adımlarını atmaya devam etti.
Yaşama sevinci binayı çoktan terk etmişti.
Baldırlarındaki ağrıyı, gözlerindeki yanmayı, kalbindeki sıkışmayı, ağzındaki kuruluğu ve zihnindeki tüm o düşünceleri bir rafa kaldırmışçasına yok sayarak ilerlemeye devam etti. Tek yapmak istediği son kez dahi olsa eşini görmekti.
Gören gözü ile değil, dünya gözü ile…
Gökyüzü kapandıkça kapandı. Her adımında biraz daha kasvet getiriyordu Özlem. Dünya canlı bir organizma gibi sanki olacaklardan ürkmüş ve ne azalan ne de artmakta olan bir ritim ile titriyordu. Serkan ne işe yarayacağını bilmediği silahını ileriye doğru doğrultmuş Özlem’e güvenli bir mesafede ilerliyordu. Olası bir durumda Özlem’i ardına savurarak kendini siper edecek ve mermi yağdıracaktı tabii ki.
Efendi yüzünde rahatlama ifadesiyle dans eden bir gülümseme ile izliyordu Özlem’in gelişini. Kafesin içindekiler de olan biteni anladı ve şaşkınlık içinde Efendi’nin baktığı yöne doğru döndüler ve hep bir ağızdan ‘’Özlem’’ diye bağırmaya başladılar. Nasıl oldu, nasıl geldi, bir sürü soru anlamsızlaşmış sadece bir rahatlama duygusu sarmıştı İlkay’ı. Adem ise sadece sarılabildi İlkay’a. Umut; yalınayak ve saçları rüzgara emanet, mavi gözlü bir kadın olarak dikilmek üzereydi Efendi’nin karşısına.
Artık birbirlerinin yüz ifadesini bile seçebilecekleri kadar yaklaştıklarında Efendi elini Özlem’in elini tutmasını istermiş gibi uzattı ve ‘’ gel de bitsin ‘’ dedi. Özlem kafesin yanına doğru hizaya vardığında bir an durakladı ve eşine baktı. Zaman akmak istemezcesine yavaşlamıştı. Belki onun da sona tahammülü yoktu bu saatten sonra. Özlem daha fazla bakarsa gidemeyeceğini düşündüğü için gözlerini kapadı, yüzünü çevirdi ve Efendi’ ye doğru ilerlemeye devam etti. İlkay sadece ‘’ Özlem’’ diye bağırabiliyordu. Başka diyeceği hiçbir şey yoktu. Sadık sessiz ve tepkisiz Adem ise meraklı gözler ile olacakları izliyordu. Serkan ise fedai gibi Özlem ile hareket etmeye devam ediyordu.
163
Efendi bekliyordu, Aylin evden dışarı çıkmak üzereymiş gibi kapının eşiğinde belirmişti. Özlem karnı burnuna gelmiş olan kızı gördü. Elini kendi karnına koydu bir an için ve durdu. Birkaç adım daha attığında Efendi’ye dokunabilecekti. Olması gereken, olmaması gereken her şey biraz sonra olacakmış gibi hissetti. Midesi bulandı eli ayağı boşaldı ve bayılmak üzereymiş gibi gözünün önünde kabarcıklar uçuşmaya başladı. Serkan Özlem’i omuzlarından tuttu halinin hal olmadığını anlayınca ve ‘’ iyi misin abla? ‘’ diye sordu. Özlem gülümsedi ve ‘’ iyiyim, burada kal sen daha gelme ‘’ dedi ve birkaç adım daha attı.
Efendi kafese dönüp ‘’ eh bunlara da artık gerek kalmadı ‘’ dedi ve kafesin içindeki Adem, İlkay ve Sadık sanki sırtlarından bıçaklanmış gibi ani şok bir acı ile inleyip yere yığıldılar. Nefes alamıyorlardı ve yüzleri hızla kızarıp morarmaya başladı. Özlem ardına dönüp baktı ve olanı idrak ettiğinde ileri bir adım daha attı. Hayatında en zor attığı adım buydu. Artık elini uzatırsa Efendi’ye dokunacak gibiydi. Dünya titriyor, deprem uğultuları İsrafil’in sur borusunu andırıyordu.
Elini uzattı.
Efendi’nin eline doğru…
Efendi ağzını açıp heyecanla ciğer dolusu bir nefes aldı ve kendini hazırladı ama Özlem ona dokunmak yerine çömelip elini yere, toprağa koydu avcu iyice toprağa temas edecek şekilde. Aynı ona gösterilen an gibi, aynı yapması gerektiğini düşündüğü o son hareket gibi. Ne olacağını bilmeden, sonrasını göremeden, son bir umutla…
Tüm sesler sustu, zaman durdu…
29- SON AN
Özlem’in avcu toprağa değdiği anda tüm görüşü, tüm zihni, tüm benliği ile birlikte her yer ve tüm ışıklar aniden sönüp gitmiş gibi artlarında bir huzme bırakarak karardı aynı eski ve tüplü bir televizyonun kapanışı gibi. Midesindeki boşluk hissi tamamıyla insanlara dokunduğunda, Efendinin mührünü sildiğinde hissettikleri ile aynıydı. Mühür kalkınca o kişinin tüm yeteneklerini ve bilgilerini de ‘’ gören ‘’ Özlem şimdi bu hissi sanki bir şelaleden üstüne dökülüyormuş, altında yıkanıp onunla arınıyormuş gibi yoğun hissediyordu.
Önce toprağın altındaki karıncalara ve börtü böceğe dair görüntüler geçmeye başladı gözünün önünden. Onların doğayla bütünleşik yaşamına dair deneyimler, DNA sarmallarına kadar kodlanmış her şey Özlem’e doğru akmaya başladı. Devamında bulunduğu yere yakın arazide yaşayıp ölmüş ve toprak altında bulunan diğer canlılara ve insanlara yöneldi görü. Binlerce, on binlerce yıl önce yaşamış ve ölmüş insanların bildiği, gördüğü, öğrendiği her şey üstüne doğru akan bir resim galerisi gibi gözlerinin önünden geçiyordu ve benliğini doldurup taşırıyordu.
Sonra görüntü tüm dünyayı uzaydan masmavi bir bilye gibi gösterdi. Özlem’in o an bulunduğu yerden parlayan bir ışık sanki dallanıp budaklanan bir yıldırım gibi dünyanın diplerine, çekirdeğine doğru salkım saçak açıldı. Dallar dallara bölündü ve sonunda tamamını kaplayıp bembeyaz bir ışık topuna dönüştü.
164
Toprağa değen, toprağa düşen, topraktan geçen ve onda nihayet bulan her şey, her canlı, her ölü, her bilgi, her deneyim, her yetenek, her irfan sahibinin suretiyle Özlem’e doğru koşa koşa saldıran bir linç güruhu gibi çullanıyordu. Sanki ölümle toprakta nihayetlenen, rüzgarlarda savrulan tüm o bıraktıkları yaşama sevinci ve umudu Özlem’de tekrar yeşerecekmiş gibi akın ediyorlardı. Öldükleri andan beri bekledikleri sanki buymuş gibi heyecanla tüm o canlılar, insanlar…
Kuruyup ya da çürüyüp toprak olan çiçeklerin mevsimlerle ilgili hatırladıkları ve adaptasyon yetenekleri, hayvanların hayatta kalmak için keşfettikleri tüm o bilgi ve deneyimler, tüm o sezgi yetenekleri, şimdiye dek yaşamış ve ölmüş tüm o insanlar, ölümün gerçekliği ile yalan olarak yitip giden tüm o fikirler, potansiyeller, hayaller, hevesler…
Zamanın ve mekânın anlamını yitirdiği bu deneyim Özlem’i başkalaştırmaya başladı. Korku, öfke, insani duygular, kaygı…
Hepsi anlamını yitirmişti.
Özlem bu sefer Dünya’ ya dokunmuştu…
Dünya’nın ta kendisine…
Dünyada ölen her şey Özlem’ de tekrar hayat buluyordu.
Efendi’nin yaptıkları ile ölmekte olan Dünyanın da bizzat kendisi Özlem’in ona dokunmasına izin vermişti. Bildiği, gördüğü her şey tüm o üstünde yaşayıp ölenlerle ona geri dönen tüm o bilgiler, sırlar, hazineler, milyarlarca insanın ve sayısız canlının hikmeti de, hünerleri de Özlem’ de vücut buluyordu.
Bir anlık dokunuş…
Bu dokunuş ile öğrendikleri, bilincine ve belki de ruhuna eklediği tüm bu sonsuz bilgi bir insanın taşıyabileceğinden milyarlarca kat fazlaydı. Zamanın durduğu bu anda Özlem artık dokunuşuyla gelenlerin etkilerini fiziksel olarak hissetmez hale gelmişti. Bilincinde donmuş kalmış öylece sürecin bitmesini bekliyor gibiydi. Tüm bunların arasında tanıdık bir eli saçlarında, başının üstünde hissetti çöktüğü yerde.
Bu gözleri yaşlı, son gördüğü zamana göre oldukça yorgun ve yaşlanmış görünen ‘’ Gören Göz ‘’ ün kendisiydi ‘‘ Artık bitti ‘’ dedi ve etrafına son bir göz gezdirirmiş gibi hareketler ile önce usulca oturdu. Sonra da uzanarak kendisini toprağa bıraktı o da.
Özlem’in dünyaya dokunuşu ile son gördüğü, son aldığı bu olmuştu.
Son sırra da böylelikle vakıf oldu. Zamanın durduğu ama belki onlarca yılın geçtiği o anda ilk defa hayretle gözlerini açtı Özlem ve elleriyle yüzünü kapattı.
Göz kapaklarının kapanışı ağlamaklı bir yüz ifadesinin son jesti olmuştu.
Kulağındaki çınlama durdu, görüntüler bitti. Zaman bir ses bombası gibi patlayarak tekrar akmaya başladı…
Özlem aynı çöktüğü yerde duruyordu. Uzun siyah saçları, ak düşen perçemi yüzünü örtüyordu. Efendi bir an için korkuyla elini çekti ve geriye bir adım attı.
‘’ Ne yaptın sen? ‘’ diye sordu histerik bir ses tonuyla.
165
Özlem donmuş kalmış gibiydi. Zamanın durduğu anda yaşadıkları, gördükleri ve aldıkları yüzünden perçemlerindeki beyazlık sadece iki saniye içinde tüm saçlarına indi aynı yukarıdan aşağıya salınan bir perde gibi dalgalanarak ve parlak bir inci beyazına çaldı en nihayetinde. Başından buhar çıkıyordu belli belirsiz. Elini topraktan kaldırdığında yerle avucu arasında bir anlık elektriklenme görüldü. Dünya uğulduyor gibiydi ve uğultuyu depremler izlemeye başladı. Büyük ve sarsıcı değil ama rahatsız edici bir titreklikte Özlem’in adımlarıyla ürken dünya şimdi biraz daha korkmaya başlamıştı sanki. Bitmek bilmeyen depremler şeklinde tir tir titrerken yerler Özlem yerinden olağandışı bir çabukluk ile doğruldu.
Tabi artık hala Özlem ise bu varlık.
‘’ Ne yaptın dedim? ‘’ diye sordu yine Efendi. Bir adım daha atmıştı geriye. Özlem gözlerini açtı. Artık göz kapaklarının ardı tamamıyla sütümsü bir beyaz doku ile kaplanmış, olağan dışı bir perde inmişti gözlerine. Capcanlı mavi gözleri bembeyaz bir kefenle kaplanmış gibiydi.
Efendi olan biteni anlamaya çalışıyordu vakarını kaybetmeden. Aylin karnını tutarak bıçak gibi saplanan bir sancı ile yere yığıldı ve çığlığı herkesin kulağında yankılandı. Ölümden başka bir şey kalmayan dünyada bir bebek dünyaya gelmeye hazırlanıyordu. Efendi ardına dönüp bakmadı bile ne olduğunu anlasa da. Özlem Efendi’ye doğru yürümeye başladı yavaş ve emin adımlarla.
‘’Bir sen kaldın’’ dedi.
Efendi ise geriye doğru sendeliyordu. Bilincini, tüm gücünü karşısındaki varlığa doğru yönlendirdi. Etkisi altındaki tüm doğa olayları, tüm canlılar, her şey bir anlığına bu etkiden azade kılındı ve o an Efendi içinde bulunduğu tehlikeyi anladı. Karşısında savaş açtığı insanlığın, nefret edip tiksindiği Dünya’ ya dair her şeyin bir bütünü olarak geliyordu Özlem. Gözleri fal taşı gibi açıldı ve elini ileri doğru savurarak verdiği emir ile kafesin içindekilerden başlayıp haricinde dünyada hayatta kalmayı bir şekilde başarmış her kim varsa onları da öldürecek o son darbeyi indirecek olan iradeyi serbest bıraktı.
‘’Bir sen kaldın‘’ diye tekrar etti Özlem ve atik bir hamle ile Efendinin eline doğru uzandı ve tuttu.
İşte Kıyamet tam o anda koptu…
İlkay canında kalan son nefesi ile ‘’ Özleeeem ‘’ diyerek bağırdı ve yere yığıldı. Adem’in sesi çıkmamış, öylece bir damla gözünden süzülerek yanağına inmişti. Sadık birden pili bitmiş bir oyuncak gibi öylece kalakalmıştı. Serkan ise önce dizlerinin üstüne çöktü, sonra da öylece yığıldı yere durduğu yerde.
Efendi’nin iradesi bir orak gibi biçmişti canlarını…
Özlem Efendi’ye dokunduğu anda onun varlığından mızrak gibi fırlayan ölüm emirlerini görmüş fakat durduramamıştı. Sadece gözlerini kapadı ve son kalana odaklandı.
Dokunduğunda kapattığı gözlerini açtığında karşısında küçük ve sevimsiz bir çocuk vardı. Üstü başı çamur içinde, saçları kaba saba bir şekilde tıraşlanmış ve çizikler halinde yaralar görünüyordu kafasında. Ormanlık bir alandalardı ve etraftan vahşi hayvan sesleri geliyordu. Çocuk ise bunlara duyarsız oturduğu yerde yaşlı gözleri ile etrafındaki taşlara bakıyordu. Özlem onları alıp birilerine fırlatacağını düşündüğünde taşlar zangır zangır titremeye başladı önce ve oldukları yerden havalandılar ve yüzünün etrafında dönmeye başladılar. Çocuğun yüzündeki ifade oldukça rahatsız ediciydi. Kırık ve çarpık dişlerini ortaya çıkartan gülümsemesi yeni bir oyuncağa sahip olmuş bir çocuğu hiç de andırmıyordu.
166
‘’ Önce bana verilenin ne olduğunu öğrendim ’’ dedi Efendi ve Özlem beklemediği bu ses ile irkildi. Efendi yanında genç ve yakışıklı, kendini en güçlü hissettiği zamanlarda kullandığı bir sureti ile görünüyordu. Özlem’in gözlerinin önünde görüntü fırlatılan bir kameranın kaydettiği çalkantılı bir video gibi özensiz taklalar atarak başka bir sahneye evrildi. Aynı çocuk biraz daha büyümüş ve bir ağaç dibinde oturmuş tuhaf bir meyve yiyordu. Ama kemirdiği elmamsı tuhaf meyve bir türlü bitmiyordu. Isırıp kopardıkça o çiğnerken yeniden doluyordu o çarpık dişlerinin açtığı boşluk.
‘’ Sonra onunla ne yapacağımı ‘’ dedi Efendi. Çocuk ellerine bakıyordu. Tırnakları olduğu yerde birkaç saniye içerisinde üç santim kadar uzayıp sonra geri kısalıyordu. Gülümsedi ve sonra meyvesini kemirmeye devam etti.
‘’ İhsanın yağmurla dağıtıldığı yıllardı, herkes bir çeşidinden sebeplendi, en çoğunu toprak aldı ‘’ dedi. Görüntü birbirine ölümüne saldırıp vuran insanlar, insanımsı primatların ve hatta neandertal diye bilinen insanımsıların olduğu büyük bir savaşa geldi. Kemik sesleri, çığlıklar, uluma sesleri birbirine karışmış toz duman götürüyordu. Özlem aynı kendisi gibi bu karmaşayı izleyen ağacın tepesinde iki kız çocuğu gördü. Sakince olan biteni izliyorlardı.
‘’ Evet sen ve kardeşin ‘’ dedi Efendi. Tabi o zamanki halleriniz. Özlem parlak renkli gözlerini uzun mesafeden dahi olsa tanımıştı. Aynı ilkokula giden önlüğünü yakasını giymiş küçük Özlem gibi ama iki tane olan kız çocuklarıydı gördüğü.
‘’ Bu kavga gibi çok fazlaları yaşandı bu birkaç yıl içerisinde. Dağıtılan ihsandan kimilerine düşünme, kimilerine görme, kimilerine öğrenme, kimilerine emretme düşmüştü. Kimilerine ise hiçbir şey düşmedi ve acı olan onların kazanması oldu. Vahşilik tüm o ihsan sahiplerini yok etti. Bir kaçımız hariç… ‘’ dedi Efendi.
Özlem bambaşka bir görüntüde ayak bastığı yerlerde çiçekler açtıran çocuklar gördü. Kelebeklere bir şeyler fısıldayıp elinden uğurlayan kızlar, hayvanlara yük taşıtan adamlar ve herkesi yönetimi altında tutan kayaların üstünde kendine bir koltuk oydurmuş olan bir genç adam gördü. Bu Efendiydi. İhsanı yeşertmeye ve keşfetmeye, hatta paylaşmaya çalışıyordu. Aynı Özlem’in çocukluğu gibi olan o iki küçük kız da oradaydı. Beraber yaşadığı belli olan bu küçük kabile de herkes oldukça mutluydu bu görüntüde.
Ta ki bulundukları yer barbarların saldırısına uğrayana kadar. Efendi o karınlarını tok tuttuğu, tehlikelerden korumaya çalıştığı, yeteneklerini keşfetmeye ve geliştirmeye çalıştığı tüm o ailesinin birden kalabalık bir güruhun arasında kalmasına şahit oldu. Güçlerini kullanarak havalandırdığı taşları adamların kafalarına yağdırıyordu ama yetmiyordu. Gözleri alev alev yanmaya başladı. Bir ceylan gibi sekerek o da güruhun arasına atladı ve savaşmaya başladı ama gücü yetmiyordu çünkü vahşiler çok kalabalıktı.
Kafasına aldığı bir darbe ile yere yığıldı Efendi ve öylece kalakaldı. Vahşiler gürültüler ve bağırtılar eşliğinde bütün erkeklerin kafalarına vurup bütün kadınları da sırtlayarak götürdüler. Toplanan yiyecekler, yüzülen deriler, eşyalar hepsi ya berbat olmuş ya da alınıp götürülmüştü.
167
Efendi gözlerini açtığında kendi gibi öldü diye bırakılan birkaç yaralı hariç kimse kalmadığını gördü. Gözlerinden süzülen yaşlar sayısız yıllar boyunca yaşadığı hayatının son gözyaşlarıydı.
Dökülen kanı tam nerelerden döküldü ise tam da oralardan geri vücuduna yılan gibi kıyıl kıyıl dolanarak kavuşurken o bunu yapmak için hiç odaklanma gereği bile hissetmeyerek diğer hayatta kalanlara bakıyordu. Yaraları kendiliğinden kapanıyor, vücudundaki morluklar yerini ten rengine bırakıyordu.
‘’ Ben bir lanetten doğdum, bir ölüden… ‘’ dedi Efendi. O zaman yeterince bilmiyordum ve bir öğretenim de hiçbir zaman olmadı ‘’ diye devam etti. Gücünün sınırlarından bahsediyordu. Özlem ‘’ telekinezi ‘’ dedi şaşkın bir ifade ile ve kafası düşüncelerle doldu.
Bir insan telekinezi ile bu noktalara gelebilir miydi? Belki de bin yıllar boyunca geliştirir ise yeteneğini olabilirdi. Özlem bir anda Efendi’nin yaptığı olağanüstü şeyleri düşündü. Eşyaları hareket ettirmekten, onlara söz geçirebilmekten belki başlayan güç gelişerek önce kendi bedenine, sonra canlılara, hatta hücrelere hatta atomlara söz geçirmeye kadar gelişmişti demek ki. İnsanların beyinlerine ulaşıp gördükleri şeyleri bile farklı algılamalarını sağlıyordu. Organik olsun olmasın madde ve ötesine hükmediyordu.
Efendi acı bir gülümseme ile dalga geçercesine baktı Özlem’e telekinezi lafını duyunca ve görüntü yine çalkalandı ve duruldu. Bu sefer yanında konuşan Efendi o ilk gördüğü çocuk haliyle konuşuyordu.
‘’ Sen ve kardeşin görenlerin en yeteneklileriydiniz. Duyanlar vardı evreni dinliyorlardı onlar ama bu özellikleri ile ve duydukları ile neler yapabileceklerini daha anlayamadan yok olup gittiler. Hissedenler, koklayanlar hatta, hepsi yok oldu. Onların yok olduğu iyi oldu evrenin kan koktuğundan bahsedip duruyorlardı. Konuşanlardan ise bir tek ben vardım, başkası hiç olmadı ‘‘ dedi.
Artık bir mağaranın içindeydiler. Tepesindeki delikten belli belirsiz gökyüzü seçilebiliyordu. İçinde ise sebepsiz bir ateş içerisini ısıtıyor ve aydınlatıyordu. Sallanan ateşte dans eden gölgeleri birbirine
Özlem insanı insan yapan duyu organlarından bahsettiğini anlamıştı.
‘’ Vahşiler yani hiçbir ihsanı olmayanlar herkesi, hepsini yok etti ve onların kadınları ile de ürediler. Onlardan doğanlar ihsanın ancak suretine sahiplerdi ve her nesilden nesle geçişte bu suret biraz daha silikleşip yok olup gitti.’’ dedi. Özlem küçük kızları düşündü dinlerken, neler yaşamış olabileceklerine dair hafızasını yokladı dünyadan öğrendiklerinden.
Efendi ‘’ cesetlerini hiçbir zaman bulamadım ama yaşantım boyunca hep ya birinizi ya diğerinizi farklı zamanlarda farklı mekânlarda gördüm ya da hissettim ‘‘ dedi.
Bir çift meraklı göz hep etrafında dolanmıştı Efendi’nin. Tüm o yüzyıllar, binyıllar boyunca hem de. Güçlerinin sınırlarını keşfederken vahşilerin durulmasını, sonra da bir topluluk olmaya başlamasını izlemişti. Sonrasında ise bir umut durulmalarını. Ama gelişimlerinin hep kanla ıslanan topraklar üzerinde olduğunu gözlemlemiş ve yaşadığı bin yıllar boyunca zaman zaman onları yönlendirmiş, zaman zaman oyuncak gibi oynamış, zaman zaman ise parça parça kıyametlerine sebep olmuştu.
‘’ Bunları bana neden anlatıyorsun, zaten yaşadığın bildiğin her şey benim olacak ‘’ dedi Özlem. Sesindeki kararlı ton muhatabını bu olan bitenin, bu gördüklerinin, bu konuşmaların tamamının zamandan azade bir anın içinde yaşanmakta olduğunu pekala biliyordu.
‘’ Buna o kadar emin olma, ben üstüne basıp yürüdüğün bir çürük zemin ya da boş cebindeki bozuk parasını aşırır gibi benliğini aşırdığın o aciz insanlardan birisi değilim ‘’ dedi Efendi.
Gözleri alev alev parlamıştı bir anda. İradesi bir abide gibi Özlem’in karşısına dikilmiş ve bu ana hazır olduğuna dair kararlı bir ifadeye bürünmüştü yüzü.
Özlem ise gram etkilenmemiş bir şekilde artık ne olacaksa olsun der gibi Efendi’nin üstüne bir hamle yaptı ve zihinlerinde buluştukları bu mana boyutu bir sabun köpüğü gibi patlayarak kendilerini tekrar dünyada, efendinin bahçesinde bulmalarına sebep oldu.
Tırnaklarını efendinin eline saplamış bir halde buldu kendini Özlem. Efendi elini çekmeye çalışıyordu ama başaramıyordu. Özlem ise duygusuz bir yüz ifadesi ile Efendi’nin çaresiz çırpınışını izliyordu. Direniş biraz güçlenir gibi olduğu anda diğer elini de Efendi’nin yüzüne alnına doğru bastırdı ve anlık bir ışık çakması oldu. Bariyerler kırılmış, defanslar geçilmiş, irade tükenmişti.
Efendi hiç tahmin etmediği bir şekilde yenildi…
168
Özlem adamı elinden cansız bir kuklayı öylece bırakır gibi bıraktı. Artık Efendi iskeletin üzerine kurumuş bir deri sıvanmış, gözleri çökük elleri titrek bir hilkat garibesi gibi görünüyordu. Özlem’in üzerinde onu ve görüşünü manipüle edebilecek hiçbir etkisi kalmamış onunla ilgili nasıl hissedeceğine dair benliği üzerinde tüm gücü ve otoritesi tükenmişti.
Adam yorgun gözlerini açtı ve karşısındaki kadına korku ve hayret ile baktı. Gücünü kullanarak bedenini tekrar doğrultmaya kalktığında buna ket vuran bir irade hissetti.
Kullanamıyordu.
Yapamıyordu.
Kuşlara, çimlere, gözünün gördüğü ya da görmediği canlı cansız bir şeylere ulaşmaya çalıştı, olmadı. İradesi oturduğu yerden kalkmak isteyen ama annesi tarafından tutulduğu için hareket edemeyen bir çocuk gibi çaresizce çırpınıyordu.
Gücü aslında yerinde duruyordu elinden alınmış değildi, sadece kopyalanmıştı ama bu kopya gücün sahibi kendisinden çok daha güçlü bir varlık haline geldiği için mücadele edemiyordu.
Omuzları düştü…
Kafasını kaldırıp Özlem’e baktı.
Özlem şaşkın bir şekilde etrafına bakıyor, sağa sola göz gezdiriyordu. Aklına kafesin içindekiler geldi ve başını çevirip İlkay’ın, Adem’in ve Sadık’ın cansız bir şekilde orda yatmakta olduklarını gördü.
‘’ Onları geri getirebilirsin ‘’ dedi Efendi güç bela, dizleri titreye titreye ayağa kalktı ‘‘ Hepsini her şeyi geri getirebilirsin, ne bok yemek istiyorsan yiyebilirsin artık ‘’ dedi ve yere tükürdü.
Özlem hayal kırıklığı ile dolu bir ifadeyle bakıyordu Efendi’ye ‘‘ Öldürdün onları, hepsini herkesi öldürdün ‘’ dedi. Zihni ölümle dolmuştu. Tüm o acılar, tüm o canlıların ölümle karşılaştıkları anda yaşadıkları korkular, endişeler, pişmanlıklar içini okyanusların dibi kadar karanlık ve soğuk bir hisle doldurmuştu.
‘’ Hepi topu birkaç milyar insan. Şimdiye dek dünyada yüz milyardan fazla insan yaşadı ve onları kim öldürdü? Ben mi öldürdüm? Hayır. Kendi kendilerinin katili oldular. Benim günahım insanlığın günahı karşısında hiçbir şey.’’ dedi Efendi. Kendini ifade edebildiğini düşünüyordu ama bunu neden yaptığına dair içinde hiçbir fikre rastlayamadı.
Sustu.
Özlem ‘’ Öldürmek yerine yapabildiklerinle…’’ cümleye devam etmeden önce kısa bir sessizlik oldu. Zaman için kısa Özlem’in zihninde ise belki saatler süren bir andı. Tüm o güçle neler yapılabileceğini, tarihin nasıl şekillendirilebileceğini, insanlığın dünyanın nasıl bambaşka bir yer olabileceğini düşündü. Kelebek etkisi ile binlerce yıl önce başlayıp insanları yanlış olduğu bilinen şeylerden uzak tutacak şekilde yönlendirebilirdi, savaşları durdurabilirdi, hastalıkları önleyebilirdi, soykırımlar, tüm o acılar, yıkımlar hepsi bertaraf edilebilirdi.
Hayatında son kez gözyaşlarına boğuldu o anda. Çocuklar gibi ağlamak istiyordu aslında yerlerde yuvarlana yuvarlana ama bunu yapmadı. Öylece durdu orda. Yaşlar gözlerini kaplayan o sütümsü beyaz tabakayı yıkadı geçti. Görüntüsündeki o sıra dışı hal yerini normal bir genç kadına bıraktı. Sadece tüm saçlarını bürüyen beyazlar kalmıştı son yaşananlardan yadigâr.
Sessizliği Aylin’in çığlıkları bozdu. Artık doğumu başlamıştı ve olan bitenleri takip etmekten son derece uzaktı. Tek yapabildiği çaresizce çektiği acıları çığlıklarına gizlemeye çalışmaktı.
Efendi ardına dönüp baktı ve sonra geri Özlem’e döndü. Gözlerinden merak, Özlem’in ne tepki verip ne yapacağına dair bir beklenti dalgası yayıldı.
‘’ Her şeyi geri döndürebilirsin, bunu biliyorsun değil mi ? Özlem heyecansızdı.
‘’ Tüm ölenler, yıkılanlar, her şeyi geri getirebilirsin. Bırak beni kızımı alıp gideyim. Söz beni bir daha görmeyeceksin bu alemde ‘’ dedi.
Dediklerine kendi bile inanmıyordu ama bunları söylemekten başka yapabilecek herhangi bir şey bulamamıştı. Özlem gözünün önünden sanki bir ok gibi geçen o ölüm emirlerini hatırladı.
‘’ Sen kal orda ‘’ dedi Efendi’ye ve kafese doğru yürümeye başladı.
Efendi kıpırdayamıyordu bile, orda kaldı.
Özlem Efendi’nin yaptığı taştan kafese doğru ilerlerken kafes toza dönüştü ve esen tatlı bir dağ meltemine karışıp gitti. Özlem’in adımlarına Aylin’in çığlıkları eşlik etmeye devam ediyordu.
169
Doğum gerçekleşiyordu.
İlkay ile aralarında birkaç metre kalana kadar yanlarına yürüdü ve durdu. Adem, Sadık biraz ötelerinde Serkan öylece yığılıp kalmışlardı. Özlem dünyaya değdiğinde aldığı sayısız benliğin içinde onlara ait olanların da bulunduğunun idrakına vardığında boğazı düğümlendi. Öldüklerini o ana kadar anlamış fakat kabullenmemişti, o anda ise artık kabullenmek zorundaydı.
Aylin’in çığlıkları sustu.
Yerini doğan bebeğin canhıraş çırpınışlarıyla ağlayışının sesi almıştı.
Efendi başını çevirip bakamıyordu bile. Sinirden boyun damarları şişmiş, Özlem’in üstündeki iradesini kırmaya hayatında hiçbir şeye çabalamadığı kadar çabalıyordu fakat başaramıyordu.
Özlem dönüp ardına baktı.
Bebeğe…
Ölümle yaşam arasında kalmıştı. Bir anlık tereddüt anı öylece geldi geçti zihninden adımını atmadan önce. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı ve uzun zamandır içinde tuttuğu, biriktirdiği o çığlık patlayıverdi. Bulutlar kaçıştı çığlığından, ayakta durduğu yerdeki otlar kavruldu gitti bir anda.
Binlerce, milyonlarca, sayısız ölüm emri makineli tüfekten ateş edilir gibi yağdı Özlem’in bedeninden Efendi’ye doğru. Sanki her bir hücresine tek tek gönderiyordu çığlığının eşliğinde. Efendi sara nöbeti geçirirmiş gibi titremeye başladı. Önce dudakları morardı ve gözleri çökükleşti. Sonra da derisi kararmaya başladı.
Bebek ağlıyordu bir yandan. Hayata gözlerini açtığı dünyada ilk duyduğu Özlem’in çığlıkları, ilk gördüğü kanlar içinde cansız yatan annesinin bedeninin az ötesinde ölmekte olan babasının titreyişleriydi. Talihsiz bebek aynı babasının doğumundaki gibi bir lanetle, bir cesetten doğmuştu.
Özlem’in çığlığı da, o görünmez oklar gibi ardı arkası kesilmeyen ölüm emirleri de bitmiyordu. Efendi her bir titreyişte biraz daha ölüyor, biraz daha eskiyordu. Artık etleri yırtılıp sarkmaya, derileri dökülmeye başlamıştı.
‘’ Her şeyi eski haline getirebilirsin çünkü ‘’ dedi tekrar son gücüyle ama devam edemedi çünkü dili ağzının içinde parçalandı ve pelte pelte döküldü yere.
Vazgeçti…
‘’ Ne yaparsan yap ben kazandım ‘’ dedi ardına dönüp doğan çocuğuna bakarken ve böylece geleni kabul etti, direnmeyi bıraktı ve geldiği yere doğru yolculuğuna çıktı.
Paramparça bir halde yığıldığı yerden parçaları ufalanarak esen rüzgâra karışmaya başladı. Rüzgâr Özlem’in iradesi ile tüm o zerreleri topladı ve minyatür bir siklon oluşturarak göğe doğru yükseldi.
Birkaç dakika sonra efendiye dair ardında bıraktığı çocuktan başka hiçbir zerre bu dünyada ya da atmosferde bile kalmayacaktı.
Özlem artık acıklı bir detaydan ibaret kalan Efendi’yi yok ettikten sonra kaldığı yere, ölümle yaşam arasındaki o çelişkiye geri döndü dizlerinin üstüne çökerek.
Her şeyi geri döndürebilirdi evet. Ölenleri geri canlandırabilir ve hatta tüm bu yaşananları da hatırlamayacakları şekilde zihinlerini inşa edebilirdi aynı Efendi’nin galiz hislerle yıktığı mabetleri ve binalar ve gönülleri tekrar inşa edebileceği gibi.
Derin bir nefes aldı ve İlkay’ın yanına doğru yürüdü. Elini avcu bir gözünü kapatacak şekilde başının üstüne koydu ve…
170
30- YILBAŞI RÜYASI
Özlem arabanın arkasında düşünceli düşünceli dışarıyı seyrediyordu. Kar yağalı birkaç gün olmuş tuzlanan yollardan taşanlar yol kenarlarında gri ve çirkin birikintiler bırakmıştı. İlk yağdığı gece ne güzel tertemiz bir beyaz örtü oluşturan karın insana değdikten sonra ne hallere gelebildiğini görmekti bu kadar düşündüren.
‘’ Yolda bitmek bilmedi değil mi Özlem Teyze ‘’ dedi Zeynep. Özlem duymadı bile. Ancak araç hastanenin otoparkına girip durduğunda kendine geldi ‘‘ Bir şey mi dedin canım? ‘’ diye sorduğunda Zeynep bir şeyler diyeli iki üç dakika geçmişti bile.
‘’ Yok teyze geldik ‘’ dedi Zeynep ve Özlem’in kapısını açtıktan sonra arabanın bagajından bir sürü torba ve büyük bir paket alarak yola koyuldu. Özlem ilerlemiş yaşına rağmen oldukça dinçti ve hızlı adımlarla ilerliyordu. Zeynep yaşlı kadına yetişmekte güçlük çekiyordu özellikle de asansöre yönelmek için park eden arabaların arasından geçerek yolu kısaltmaya çalışırken.
‘’ Ya teyze yetişemiyorum bekle beni ‘’ diye seslendi birkaç adım gerisinden. Özlem yavaşlamadı bile. Bir an önce İlkay’ın yanına gitmek istiyordu. Zeynep ancak Özlem asansörün düğmesine bastıktan sonra yetişebildi.
Asansör hastanenin üst katlarına çıkarken aynada önce kendisine sonra da Zeynep’e baktı Özlem. Saçları sedef renginde görünüyordu asansör ışığında ve yaşadığı uzun ömrün izleri yüzünden okunuyordu. Gözlerinin çevresi, yanaklarındaki çizgiler, gülümsemelerle geçen bir ömrün bıraktıklarından başka bir şey değildi.
Zeynep ise hep babasının hayalindeki gibi bir kız olup çıkmıştı işte. Okulunu bitirmiş uzmanlığını almış bir doktordu. Gözleri aynı babasına çekmişti. Çok canlı bakıyordu ve şaşırdığında, heyecanlandığında sanki yuvalarından çıkacak gibi kocaman açılır, babasına daha da benzerdi.
Özlem asansörün seçilen kata varma sesiyle aynadan kapıya doğru döndü ve yine aynı hızlı adımlarla İlkay’ın odasına doğru ilerledi. Kapıyı açıp içeri girdi ve her bu odadan çıkıp girdiğinde yaptığı gibi sarılır gibi üstüne doğru eğildi.
‘’ Bak ne getirdik ‘’ diyerek geri çekildi ve Zeynep’e döndü. Zeynep elindeki paketleri açmaya, torbalardan da süsleri çıkarmaya başladı. Pire gibi hareket ediyordu odanın içinde. Omzuna kadar inen kömür karası saçları hareketine yetişemeyip ardında savrulup duruyordu. Hareketleri sanki programlanmış ya da önceden provası yapılmış gibi, kurulu saat gibiydi. Beş dakika bile olmadan odanın içi yılbaşı süsleri, ışıkları ile yanıp sönmeye başladı ve son olarak da büyükçe paketin içinden hazır dizili minyatür bir yılbaşı ağacı çıktı.
İlkay konuşulanlara, kendisine söyleyenlere tepki vermiyordu. Yatağında yan dönmüş yanı başındaki dijital resim çerçevesinde birkaç saniyede bir değişen resimleri izliyordu. Karşısında Bali tatilinde çekilmiş resim vardı. Özlem çiçekli rengarenk bir elbise giymişti ve Zeynep’ de o an için bir şey göstermek için belki de Özlem’in eteğini çekiştiriyordu. Adem ise İlkay’dan uzun çıkmamak için resimde bir miktar dizlerini kırmıştı ve hizayı kontrol etmeye çalışırken çekilmişti resim. Zeynep’ in annesi Aylin’di resmi çeken ve kameraya doğru düzgün poz vermeyi başaran tek kişi Serkan’dan başkası değildi. Bir sonraki resimde de Adem yoktu ama Aylin vardı.
Doğumdan sonra aldığı kilolardan hala kurtulamamış bir Aylin vardı görselde. Özlem ise bu problemi hiç yaşamamıştı bile ne hikmetse. Bir sonrakinde ise eski kilosuna dönmüş bir Aylin Özlem ile birlikte rüzgâra kaptırmamak için elleriyle tuttukları şapkalarla sahilde çekilmişlerdi. Bir sonraki resim ise Adem’in imza gününden çekildikleri resimdi. Aylin eski formuna kavuşmuş ondan giden kilolar Serkan’a geçmişti sanki ve nihayet Hint fakiri gibi gezmekten kurtulup biraz kilo almış bir hali vardı. Adem sonradan devamını da yazdığı roman serisinin ilkinin 20. baskısından sonraki imza günündeydi. Kitabın illüstrasyonları İlkay’ın yaratıcı çizgileri ile hayata geçmişti tabii ki. Sonraki resim Zeynep’in ilk arabasını aldığı gündendi. Sevinçten havalara zıplayıp sonra da tüm ekibi gezmeye götürmüştü o gün ve hep beraber meyve kokteylleri içmişlerdi.
Ekibin hiç fire vermediği musmutlu geçen bir ömre ait günler dijital çerçeveden akıp gidiyordu…
Ekipte ilk fire Adem’in hayatını kaybetmesi ile olmuştu. Kitaplarından uyarlanan filmlerden birinin devamı ile alakalı görüşmelere katılmak için gittiği California’da otel odasında uykusunda ölmüş ve kullandığı ilaçlara ve alkole bağlanmıştı. Sonrasında giden Aylin olmuştu. Beyin kanaması geçirmiş ve hayatını kaybetmişti. Serkan’ı ise ekipten koparan çıkma artık tek başına diye diye vazgeçiremedikleri tekne turlarından birinde fırtınaya kapılıp teknesi alabora olmuştu. İlkay baktığı son resimlerde gitgide manzaranın daha ön planda olduğu, resim çekilen tiplerin sayısının azaldığını gördü. En sonunda geçen yılın yılbaşı kutlamalarından bir resim vardı. Serkan’ın emaneti Zeynep, Adem’in emaneti kırık kulaklı sevimli kedisi Spike vardı kadrajda. Sanki resim çekildiğini bilmiş gibi poz vermiş ve kameraya bakmıştı.
Hastane odasındaki hareketlilik sonlanınca Özlem artık yaşlılıktan kendi başına hareket etmekte zorlanan İlkay’ı omuzlarından tutarak yan yattığı yerde düzeltti ve başını kendilerini ve içerisini rahatça görebileceği bir pozisyona gelecek kadar yatağı kaldırdı.
171
Tepe lambasının ışığı yüzüne vurduğunda İlkay’ın elmacık kemiklerinin arkasında kaybolmaya çalışan çökük gözleri iyice açıldı ve odanın yılbaşı manzarası ile karşılaştı. Özlem o an gülümsediğini biliyordu her ne kadar bu İlkay’ın yüzüne yansımasa da.
‘’ Bir yıl daha bitti seninle ‘’ dedi Özlem ve uzanıp alnından öptü. Konuşamayan ya da tepkilerini jest ve mimiklerine yansıtmakta zorlanan İlkay aldığı enerji ile içindeki gülümsemeyi dışa yansıtmayı başardı.
Özlem’ de aynı sıcaklıkta bir gülümseme ile karşılık verdi. Her şeyi atlattıktan sonra geçen sakin ömürlerinin bir özetiydi bu karşılıklı gülümseme.
Yanı başındaki refakatçi koltuğuna oturdu ve İlkay’ın elini tutup iç geçirdi. Bir an için gözlerini kapatıp göz kapaklarının ardındaki karanlığın tadını çıkarmak istedi. Derin bir nefes alıp verdi ve gözlerini açtı. Karşısında Zeynep’in ona doğru eğilmiş donuk yüz ifadesi ile karşılaştığında irkildi. Zeynep ‘’ bırakmayacak mısın artık? ‘’ dedi. Özlem gayri ihtiyari geriye doğru çekilerek ‘’ neyi Zeynep anlamadım, ne diyorsun ‘’ dedi ‘‘ İlkay’ı, beni, bizi bırak artık yetmedi mi? ‘’ diye bağırdı. Zeynep bağırırken yüzünün şekli deforme olmaya başlamıştı.
Bozuluyordu…
‘’ Babamı bıraktın, annemi bıraktın, Adem amcayı bıraktın, bizi de bırak artık. Görmüyor musun artık eziyete döndüğünü ‘’ diyerek iyice Özlem’in suratına suratına bağırıyordu.
Özlem ayağa kalktı ve odanın köşesine doğru sindi. Zeynep’in yumuşamaya hiç meyli yoktu ‘‘ Yeter artık yeter anlıyor musun yeter, bırak artık. Bu bir rüya olmaktan çıktı yeter diyorum sana’’ diye bağırarak üstüne yürüdü ve kadının yüzünü ellerinin arasına aldı. Gözlerinin içine bakarak söylemek istemişti son sözünü ‘‘ Dayanamıyorum artık ‘’ dedi ve gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı.
‘’Dayanamıyorum…’’
Hıçkırıklara boğuldu ve dizlerinin üstüne çöküp yere kapandı kız. Onu tutan bir elin bırakmasıyla yerde öyle cansız duran bir bez bebek gibi görünüyordu elleri kolları.
‘’ mmmmm…’’
İlkay mırıldanmıştı. Özlem o anın kasvetinden sıyrılıp bir ok gibi İlkay’ın yanına fırladı. Dudakları hareket ediyor ama sesinin kısıklığından ne dediği anlaşılmıyordu. Kulağını iyice İlkay’ın dudaklarına dayadı ve ‘’ söyle canım ‘’ dedi.
‘’ Bırak ‘’ dedi İlkay.
Özlem duyduğuna kahrolarak doğruldu yerinde. İlkay’ın yüzüne baktı. İlkay gözlerini kapatıp başını yukarı aşağı sallamaya çalıştı ve biraz titreyerek dahi olsa bunu başardı.
‘’ Aynısını söylüyor değil mi? ‘’ diye sordu Zeynep. Canlandı ve Özlem’in yanına yürüyüp elini tuttu ‘‘ İlkay amcam da aynısını söylüyor değil mi? ‘’ dedi. Özlem kızın yüzüne bakmadan gözlerini kapatıp başını aşağı yukarı salladı.
‘’ Neden yaptığını biliyorum. Haklısın, kimi geri getirirsen getir aynı şey olmayacaktı. Tamamen senin iradenle yaşıyor hareket ediyor olacaktı, kendisi olmayacaktı aslında, anlıyorum teyze gerçekten anlıyorum neden geri getirmedin insanları anlıyorum. Ama yeter bu yaptığın ‘’ diyerek ikna etmeye çalışıyordu kendince.
Ama nafile.
Özlem aslında kararını çoktan vermişti bile. Zeynep’e döndü ve ‘’ seni çok özliycem biliyorsun değil mi ‘’ dedi. Zeynep Özlem’ e sarıldı ve gözlerini göz kapaklarını bastırarak iyice kapayıp kendini yokluğa hazırladı. Özlem ise bu yarattığı rüya aleminde bir koca ömür geçirdiği eşine baktı. İlkay’ın da hazır olup olmadığından emin olmak istemişti.
Hazırdı…
172
Zeynep kendini hazırladığı yokluğa, İlkay gitmesi gereken yere gitti. Özlem ise kendisini Efendi’nin evinin bahçesinde buldu. Karşısında İlkay’ın, Adem’in, Serkan’ın ve Sadık’ın cansız bedenleri vardı. Mücadeleleri buracıkta bitmiş olan, Özlem’i korumak için ve kurtarmak için canları pahasına yollara düşüp kudretiyle asla baş edemeyecekleri bir düşmanla karşılaşan bu adamların yolculuğu böylece bitmişti. Özlem bunu içine sindirememiş ve kabullenememiş, benliklerine hayallerinde olabileceğini düşündüğü bir hayatı yaşatmış ve bu güzel anılarla gitmelerini sağlamak için tüm gücünü yoğunlaştırmıştı. Upuzun yıllar boyunca kendi benliği de bu rüyanın içinde hapsolmuş, onlarla tüm o güzel anıları paylaşmıştı. Kendisinden çalındığını düşündüğü ve içinde kalacağına inandığı her şeyi de yaşamıştı böylece.
‘’ Bu kadarı ile’’ dedi Özlem ama lafın devamını getirmekte zorlandı. Boğazında kocaman bir yumru hissetmişti.
‘’ bu kadarı ile gitmenize izin veremezdim, bu haksızlık ‘’ dedi ve Sadık’a doğru ilerledi. Yüzüne doğru eğildi ve alnına dokundu. Adam fişi takılmış bir makine gibi hemen çalışmaya başladı. Gözlerini açtı ve ayağa kalktı. Etrafında olan biteni anlamaya çalışıyordu. Özlem anlaması ve bilmesi gereken kadarını Sadık’ın benliğine gönderdi ve arkasını dönüp evin girişine doğru ilerlemeye başladı. Aylin’in bacaklarının arasında birkaç karış ötede bebek artık ağlamayı bırakmış öylece meraklı gözlerle etrafa bakınıyordu. Vücudu kan revan içindeydi.
Özlem bebeği yerden almak üzere eğildiğinde göbek bağı tam kopması gereken noktadan ayrıldı Özlem’in iradesine boyun eğerek ve bebeği serbest bıraktı. Bebek Özlem’e sanki sarılırmış gibi elleriyle kavradı ve tekrar ağlamaya başladı. Özlem elinde tuttuğu bebeği bir koluyla kavrayıp öbür elini serbest bıraktı ve başını tutup gören gözü ile tam olarak tuttuğu canlının ne gibi bir canlı olduğunu anlamaya çalıştı.
Anladı da…
‘’dünyaya hoş geldin Zeynep Güneş ‘’ diye fısıldadı kulağına.
Güneş’in sıcaklığını yüzünde hissedene kadar tüm doğa olaylarını düzenledikten, kara bulutları savuşturduktan sonra yüzünü güneşe doğru çevirdi ve ‘’ merak etme yalnız olmayacaksın ‘’ derken Zeynep bebeğin başını tutan eli aşağı indi ve karnını tuttu.
Gülümsedi…
‘’Erkek’’
‘’ Hadi gidelim, yapacak çok şey var… ‘’
31 – YENİ DÜNYA
Özlem geniş ve oldukça rahat görünen büyük bir koltukta bağdaş kurmuş elinde sekreterlik gibi bir dayanağın üstünde bulunan kâğıda altından yapılmış ve değerli taşlarla süslenmiş dolmakalemi ile bir şeyler yazıyordu. Kalemin kâğıdın üzerinde dolaşırken çıkardığı ses dışarıdan oldukça rahatça duyulacak kadar sessizdi içinde bulunduğu geniş salon. Salonun duvarları da aynı şekilde taşlarla süslenmişti ama bunlar değerli taşlar değil bilakis quartz ve benzeri donuk beyaz renkli kristallerdi.
Bir sarayı andıran salon daha önce dünyada hiç var olmamış bir tasarıma sahipti. Dijital teknoloji adına hiçbir şey yoktu. Salonun en dibinde büyük bir tekli koltuk vardı tahtı andıran. Koltuk bembeyaz ve sırt yaslama kısmı da altı köşeli yıldız şeklinde bir tasarıma sahipti. Hemen önünde de cam fanusu andıran bir küre, içinde de tuhaf mekanizmalar vardı. Büyük bir yemek masası salonun ortasında öylece boş duruyordu. Sadece tam ortasında duran bir parça yuvarlağımsı kristal vardı. Kristal Özlem’in elbisesi ile aynı renkte yine aynı kırık beyaz bir renkteydi.
Özlem yazısına son noktayı koydu ve ayağa kalkıp salonun ortasına masaya doğru yürüdü ve kâğıdı kristalin üstüne bıraktı. Sonra da camdan bir fanusu andıran mekanizmanın yanına geldi ve elini üstüne koydu. İçinde yanan ışıkların her birisi birbiri ile kesişip en ortada birleşerek bir yön belirtti.
Yön yukarısını gösteriyordu.
Özlem gülümsedi, zaman gelmişti.
Ardından salonun doğu cephesine doğru yürüdü. Duvarlar iradesi ile yarıldı ve bir kapı ve balkon oluştu açılan deliği dolduran parçalardan. Özlem şöyle bir dışarıya baktı önce. Uçsuz bucaksız ağaçlarla kaplı yeşilin her tonundan bir manzara mavinin tertemiz berrak bir tonuna, okyanusa kavuşuyordu. Aşağıya doğru hafif eğilip baktığında ise sarayın bahçesinde el ele dolaşan kendi aralarında bir şeyler konuşmakta olan Zeynep ile İlkay’ı gördü.
Gülümsedi tekrar…
Başını kaldırdı ve gökyüzüne baktı. Bir ışık huzmesi indi bedenine doğru ve onu çepeçevre sardı. Özlem’in önce ayakları usulca yerden kesildi ve sonrasında da muazzam bir hızla yükselip ışıkla birlikte gök yüzüne doğru yükseldi ve gitti…
Birkaç saat sonra ancak İlkay ve Zeynep sarayın salonuna geldi ve annelerinin burada olmadığını anlayınca paniğe kapıldılar. Sadık’ da neler olduğunu bilmiyordu ve sorduklarında tek bir cevap bile veremedi.
‘’ Günlerdir buradan çıkmıyordu, annemiz nereye gitti ki? ‘’ dedi İlkay. Sarı saçları kulaklarının arkasından ensesine kadar uzanıyor koyu mavi gözleri de aynı annesininkilere benziyordu. Üstlerindeki kıyafetler birbirlerine benzeyen renklerde parlak ipekten dokunmuş çok şık elbiselerdi. Zeynep’in boynunda bir güneş kolyesi, İlkay’ın ise Ay şeklindeki kolyesi göz alacak kadar parlaktı.
173
Zeynep ‘’ baksana neredeymiş ‘’ diye sordu İlkay’a. İlkay’ da emir almış gibi aynı anda gözlerini kapatıp annesinden miras gören gözü ile onu görmeye çalıştı…
Başaramamıştı.
‘’ Gitmiş, yok ‘’ dedi telaşla.
‘’ Nasıl olabilir’’ dedi Zeynep ve etrafı kolaçan etmeye başladı, ‘’nasıl gider, nereye gider, senin göremeyeceğin bir yere gitmeyi nasıl başarır? ‘’ diye histerik bir şekilde kafası kesik tavuk gibi dolanıyordu.
Sonunda gördü…
Masanın üstünde bir kâğıt vardı. Eline aldığı anda içinde bir soğukluk dolaştı ve İlkay’a baktı. Genç adam ne olduğunu anlamak istemezmiş gibi başını salladı ve Zeynep’in yanına geldi. Mektubu elinden aldı ve kısa bir göz gezdirdikten sonra sesli bir şekilde okudu.
Mektubu okuyup bitirdiklerinde kelimenin her ama her anlamıyla dünya başlarına yıkılmıştı.
Birbirlerine baktılar ve başlarını öne eğdiler.
Özlem gitmişti. Dünyayı, insanlığın devam edip etmeyeceğine dair kararı ve birbirlerini onlara emanet etmiş ve gitmişti. Onları genç birer insan olana kadar büyüten, yetiştiren ve Zeynep’in içinden babasına dair ne varsa silip temizlediği gibi dünyayı da Adem oğullarının kalıntılarından tamamen temizleyerek yeni bir başlangıç yapmaya uygun hale getiren Özlem bir gün bile böyle bir günün geleceğinden, onları bırakıp gideceğinden bahsetmemişti.
Bu çok ağır gelmişti ama İlkay ve Zeynep birbirlerine bakarak insan ötesi bir hızla birçok ihtimali sessizlik içinde düşünüp tartışarak kararlarını verdiler. İlkay başını salladı onaylarcasına. Zeynep’ de salonu var eden tüm atomlara emretti.
Tek başına taht gibi duran koltuğun hemen yanında bir tanesi daha belirdi. Ardındaki sembol güneş şeklindeydi. Özlem’in ardında bıraktığı altı köşeli yıldız ise ay sembolüne dönüştü.
‘’ Annemizi tekrar görebilecek miyiz dersin? ‘’ diye sordu İlkay. Zeynep ‘’ ben göreceğimize inanıyorum ‘’ dedi ve elini uzattı İlkay’a. Genç adam da o eli tuttu.
Yerlerine geçip oturdular ve Özlem’in mirası ve temennisi yerini buldu.
Verdikleri karar şu an kabullenmesi onlar için ne kadar zor olsa da kardeş olmaktan vazgeçmek ve eş olmaktı.
Yeni bir başlangıç için…
Yeni bir soy için…
Böylelikle bilinen ve sayılan yılların sonu gerçek manası ile geldi ve yeni Dünya’nın ilk yılı başladı…
BİTTİ
174
Okuyucuya Not: Bu noktada bu hikâyeye ait anlatacaklarımın tamamı bitmiş bulunuyor. Biliyorum ki ben de olsam mektupta neler yazdığını bilmeden bu hikâyenin bitmesine büyük tepki gösterirdim. Ama bilmenizi isterim ki mektupta yazanlar bu hikâyeye önemli bir katkı sağlamayacak olan, fakat bambaşka bir hikâyenin kapısını aralayan bir girizgahtan ibarettir.
Sizler tıpkı sizin yerinizde ben olsam benim de hissedeceğim gibi o mektubu okumadan bu hikâyenin bitmesini istemiyorsunuz ve hatta okumamanın da haksızlık olacağını düşünüyorsunuz biliyorum. Ama inanın değil. Mektubu aşağıya bırakıyorum. Tavsiyem okumamanız olacaktır çünkü o hikâye belki de ömrümün anlatmaya yetmeyeceği ve belki de anlatılmaması gereken bir hikâye olacak.
Ben söyleyeceğimi söyledim. Okuyup okumama kararı size ait, mektubu aşağıya bırakıyorum.
MEKTUP
Sevgili Çocuklarım
Sizlerle daha uzun zaman bir arada yaşamak ve küçücük bir bebekken bu hallere geldiğinizi gördüğüm gibi bundan sonra da bu hayatı nasıl yaşayacağınızı, nasıl birer kadın ve erkek olacağınızı, hatta umudum nasıl birer anne ve baba olacağınızı da görmek isterdim fakat maalesef benim için artık gitme zamanı geldi.
Sizler kan kokusundan arındırılmış, yaşanan tüm acıların ve ölümlerin izlerinin silindiği, tamamen yeniden bir başlangıç yapan ve gördüğüm kadarıyla insandan arındığı için eskisine göre çok daha güzel olan bir dünyada büyüdünüz. Sizlerin dünyaya gelmesinden önce yaşananların ne olduğunu size anlattım ama ne kadar özel çocuklar olursanız olun, ne kadar empatik olabilirseniz olun bunları yaşayan birisi kadar yani benim kadar hissedemezsiniz.
Size bu dünyayı ve onun kaderini emanet ediyorum. İstediğinizi yapmakta özgürsünüz ama doğal olarak yapacaklarınızın çizeceği iki yön var. Ya bu dünyayı olduğu gibi bırakır ve kendi düzenini yaşatmasına izin vererek sadece ömürlerinizi geçirir ve sonra da yitip gidenlerle buluşursunuz. Ya da sizi kardeş olmadığınız halde kardeşmişsiniz gibi yetiştiren benim tüm bu çabalarımı unutarak ve kardeş olmayı bir kenara bırakarak birbirinize eş olmaya karar verir ve mağlubiyetle sonuçlanan insanlığın hikayesini bu dünyada tekrar yeşertmeye koyulursunuz.
Bunun manevi ağırlığı için sizden özür diliyorum.
Benim bu dünyada artık işim bitti. Sizlere geçmişe ait her şeyi, tüm bilgiyi ve irfanı kristallere yüklenmiş bir halde bırakıyorum. O kristallerde kaybeden insanlığın tüm irfanı ve siz doğmadan önce ölen tüm canlıların birikimi var. İlk insandan son insana kadar.
İlkay’a kadar…
Tavsiyem bu bilgileri iyi elemeniz ve yeni dünyayı yeşertirken onun ne istediğine de kulak vererek bu bilgileri çok ama çok dikkatli kullanmanız. Çünkü bunların tamamı insanlığı yok olmaktan kurtaramadı. Geriye sadece sizler kaldınız.
Ben artık yokum çocuklarım.
Dediğim gibi yapmam gereken son bir şey kaldı…
İnsanlığın kendini keşfetmeye çalıştığı ilkel yıllarda onlara sözde ‘’ ihsanı ‘’ gönderenlerle, insanlığın yapı taşıyla oynayanlarla, Efendi’yi ve tüm kötülükleri başımıza musallat edenlerle hesaplaşmak, oyun tahtası haline getirdikleri evrensel düzenlerini başlarına yıkarak hepsinin canını alıp dünyamızın ve kaybolan canlarımızın intikamını almak.
Bu dünyada bir oyun oynadılar ve belki de iddialaştılar kendi aralarında ve sadece kimin kazanacağını görmek için milyarlarca insanın ölümünü öylece izlediler.
Evreni kan kokuttular.
Bunun bedelini ödeyecekler, gördüğüm son şey olsa dahi bunun bedelini ödediklerini göreceğim. Bunun için her şeyi yapacağım.
Her şeyi…
Sizleri de elimden geldiğince izliyor olacağım. Birbirinize ve dünyaya iyi bakın. Sizleri çok seviyorum.
Özlem...
SON