ÖLÜMSÜZ
İnsan etinden ve insan kanından olan her şeye insan denebilir mi?
Büyük bir yangın geçirmiş, duvarlarında is ve çaresizlik bırakmış bir dehlizi andıran taht odasının hemen ortasında özel bir sunağın üzerinde nefes alıp veren bir şey vardı. Olması gerekenden daha hızlı şişip sakinleşen damarları yer yer mor, yer yer kapkara görünüyordu. Derisi kayış gibi olmuş yüzündeki ifade ise bir dehşet ve garez anında donup kalmış gibiydi. Sanki daha kötü bir intikamı hayal eder, daha büyük bir cezayı arzularcasına öylece kalakalmış bir sıfat…
Ah öyle güzel ki. Bir niyeti vardı orası çok belli.
Derin düşünce ve kurgularından arınan Rahip bir kez daha sunağın başına geçmesi gerektiğini düşündü. O hastalıklı zihnine tüm o şeytani planları ve kurguları taşıyan karanlık nöronlar birbirleriyle yarışırcasına olağanın üstü bir çaba ile çalışıyordu. Atacağı her adımın zamanın anında, geçmişinde ve geleceğinde neleri tetikleyeceğini düşünüyor her bir kurguyu birbiri ile yüzleştiriyor ve en karanlık olanını bulmaya çalışıyordu. Niyetinin hasıl olmasına en çok yardım edecek olanı. Böylece o çirkinlik abidesi tahtından ayaklandı ve bir an gülümsedi. Bu gülümseme tarihin pek de tanıklık etmediği bir melanetti. O mükemmel hazzın mimarı, o acının en üst seviyesine giden kulenin aşağılık mühendisi. Sanki kanı mürekkepten bir yaratığı çiğ çiğ yemiş gibi berbat görünüyordu ağzı gülümsediğinde. Ölü beyazı tenine, her tarafına simetrik olarak çiviler çakılmış kel kafasına ne de yaraşan bir manzara.
Hareketleri zamanın olağan akışından oldukça yavaş gibi görünse de kat ettiği mesafe buna son derece ters olacak kadar hızlıydı. Yanındaki dalkavuk senobitleri kışkışladığı için bir müddet rahatça düşünebilmiş, ‘’ İlk Kapı’’yı aralayacak yeni bir şeytani planın doğru çarklarını bulmaya başlamış ve planı harekete geçirmeye karar vermişti artık.
Sunağa yaklaştıkça üstündekinin heyecanı daha da hissediliyor, bu dehlizden bozma yarı işkence yarı taht odası olarak efendisine hizmet eden odanın sanki duvarları kıpraşıyordu. Rahip sunağın başında durdu ve ellerini sunağın üstündeki et ve kan sahibinin yüzünde gezdirmeye başladı. Başkası olsa kesinlikle o etinde gezen ceset beyazı eli ısırmaya çalışır, başaramasa da belki lanetler okurdu ama rahibin dokunuşuna karşı kayıtsızdı. Onun iradesi ile İlk Kapı’nın binlerce yıldır gram genişlemeyen ya da daralmayan o aralığı belki de ardına kadar açacak bir iradeyi hissediyordu çünkü. Sakinleşti, izin verdi. Rahibin eli içindeki katmanların arasında dolaşıyor, istediğini alacağı doğru laneti arıyordu.
Sonunda buldu.
Sunağın üzerindeki heyecanlanmıştı. Rahip tam ortasındaki laneti bulmuş ve onu tam ortadan ikiye ayırmıştı. Var olduğundan beri hiç kimseye olmadığı kadar açıktı artık sunağın üzerine serildiği yerde. İçinde bulundukları cehennem sanki kaynamaya başlamıştı. Rahip aynı o lament küpünün doğru kombinasyon sağlandığında boyutlar arasındaki geçitlerin açılmasını sağladığı gibi zihnindeki kurgunun da ilk kapıyı aralayacağını öngörüyordu.
Sunağın üzerindeki et ve kandan olsa bile, insanlıkla hiçbir alakası olmayan, insanlığın belki bizzat düşmanı bir şeydi. Al Azif’ ti o. Ölülerin kitabı. Ölümün kitabı. Cesetlerden soyulmuş insan etinden kapağı ve insan derisinden sayfaları ile, kapağındaki o kitabın içinden dışarı fırlamaya çalışan melun sureti ile…
İnsan etinden ve insan kanından olan her şeye insan denebilir mi?
Onu yazanın çılgınlığının ötesine açılan bir kapı ve onu yazdıranın habis iradesinin bir nişanı olarak yeni vesilesi olan Rahip’ le kapıyı aralamanın peşindeydi o da. Herkesin bir yönü vardır, elbet ona döner. Rahibin alameti farikası olan lament küpü gibi Al Azif’ de cehennemden daha korkunç boyutların beşerin gerçekliğine açılmasının bir anahtarıydı. Ama çok daha güçlü, çok daha yüklü…
Rahip açtığı sayfanın üstünde parmağını gezdirerek okuyordu laneti.
Şeytani bir fikir dengini bulmuş bir şeytani irade ile zamanı ve mekanı eğip bükmeye başlamıştı Rahip’ in okudukları ile. Lanet zamandan ve mekandan münezzeh bir virüs gibi dünyanın içinden geçiyor, etrafında akbaba gibi dolanıyor ve bunu yaparken de melun etkisiyle tarihte birbirinden alakasız zamanlarda beklenmedik felaketlere, depremlere, salgınlara ve ölümlere sebep oluyordu.
Kapının aralanma hayali…
Bu hayal Rahip’in tüm sapık ilmini kabartıyor, hevesini artan acıyla birlikte yükselen bir çığlık gibi yükseltiyor, tüm haz reseptörlerini erekte ediyordu. Kapı şu an sadece birazcık aralık ve dünyaya ancak o aralıktan sığacak kadar kaos ve karanlık girebiliyor.
Aralık genişlerse…
Kapı ardına kadar açılırsa…
O geri dönerse…
Al Azif Rahip’in isteğine işte bu yüzden boyun eğiyordu. O yüzden onun o ceset beyazı parmağını kapağındaki o melun surata ait ağzını kullanarak koparmıyor, bir boyut kapısı açıp onu hiçliğe doğru göndermeyi denemiyor ve iradesine o var olan en güçlü ortaklığı sunuyordu. Sarsılması, kırılması, ihanete uğraması en zor ortaklık, suç ortaklığı…
Rahip laneti okumayı bitirdi, zaman ve mekandan münezzeh bir karaltı nihayetinde varmak istediği yere vardı. Gönderdiği mektubun adrese teslim olduğunu hissetti rahip ve Al Azif’i kapattı. Kapaktaki yüzle yüzleşti. Suretin yüz ifadesi ancak kesici ve delici aletlerle vücuduna işkence ederek boşalabilen bir mazoşistin o andaki yüz ifadesinden başka hiçbir şeye benzemiyordu. Rahip sakin adımlarla tahtına geri oturdu.
Mektubunun yanıtının gelmesini bekliyordu. Onun cehennemi için bir an meselesiydi bu ama zaman ve mekanın henüz yırtılmadığı dünyada bu uzun zaman alacaktı ve bedeli kanla ödenecekti.
BENİM GÜZEL BİRİCİK ÇOCUĞUM
Gecenin karanlığında kapkara bir irin havuzu gibi görünen gölün bu çirkinliğine hiç aldırış etmeyen bir grup genç artık faaliyet göstermemekte olan göl kampına yuvalanmış parti veriyordu. Biralar oluk oluk akıyor, sarma cigaralar öksürükler eşliğinde tüttürülüyor, müziğin ritmiyle birleşen bedenler yine müziğin ritmiyle ayrılıp bu sefer dansa kalkıyordu.
Chicago Bears genç futbol takımının çiçeği burnunda kupa sahibi oyuncuları ve yanlarında getirdikleri aşüfteleri okulun son senesinin belki de son partisini partilemek üzere gelmişlerdi göle. Elinde kamera ile gezen Derek sevişirken kameraya alındığını fark edip yüzünü kapatan kızlardan fırça yese bile yine de kaydı kapatmıyor, müziğin ritmi ile sallanırken kaydı da aynı ritimle sallıyor hatta birayı diklerken kamerayı da gökyüzüne doğru kaldırıyordu. Kadraja belli aralıklarla giren kanlı ay bir felaket tellalı gibi sırıtıyordu ama kimse fark etmiyordu. Dolayısıyla hiçbir parti üyesi gökyüzünden süzülerek gölün ortasına dalıp suyun içinde kaybolan o bulutumsu karaltıyı görmedi ve o çıkan tuhaf sesi de duymadı. Olan bitenden iişkillenip olay mahalini terk eden kargalar dahi sıra dışı gelmedi tabii hatta. O karaltı Crystal Gölü’nün dibinde yatan lanetliye güdümlü füze gibi vurmuş, yüzündeki artık yosundan yeşermiş hokey maskesinin göz deliklerinden bedenin içine nüfuz etmişti. Elinde can simidiymiş gibi sıkı sıkıya tutunduğu palası paslanıp kararmış, bedeni etrafındaki taşlar ve yaprak döküntüleri ile neredeyse doğaya karışmış gibiydi. Ama şimdi o bedenin içinde Al Azif’in lanetli beyitleri yankılanıyor ve bedenin sahibi olan ruhu tekrar vazifeye çağırıyordu biricik annesinin sesiyle. O boğazına cırcır böceği kaçmış gibi cırıltılı iğrenç sesi Al Azif’in anahtar olduğu tüm kilitleri açıyor, anahtarsız kapılarını ise var gücüyle tekmeliyordu.
‘’ Ah Jason benim güzel biricik çocuğum ‘’
En iyi bozulursa en kötü olur. Jason adının manasının tam tersine, iyileştirici olmanın tam tersine doğru bir yolculuğa bir kez daha uyandı. Silkelenerek canlanan göründüğünden çok çok daha ağır olan bedeni suyun kaldırma kuvvetine bir itiraz gibi net adımlarla gölden ağır ağır çıktı. Son mücadelesinde aldığı darbelerden vücudunda açılan deliklerden ve maskesinin göz boşluklarından sızan sular bedeninden aşağıya doğru akıyordu. Elindeki palaya baktı ve boynunu sağına doğru aşağıya kaydırdı. Pala paslanmış, kararmış ve işlevini yitirmiş gibi görünüyordu.
Denemesi şarttı.
Tüm bunlardan habersiz parti tayfa eğlenirken Derek tam artık çekimi bırakıp partiye göbekten dalma zamanı geldiğini düşündüğü anda ve tam bir kutu birayı kamerayı gözünden çekmeden sonunu getirmek üzere diklerken yine görüntüyü gök yüzüne, kanlı aya kaldırdı. Yere indirdiğinde fark etti ki bir bıçak darbesi ile iki arkadaşını şişe takar gibi takan o kocaman adam partinin tadını tuzunu kana boyamıştı bile. Çığlıklar sonra sonra gelmeye başladı.
Kamera elinden düştü.
Jason arkasını döndü. Olağan dışı uzun ve şişman olmadığı halde oldukça kalındı gövdesi. Ancak gölün içinden çıktıysa olabileceği kadar sırılsıklam duruyordu ve yüzünde delik deşik bir hokey maskesi takılıydı. Derek donakalmıştı. Jason gözlerinin hizasındaki maske deliklerinden tam göremiyormuş gibi kafasını yana doğru eğdi ve çocuğa baktı. Olayı fark eden diğer sevişken gençler çıplak ya da yarı çıplak şekilde gölün etrafına ve ormana doğru kaçışırken Derek donup kalmıştı.
Katil palayı havaya kaldırdı ruhsuz bir şekilde. Tam tüm gücü ile indirecekken ardında bir vorteks açıldı. Bir karanlık onu yutmak istercesine vakum oluşturuyordu. Katil ileri doğru adım atmaya çalıştıkça vorteksin gücü artıyor ve ölümsüzü kendine doğru alıyordu.
Sonunda başardı.
Katilin önce kolu geriye doğru savruldu ve elinden palası sıyrılıp delik tarafından yutuldu. Sonra da bunun etkisi ile deliğe doğru dönen katilin ayakları yerden kesildi ve yutuldu.
Geriye anlatacaklarını kimsenin dinlemeyeceği, dinlese de inanmayacağı bir hikayesi olan Derek ve katilin arel acele öldürdüğü birkaç arkadaşına ait ceset kalmıştı.
2185
Uzayın derinliklerinde, sessizlik yalnızca yıldızların soğuk ışığıyla yankılanıyordu. Weyland-Yutani’nin ağır kargo gemisi Helios VII, LV-998’in ince atmosfere sahip karanlık yörüngesine girdiğinde, geminin içindeki herkes bilinçaltında bir huzursuzluk hissetti. Gezegen, uzak bir gaz devinin soğuk gölgesinde dönüyordu ve bu gölge, sanki gemiyi bile yutmaya hazırmış gibi karanlıktı.
Dr. Sevil Kaya, geminin ön camından dışarı bakarken kaşlarını çatmıştı. LV-998, bir uydu gezegendi, yüzeyi gri ve kahverengi tonlarda düzensiz dağlarla kaplıydı. Alt atmosferde dolaşan yoğun sis tabakası, yüzeyi görmeyi neredeyse imkansız hale getiriyordu.
"Bu gezegenle ilgili bir şey var," dedi Sevil, daha çok kendine konuşur gibi. Yanında duran güvenlik şefi Burak Akın, onun mırıldandığını duydu ama bir şey söylemedi. Burak, görevin ciddiyetinin farkındaydı. Wayland & Yutani şirketinin tritanyum ve prometyum bakımından en zengin gezegenlerden birisi olmasa da en teşekküllü tesislerinden birisini buraya kurmuş olması pek akıl karı değildi.
Gemi, gezegenin yüzeyine doğru alçalmaya başladığında, koloninin ilk yapıları sisin içinden belirdi. Çelikten yapılmış yüksek kuleler, sert rüzgarlarla savaşan kalın enerji kalkanlarıyla çevriliydi.
"Burada neden koca bir enerji kalkanına ihtiyaç duyuluyor?" diye sordu yanlarındaki teknisyen koloniyi ilk kez gördüğünde. Sesindeki tedirginlik, ne kadar profesyonel görünmeye çalışırsa çalışsın gizlenemiyordu.
"Manyetik fırtınalar," diye yanıtladı Sevil, gözlerini koloninin kaba inşasına dikerken. "Ama bu sadece yüzeydeki sorunlardan biri. Bu gezegen, hayatta kalmak için tasarlanmış bir yer değil." diye devam etti. Başka zamanlara ve başka kolonilerin başına gelenlere ait olan bilgilere haiz olan ekipteki tek kişiydi. Bu tarz bilgiler şirketin sadece üst düzey yönetiminde ya da operasyonlarında olanlara iletilen gizli bilgilerdi ve avam ile paylaşılması kesinlikle yasaktı.
Koloniye inişten hemen sonra, soğuk gezegenin atmosferi ekibin yüzüne çarptı. İnce buz kristalleri, rüzgarla birlikte neredeyse bıçak gibi yüzlerini kesiyordu. "Yalnızca 5 dakika dışarıda kalırsanız donmaya başlarsınız," diye uyardı Sevil, oksijen maskesini takarken.
Merve Soydan, grubun biyoloğu olarak ekibe katılmıştı ve şimdi koloninin çevresini gözlemlerken içindeki bilimsel heyecan ile derin bir korkunun çarpıştığını hissediyordu. Gezegenin yüzeyi volkanik kayaçlarla doluydu, ama bu yalnızca görünen kısmıydı. Asıl keşfedilecek olanlar, yerin altındaydı.
"Yerin altına ne kadar indiklerini biliyor musunuz?" diye sordu Merve, Sevil’e.
"Yaklaşık iki kilometre," dedi Sevil notlarını kurcalarken.
Koloni, fonksiyonel ama ruhsuz bir şekilde tasarlanmıştı. Metalik duvarlar ve dar koridorlar, hiç kimseyi sıcak bir şekilde karşılamıyordu. Koloni işçilerinin çoğu, karanlıkta çalışmaktan gözleri kan çanağına dönmüş, sinirleri aşınmış bir halde yaşayan tiplerdi. Yeni gelenleri de pek hoş olmayan yüz ifadeleri ile karşılıyorlardı.
Ekip kendilerine doğrulan bu iğrenç bakışlar eşliğinde onlara ayrılmış odalara yerleşirken, bir şeyler içip sakinleşmeye çalışırken Burak bunların hiç birisine ihtiyaç duymaksızın hemen kafasındaki eylem planını işletiyordu. Güvenlik için ana kontrol odasına girer girmez çevresine bakındı. Monitörlerde gezegenin yüzey haritası ve maden kazılarına ait veriler görünüyordu. Aynı zamanda bulundukları fasilitenin planları isteği üzerine kendine iletilmişti. Ancak haritada bir bölge, işaretli ama erişime kapalıydı: Mağara Bölgesi 7A.
"Burada ne var?" diye sordu Burak rutini takip eden güvenlik ekibinden Stanislav’a. Stanislav gözlerini ona dikmeden konuşuyordu. Yüzü ifadesiz soluk beyaz gözleri de oldukça kanlıydı adamın oldukça da vitaminsiz duruyordu. Soruyu küfür yemiş gibi bir surat ifadesi ile karşıladı ve küfür edermiş gibi cevap verdi "Oraya inmiyoruz. Kazılar sırasında idareci okuduğu verilerde tutarsızlık olduğunu belirterek çalışmayı aniden durdurdu. Daha sonra da yaptığı görüşmelerin ardından yönetimden emir geldi, dokunmayın dedi ve öyle de kaldı orası" dedi.
Sevil’in bilgisayarına koloninin lideri olarak atanan Dr. Elias Trent den bir toplantı bildirimi gelmişti. Ailesini büyük bir depremde kaybetmiş olan Sevil aslında böyle klostrofobik ortamlara karşı gitgide alerji geliştirmeye başlamıştı. Şimdi toplantı için hazırlanırken hiçbir penceresi olmayan odasında bu maden gezegeninde sıkça yaşandığı bilinen depremlerle yüzleşirse ne yapabileceğine bakıyordu. Bir yandan da parmağında taşıdığı annesinden yadigar yüzüğün üstünde gezdiriyordu parmağını. Her kendisini tedirgin hissettiğinde olduğu gibi.
Kafasında türlü saçma düşünce, kaygı ve anksiyete ile toplantıya katıldı. Elias, yılların yorgunluğunu yüzünde taşıyan bir bilim insanıydı. Ancak gözlerindeki hırs ve takıntı, Sevil’i rahatsız etmişti. Üsttenci vurguları, kel kafası ve akbaba gibi kalmış kulak üstü saçları. Karşısındaki adam hakkında değerlendirme yaparken zaman zaman ne anlattığı ile alakalı gündemi kaçırıyor sonra da zar zor tekrar odaklanıyordu.
"LV-998, şimdiye kadar keşfettiğimiz en ilginç gezegenlerden biri," dedi Elias, bir hologram haritasını işaret ederek. ‘’ Yetkinliğinizin size bulduğum her şeyi anlatabileceğim oranda olmasından oldukça mutlu oldum demeyi de ihmal etmedi.’’ "Burada yalnızca Tritanyum ve Prometyum gibi madenler yok. Bu gezegen, Mühendisler’in bir laboratuvarıydı. Ve sanırım… başka şeyler de bıraktılar."
Dr. Sevil, haritada gösterilen derin mağaralara baktı. "Başka şeyler mi? Ne demek istiyorsunuz?"
Elias, bir an duraksadı. "Bu gezegen bir cephanelik olabilir," dedi. "Xenomorph’lar hakkında kaçıncı seviyeye kadar brifing aldınız? ‘’ diye de sormayı ihmal etmedi. Dr. Sevil ‘’ patojen versiyonları inceliyordum buraya gelmeden önce, lütfen.’’ diyerek Elias’ı bozdu. Elias hiç oralı bile olmamıştı. ‘’ Xenomorph yumurtaları tespit edildi tarayıcılarda, Oldukça fazla adette üstelik. Mühendisler tarafından burada bırakılmışlar ama ne kadar zamandır ve hangi sebeple ? İşte bunu bilmeden bir şey yapmamız akıllıca olmaz diyerek sizleri davet ettik. Onlar hakkında daha fazla şey öğrenebilirsek, Weyland-Yutani’nin Xenomorph biyolojisini kontrol etme çabalarına büyük bir katkı sağlayabiliriz."
Elias için son söylediği cümlenin aslında hiçbir kıymeti yoktu. O kendi merakının ve hırslarının kamçısıyla ne söylüyor ise söylüyor ve ne yapıyor ise yapıyordu aslında. Ama buna şirketi kılıf yapmak işlerini kolaylaştırıyordu.
Sevil, onun sözlerindeki tehlikeyi hemen fark etti. "Bu, herkesi riske atıyor," dedi. "Xenomorph’lar kontrol edilemez." Elias’ın yüzü karanlık bir ifadeyle gerildi. "Kontrol edilemez olan hiçbir şey yoktur. Sadece doğru yöntemleri bulmamız gerekiyor." Dr. Sevil’in zihninde depremler oluyordu. Bu adam koloninin lideri olmasa şimdiye kadar çoktan onu bilgisi ile aşağılamaya başlar, daha önce onun gibi düşünenler yüzünden yaşandığını bildiği felaketlerden bahseder en sonunda da bir türler profesörü ve Wayland Yutani danışmanı olan Muammer Kuşoğlu ile bir telefon görüşmesi gerçekleştirirdi. Sadece toplantıyı ‘’ doğru yöntemi keşfetme yolculuğunuzda başarılar dilerim ‘’ diyerek sonlandırdı ve kapıya doğru yöneldi. ‘’ Yarın kuluçka odasına birkaç delik açılmasını ve sonra da içeriye iklim bombaları atılarak dondurulmalarını emrettim, yumurtalar donduktan sonra ekibiniz ile birlikte keşif turuma katılacaksınız. ‘’ dedi Elias.
Dr. Sevil bu fikirden de hiç hoşlanmamıştı. Yüzünü buruşturdu ve odasına çekildi.
Koloni karanlığa büründüğünde, LV-998’in soğuk sessizliği Sevil ve ekibinin üzerine bir ağırlık gibi çöktü. Gece boyunca uzaklardan gelen tuhaf sesler duyuluyordu: rüzgarın ulumasına karışan metalik yankılar bu gezegenin nemrut yüzüne inşa ettikleri çelik mağaralarda yankılanıyor, alışık olanları bıktıran, alışık olmayanları ise irrite eden bir ambiyans yaratıyordu. Uyuyamayan ekip toplanmış Sevil’in toplantıyla ilgili anlattıklarını sindirmeye çalışıyordu. Merve, bir köşede oturmuş notlarını gözden geçirip birasını yudumlarken, Burak odanın diğer tarafında silahlarını kontrol ediyordu. "Buraya alışamayacağım," dedi Merve, sesinde bir huzursuzluk vardı. "Bu yer beni geriyor, yarın ki keşiften hemen sonra ayrılmamız mümkün mü ? " diye sordu gözlerinde naif bir beklenti ile. Dr. Sevil’in kibar ve latif ellerinden hiç beklenmeyecek bir ‘’ nah ‘’ işareti ile karşılaşan Merve ciddiyetini koruyamadı ve gülmeye başladı. ‘’ tabii ki raporları iletmeli ve geri bildirimleri beklemeliyiz. Eğer daha gelişkin bir çalışmaya yer görülmezse zaten anne dönüşümüze yeşil ışık yakacaktır ‘’ dedi. Anne ile iletişim konusunda da tek bilgi sahibi olan Sevil’di. Merve omzuna kadar dökülen kıvırcık saçlarını iki avucu ile geriye doğru ittirip yüzünü biraz rahatlatmak istedi bu cevabın üstüne ama nafile inatçı kıvırcıklar geri yüzüne doğru döküldüler. Bir toka bulma gerekliliği anlık olarak daha büyük bir sorun şeklinde gündemine çöreklendi.
Burak, tüfeğini omzuna asarken Merve’ye baktı. "Buraya alışmamak en iyisi," dedi. "Burası zaten uzun süre kalınacak bir yer değil. Ananın ne dediğini çok da umursamayabilirim haberin olsun Sevil Hanım, bu ekibin güvenliğinden ben sorumluyum ve işler ciddileşirse ben ne dersem o olur" diyerek arkasına yaslandı.
Ama Burak bile bu sözleriyle kendini dahi ikna edememişti. LV-998, yalnızca yüzeyde değil, insanların zihinlerinde de karanlık bir iz bırakmaya başlamıştı bile. Uyumayı başaranlar için kabuslu birkaç saat onları bekliyordu. Gezegen ise onlardan ve Weyland&Yutani den ve herkesten bir şeyleri saklıyordu. Kolonideki hiç kimse ve kaşifler de bu sırrın karanlık bir fırtına gibi üzerlerine çökeceğini henüz bilmiyordu.
MAĞARANIN DERİNLİKLERİ
Mağaranın girişine açılan tünellerden yükselen soğuk buhar, LV-998’in karanlık atmosferine karışıyordu. Dr. Elias Trent, mağaraya açılan ince deliklere yerleştirilen iklimlendirme bombalarını izlerken, elindeki veri pedini sıkıca kavradı. Bombalar, mağara içindeki sıcaklık ve nemi kontrol altına alacak şekilde ayarlanmıştı. Bu, mağaranın derinliklerinde yatan Xenomorph yumurtalarını güvenle toplamak için şarttı.
"Bu bombalar, içerideki biyolojik materyali stabil hale getirecek. Yumurtalar hareketsiz kalacak ve herhangi bir biyolojik reaksiyon tetiklenmeyecek," dedi Elias, soğukkanlı bir güvenle ne yaptığından emin olmayan ekip liderine doğru bakarak. Ekip lideri Penny sert bir kadındı. Bakışları sert, duruşu sert, ses tonu erkeksi tuhaf bir kadındı. Bombaların sonuncusunu mağaraya göndermeden önce tereddüt etti. "Peki ya bir şeyler ters giderse?" diye sordu Elias’a. Elias gözlerini ona dikti. "Ters gitmeyecek. Eğer protokolleri takip ederseniz" diyerek böbürlendi ve düğmeye bastı.
Bombalar senkronize bir şekilde infilak ettiğinde, mağaranın içindeki sıcaklık bir anda düştü. Sıcaklıkla birlikte tüm hareket de durdu; ovomorph’lar ince bir buz tabakasıyla kaplanarak donmuş gibiydi. Bu, Elias’ın istediği güvenli ortamı sağlamış gibi görünüyordu vericilerden gelen tarama datalarına göre.
Elias’ın ekibi hemen kapatılan ve mühürlenen girişlerden içeriye daldı, ikiye ayrıldı ve bir ekip ortalığı kolaçan ederken diğerleri yanlarında getirdikleri sandıklara yumurtaları doldurmaya başladılar. Mağara tünelinin karanlık derinliklerine girerken, Dr. Sevil Kaya ve ekibi görüntüleme, kataloglama ve inceleme çalışmalarına başladılar. Burak ve çaylakları ellerinde tüfekleri ile Elias’ın asayiş ekibine eklemlenmiş Sevil ve Merve ise donmuş yumurtaların arasından dikkatle yürüyerek tünelin duvarlarını inceliyorlardı. Fenerlerinin ışığı, mağaranın yüzeyindeki taş işlemelere vurduğunda, herkes bir anda büyülenmişti. Duvarlar, kadim bir hikâyeyi anlatan karmaşık oymalarla kaplıydı.
"Bu, Mühendisler’in elinden çıkma, bu kesin" dedi Sevil, yüzünü ışığa kaldırarak.
Yanında duran Merve ise oymalardaki şekillere yakından bakarken "Ama bu… insan gibi görünen figürler. Bu anlattığın mühendisler böyle mi görünüyorlar gerçekten ?" dedi. Sevil anlatmaması gereken şeyleri çoktan anlatmıştı bile Merve’ye. Başını eğdi ve "Mühendisler insanlığın yaratıcılarıydı. Kendi imgelerinde yaratmış olmaları mantıklı. Ama burada başka bir şey var…"
Mağaranın diğer tarafında, Elias Trent ve ekibi, donmuş yumurtaları özel kaplara dikkatle yerleştirmeye devam ediyordu. Yumurtaların üzerindeki ince buz tabakası, onları hareketsiz tutuyor gibiydi. Ancak Elias, bu sessizliğin bir yanılsama olabileceğini çaktırmıyor olsa da biliyordu.
"Hızlı olun," diye uyardı Elias, sesinde hem heyecan hem de otoriter bir tını vardı. "Bu yumurtalar, Xenomorph biyolojisini anlamamız için paha biçilemez." Heyecanı o kırış buruş suratından akıyordu resmen. Şirkette ne kadar yükselebileceğinin hayali bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu. Bu atıldığı çorak gezegenden yörünge istasyonuna ve hatta belki de merkeze dönebilir, Dünya’ da harika bir yaşantıya kavuşabilirdi. Belki de kim olduklarını kimsenin bilmediği idari kadroya seçilebilirdi. Ölümsüzlerden biri olabilirdi.
Bir teknisyen, elindeki kapsülü dikkatlice kapatırken sorarak aklını dağıttı "Peki ya yeniden aktive olurlarsa bu yumurtalar? Bu… yaratıklar ne kadar tehlikeli bilmiyoruz."
Elias, soğukkanlı bir şekilde ona döndü. "Onların tehlikesi, bizim kontrolümüzdedir. Eğer korkarsanız, bu projede yer almanızın anlamı yok, hadi laf değil icraat" diyerek birkaç adım geri çekildi ve olan biteni izlemeye koyuldu. Keşif ekibi içinde olmasına gerek yoktu zira tüm kataloglanan dataları ve resimleri, video ve verileri herkesten önce o inceleyecekti.
Mağaranın derinliklerinde ise Sevil ve ekibi, duvar resimlerinin hikâyesini çözmeye çalışıyordu. Resimlerde Mühendisler’in devasa figürleri, bir seremoni düzenliyor gibi görünüyordu. Ancak dikkat çekici bir detay, bu seremoni sırasında birinin dışlanıyor oluşuydu.
"Bu figür," dedi Sevil, figür sanki elini kendine doğru çağırıyordu. Bir kitabı andırıyordu figür. Kapağında bir insan sureti olan. Figürün dokusunu incelemekten kendini alamadı ve dokundu. Yüzey, dokunmasıyla birlikte sıcak bir mavi ışık yaymaya başladı. "Bir enerji kaynağı… Bu, kayıt olabilir," dedi, heyecanla.
O sırada mağaranın karanlık tavanından yavaşça bir ışık huzmesi süzüldü ve tüm mağarayı bir holografik görüntüyle doldurdu. Kayıt, Mühendisler’in yaşamından kesitler sunuyordu. Bir grup Mühendis, devasa bir tapınakta ayin düzenliyordu. Ancak bu sahne hızla değişti.
Mühendislerden biri, diz çökmüş haldeydi. Diğerleri, onun çevresinde sessizce duruyordu. Yüzünde kan izleri ve çiviler vardı, başı yavaşça eğilmişti. Ayakta duran Mühendisler, ağır adımlarla geri çekildi. Yalnız kalan figür, başını kaldırdığında çivilerin tamamen yüzüne çakılmış olduğu görüldü. Belki de her biri bir tane çakmıştı. Görüntüler hızla değişti; dışlanan bu figür kuyuya getirildi ve aşağıya bir bok çuvalı gibi atıldı. Çukurdan simsiyah bir çamur fışkırdı ve onu atanların üstüne bulaştı. Mühendislerin çığlıkları ile görüntü son bulmaya başladı.
Sevil’in nefesi kesilmişti. Merve ile faltaşı kadar açtıkları gözleriyle birbirlerine baktılar. Fenerini duvar boyunca gezdirdiğinde, dışlanan bu Mühendis’in zamanla daha da grotesk bir forma dönüştüğünü anlatan sahneleri fark etti. Çiviler, onun başına tamamen yayılmış ve figür, tanınmayacak kadar farklı bir varlığa dönüşmüştü.
"Bu… bir Mühendis olamaz," dedi Sevil, gözlerini kocaman açarak. "Ama aynı zamanda tam da bu. Bu bir Mühendis. Başka bir şeye dönüşmüş, küçülmüş"
‘’ Düşmüş bir melek gibi…’’ dedi Elias. Küçük ve sessiz adımlarla olan biteni izlediği yerden ayaklanmış ve görüntülerin tamamını izlemeyi başarmıştı orada sıra dışı bir şeyler olduğunu keşfettiğinde. Tüm kayıtları istiyorum diyerek ekibin başında durmak adına gerisin geri mağaranın girişine yöneldi. Bu esnada mağaranın girişinde, yer sanki nefes alıyor gibi hafifçe titreşmeye başladı. Başlangıçta bu titreşim fark edilmeyecek kadar küçüktü, ancak birkaç saniye içinde taş duvarlardan yankılanan bir uğultuyla birlikte devasa bir depreme dönüştü. Elias, yumurtaların üstüne eğilmiş bir teknisyene doğru bağırdı:
"Daha dikkatli olun! Yumurtaları kırarsanız…"
Ama sözleri yarım kaldı. Mağaranın girişinde yayılan karanlık bir ışık, herkesin dikkatini çekmişti Sevil hariç. Çünkü o sarsıntı başladığı anda olduğu yerde çökmüş kulaklarını kapatmış öylece kalakalmıştı titrer bir halde. Korktuğunun başına geldiğini düşünürken aslında oldukça iyimser bir hayalin içinde olduğunun farkında değildi. Işık, bükülen bir girdap gibi dönüyordu, mağaranın havasını değiştiriyor, soğukla birlikte bir karanlık dalgası yayıyordu ve girişte yerden yukarıya doğru kabaran bir höyük oluşturmaya başladı. Şişti, kabardı ve kapkara bir irin akıtan bir çıban gibi patladı sonunda. Bir vorteks, ince, çarpık bir karadelik gibi mağaranın girişinde açılmıştı. Girdap döndükçe içinden bir figür belirmeye başladı. İlk başta bir insan gibi görünüyordu, ama vorteksin yaydığı ışık, onun başka bir varlık olduğunu ortaya koyuyordu. Devasa, kasvetli bir gövde, bir mezardan yeni çıkmış gibi nemli ve çürük deriyle kaplanmıştı. Yüzündeki maskesi, eski ve paslıydı, ama gözleri… gözleri saf karanlıktan oluşuyordu.
Jason Voorhees, karanlık girdabın içinden mağaraya girdi. Jason, ağır, ritmik adımlarla içeriye doğru ilerlerken, Elias’ın ekibinden biri bu korkunç figüre doğru döndü. "Bu da ne?!" diye bağırdı teknisyen, ama sesi panikle titriyordu. Jason hiçbir şey söylemedi. Söyleyecek bir şeyi yoktu; onun dili yalnızca ölümün kendisiydi.
MAĞARA MEZBAHASI
Ölümsüz öldürmeye gelmişti. Teknisyen geri çekilmeye çalıştı, ama Jason çoktan palasını kaldırmıştı. Pala, taş duvarın soğuk sessizliğini delen bir hışırtıyla indi. Teknisyenin boynuna saplandı ve kafasını omuzlarından ayırdı. Kafası bir buz tabakasına çarparak yere düştüğünde, kırmızı kan ince buzun üzerine yayıldı, buharlaşarak bir ölüm sisi yarattı.
Elias, donmuş bir şekilde izliyordu. "Herkes dikkatli olsun!" diye bağırdı, ama bu uyarı boşunaydı. Jason’ın ikinci kurbanı, yumurta taşıyan bir teknisyen oldu. Mağara, korkunun tapınağına dönüşmüştü. Buz kristalleri arasında yankılanan çığlıklar ve kanın sıcak kokusu, havada asılı kalıyordu. Teknisyenin ellerindeki yumurta yere düştü, çatladı ve bir patlama sesiyle ince buz tabakası erimeye başladı. Ölümsüzün her adımı, kanla ıslanmış taş zemin üzerinde yankılanıyordu. Elleri, paslı ve ağır palasını sıkıca kavrıyordu. Onun varlığı, mağaradaki herkesin içini bir bıçak gibi deliyordu. "Bu ne lan? Bu bir insan mı?" diye bağırdı bir asker, Jason’ın devasa gövdesi silahlarının ışığında belirirken.
"Durmayın, ateş edin!" diye emretti liderleri.
Askerler tüfeklerini Jason’a doğrulttu. İlk kurşun dalgası, mağaranın sessizliğini parçaladı. Kurşunlar Jason’ın göğsüne ve kollarına saplanıyor, kıyafetini ve etini deliyordu. Ama Jason durmuyordu. Silah sesleriyle birlikte kan sıçramasına rağmen, tek bir adım geri atmıyordu.
"Ne bu?!" diye bağırdı bir asker. Jason, hızla yaklaşıp palasını savurdu. İlk asker, boynundan gövdesine kadar ikiye ayrıldı; kemiklerin ve kanın sesi mağaranın derinliklerinde yankılandı.
Bir diğer asker kaçmaya çalışırken Jason, onu omzundan yakalayıp duvara çiviledi. Adamın çığlığı, mağaradaki diğer yumurtaları daha da tetikledi. Sıcakla temas edince donma prosesi yavaşlayıp duran ve ısınmaya başlayan yumurtaların üst kısımları birer birer açılmaya başladı. Kandan doğuyorlardı. İçlerinden çıkan Facehugger’lar, mağaranın ıslak zemininde kıyıl kıyıl hareketleniyordu.
Selvi bu vahşeti izlerken, beyninde yankılanan tek bir düşünce vardı: Kaçmamız lazım. Şimdi. Yoksa burada öleceğiz.
"Merve, Burak, hemen girişe doğru koşun!" diye bağırdı, sesi panik ve kararlılığın bir karışımıydı.
"Ama ya Elias?" diye sordu Merve, gözleri yaşlarla dolmuştu. Elias, Jason’ın saldırılarının ortasında duruyor, hâlâ kontrolü kaybetmemiş gibi görünmeye çalışıyordu. "Silahlar işe yarıyor! Ateş etmeye devam edin!" diye bağırdı. Ama bu bir yalandı; Jason, tam anlamıyla durdurulamazdı.
Sevil, Elias’ın yaşaması için hiçbir umut olmadığını biliyordu. Burak ve Merve’yi kolundan tutarak sürükledi. "Elias artık kendi başının çaresine bakmalı. Eğer kalırsak hepimiz öleceğiz!"
Üçü, mağara girişine doğru koşarken, arkasındaki çığlıklar ve silah sesleri birer kabusa dönüşmüştü.
Jason, bir başka teknisyeni yakaladı mermilere aldırmadan ve onu bir çuval gibi havaya kaldırdı. Zavallı adam, çığlık atarak yumurtaların olduğu yığına doğru fırlatıldı. Akan kanı yumurtaları kırmızıya boyuyordu. Sıcak vücudu, yumurtaların üzerindeki ince buz katmanını anında eritmeye başladı. Daha fazla yumurta mağaranın içine yayılmış ölüm uykularından uyanmaya başladı. Asayiş ekibi tam bu esnada tüm mermilerini Jason’ın üzerine tekrar yağdırmaya başladı. Hafif bir titreşimle hareket ettiler; içlerinden yayılan organik sıvılar, karanlık bir pıhtı gibi yerlere damlıyordu. Yumurtaların üst kısımları yavaşça açılmaya başladı. İçeride kıpırdayan surat yapışkanının bacakları, mağaradaki kan kokusuna tepki veriyordu.
Jason, bir başka kurbanı palasıyla ortadan ikiye bölerken, surat yapışkanlarından biri yumurtadan fırladı. Kırmızıya bulanmış bir teknisyenin kafasına yapıştı. Pençeleri adamın yüzünü delip içeri girdi ve adamın çığlıkları boğuk bir gurultuya dönüştü. Yere düşerken, vücudu korkunç bir şekilde kasılıyordu.
"Yumurtalar aktifleşti!" diye bağırdı Elias, sesi paniğin eşiğindeydi. Ama Jason’ın karanlık varlığı, mağarayı ele geçirmişti. Yumurtaların uyanışı, yalnızca onun getirdiği ölüm atmosferini daha da yoğunlaştırmıştı. Timden sağ kalan birkaç asker, yaralı bir şekilde mağaranın karanlık köşelerine sığınmaya çalıştı. Ancak surat yapışkanları bu fırsatı kaçırmadı. Yaralı bir asker, sırtını mağara duvarına yaslarken yüzüne yapışan bir yaratığın pençelerini hissetti. Yaratığın kuyruğu, boynuna dolanarak onu tamamen hareketsiz hale getirdi.
Bir diğer asker, karın bölgesinden yaralanmış bir şekilde yerde sürünüyordu. Arkasında Jason’ın ayak seslerini duydu ve ardından yüzüne doğru fırlayan bir yapışkanın boğumlu kolunu hissetti. "Hayır! Hayır!" diye çığlık attı, ama sesi bir anda kesildi. Sevil, Burak ve Merve sonunda mağaranın girişine ulaştılar. Mağaranın girişini açmak için kullanılan patlayıcıları açılan gediğin sağ ve soluna doğru yığarak mağara girişine yerleştirdiler. ‘’ Elias’’ diye bağırdı Burak, nefes nefese kalmış bir şekilde. Bir yandan hala refleks olarak silahını Jason’a doğrultmuştu. Ama daha az önce bunun beyhude bir eylem olduğunu da deneyimlemişti. Sinsi hareketlerle sıvışarak çıkışa gelen Elias içerde kim kaldı kim kalmadı düşünmeksizin eliyle ‘’ hadi ‘’ işareti yaptı ve ekip koşarak uzaklaştı. Jason içeride hareket eden insan kalmadığını görünce yavaşça ardına döndü ve kaçanları fark etti. Kapıya doğru yavaş ama emin adımlarla ilerlemeye başladı. Ardına dönüp bakan Merve ‘’ bas artık, bas ‘’ diye bağırıyordu. Elias koşu adımlarını yavaşlatarak durdu ve ardına baktı. Bir an için olsun hasmını tanımaya ve anlamaya çalıştı. Ona ait olmayan bir zamandan, ona ait olmayan bir gerçeklikten gelen bu ölüm makinasında Elias gibi komplike bir zihne sahip birinin okuyabileceği hiçbir veri yoktu. Düğmeye bastı ve patlayıcıları ateşledi. Mağaranın girişinde devasa bir toz bulutu yükseldi. Taşlar çöktü, mağarayı tamamen kapattı.
Dışarıda, nefes nefese kalmış bir şekilde yere yığıldılar. Merve ağlıyordu. "Oradakiler… hepsi öldü mü?" diye sordu, ama Sevil cevap vermedi. Onun yüzü, mağaranın karanlık girişine doğru dönmüş, bir şeylerin hâlâ bitmediğini biliyordu.
Mağaranın içinde, Jason’ın devasa gövdesi, taş yığınlarının altında hareket etmeye başladı. Birkaç Xenomorph surat yapışkanı daha yumurtadan çıkmış, hareketlenmeye devam ediyordu. Jason, olağandışı bir şekilde doğruldu sanki görünmeyen bir efendinin inatçı iradesi tarafından savaşa itiliyordu. Tekrar ve tekrar ve tekrar…
SESSİZLİK
Sessizlik. Bu, LV-998’in taş yığınlarının altında kalan mağarada hüküm süren tek şeydi. Ancak bu sessizlik yanıltıcıydı. Mağaranın derinliklerinden, taşların arasından yankılanan ağır bir tok ses duyuldu önce. Ardından bir tane daha.
Taş yığını, hafifçe titremeye başladı. Sanki gömülü bir dev, mezarını kazıyordu. Ama yukarıdan aşağıya doğru değil, aşağıdan yukarıya doğru. Bir yumruk, taş yığınını delip geçti. Ardından bir başkası. Jason Voorhees, soğuk, karanlık gövdesiyle enkazın altından vurdukça ilerliyor, ilerledikçe daha hızlı vuruyordu. Palası kaybolmamış, ellerinde bir ölüm anıtı gibi parlıyordu kan damlacıkları ile ve saygı
Jason, yolunu açmaya başlamıştı. Her adımı taş zemini sarsıyor, her darbesi duvarları titretiyordu. Devasa yumrukları, kayaları un ufak ediyordu. Kimi darbelerle duvarda çatlaklar açılırken, kimi darbelerde koca parçalar yerinden kopuyordu. İlk başta birkaç saat süren bir mücadele gibi görünse de Jason’ın sabrı tükenmezdi. Her darbesinde, kayalar daha fazla boyun eğiyor, ölüm, sabrın bir sanatına dönüşüyordu. Taşlar çatırdadı, toz bulutları yükseldi. Nihayet, son bir darbeyle, Jason, koloninin ana binasına çıkan bir açıklık yarattı.
Kurtulanlar, binanın sessiz koridorlarında, yaklaşan ayak seslerini duymaya başlamıştı.
Jason, koloninin loş koridorlarında ilerlerken, yerdeki metallerin üzerinde yankılanan ayak sesleri, hayatta kalanların korkuyla nefeslerini tutmasına neden oluyordu. İlk kurbanı, binanın batı kanadındaki bir teknisyen oldu. Adam, patlama yüzünden enerjisini kaybetmiş bir jeneratörü yeniden çalıştırmaya çalışıyordu. "Hadi ama, lütfen çalış!" diye mırıldanıyordu. Ancak jeneratör yerine çalışan şey, ölümün kendisiydi.
Teknisyen, arkasındaki devasa gölgeyi fark ettiğinde çok geçti. Jason’ın pala darbesi, adamın kafasını gövdesinden ayırarak metal duvara fırlattı. Kafatasından yayılan kan, duvara sıcak bir desen gibi sıçradı.
Bir diğer kurban, bir güvenlik görevlisiydi. Koridorun sonunda, titreyen elleriyle tüfeğini doğrultmuştu. "Geri çekil! Seni vururum!" diye bağırdı. Ancak Jason durmadı. Kurşunlar, devasa gövdesine isabet ediyor, ama hiçbir şekilde onu durduramıyordu. Görevli, tüfeği tekrar doldurmaya çalışırken Jason bir adımda boynuna ulaştı ve çelik elleriyle adamın kafasını sıkarak paramparça etti. Kanlı parçalar koridor boyunca saçıldı.
Jason’ın avı devam ederken, Elias’ın hengamede diğerlerini galeyana getirip kendisini kontrol odasına kilitlediğini fark ettiler. Sevil ve Burak hemen panik halinde Elias’ı dışarı çıkmaya ikna etmeye çalıştı ama nafileydi. Elias yapmıştı pisliğini. Bunlar olurken mağarada kuluçka dönemini hızla bitiren xenomorph yaratıkları yavaş yavaş taşıyıcılarının yarı canlı yarı ölü bedenlerinin iman tahtasını yırtarak çıkmaya başlamışlardı. Kötülük karafatmalar gibi ürüyordu.
"Elias! Buradan çıkmamız lazım. Jason her yerde!" diye bağırdı Burak, kapıya vururken.
Elias, içeriden soğuk ve kendinden emin bir sesle cevap verdi. "Bu yaratık kontrol edilemez. Ancak… ben onun kurbanı olmayacağım. Daha yapmam gereken pek çok şey var."
Sevil, bir şeylerin yanlış olduğunu hissetti. Elias’ın sesi… insana ait bir ses değildi. O sırada kontrol odasının kapısı açıldı ve Elias dışarı çıktı. Ancak yüzünde hiçbir korku belirtisi yoktu. Sevil, onun gözlerine baktığında gerçek ortaya çıktı: Elias bir Wayland&Yutani androidiydi.
"Sen… bir makinesin," dedi Sevil, geri çekilirken. Midesinde bir boşluk hissetti. Plansız çözümsüz kalmıştı iki çıkmaz arasında. Elias, yüzünde soğuk bir gülümsemeyle yanıtladı: "Şirket beni buraya bir koruyucu olarak yerleştirdi. Ancak benim misyonum hayatta kalmak, insanlara eşlik etmek değil."
Sevil, bu ihanetin şokunu henüz atlatamadan, Jason’ın ayak sesleri kontrol odasının koridorlarına ulaştı. Elias, bir insanın korkusunu hissetmese de Jason’ın varlığının yarattığı karanlık enerji onu bile etkiledi.
Jason odaya girdi. Sevil, Merve ve Burak ölümsüzün yolundan çekilmekten başka bir şey yapamadı. Elias ise kendisini kilitlediği odadan içerde olup bitecekleri izlemek, karşısındaki bu tanımadığı varlığın sınırlarını keşfetmek için sabırsızlanıyordu. Sevil korkudan yüzüğüyle oynuyordu. Kırılmış ayna parçalarına şekil verilerek yapılmış bu yüzük Sevil’in parmağında sanki cam değil de elmasmış gibi parlıyordu. Jason’la bir an gözgöze geldiler. Tabi o çirkin maskenin göz deliklerinin arkasındaki karanlıkta göze dair bir şeyler var ise. Jason yüzüğe baktı. Yüzüğün pırıltıları arasından sanki bir an kırmızı yeşil bir ışıltı gelip geçti. Bu anla birlikte Jason korkuyla ondan sakınmaya çalışanlardansa kendini güçlü ve güvende hisseden Elias’a doğru yöneldi. İşte bu, Elias için oldukça beklenmedik bir veri olmuştu. Kendini güvende hissettiği kilitli kapı Jason’ın yumrukları ile sarsılıp patlayarak girişi açmak için son nazlanışlarındayken odadakiler arkadan sıvışmıştılar bile.
Kapının nazı bitti, Jason içeri girdi. Elias hiçbir şey söylemeden öylece bekliyordu. İşleyeceği son data olağandışı heybetli olsa da en nihayetinde insan suretinde olan bir canlının ne kadar kuvvetli olabileceğine ait kişisel bir deneyimdi. Ölümsüzlerden biri olma hayali, şirkette daha önemli pozisyonlarda görevlendirme hayali, seri üretilecek bir modelin atası olma hayali… Bunların tamamı bir uydu gezegenin çelik mağarasında duygusuz bir katilin ellerinde son buldu. Elias, Jason’un palasıyla ikiye bölündü. İç organlar yerine metalik kablolar ve kıvılcımlar etrafa saçıldı. Elias ‘’ anladım ‘’ dedi son olarak ve birden fişi çekilmişçesine öylece durdu. Biraz önce insandan ayırt edilmesi mümkünsüz olan Elias şimdi yerde iki parça halinde bir eşya gibi duruyordu öylece. Etrafa fışkıran ve yer yer de sızan beyaz sütümsü sıvılar Jason’ın ayaklarına kadar gelmişti. Jason bir oyuncağı kırmış çocuk gibi aniden ona olan ilgisini tamamen yitirdi ve geri döndü.
Koridorlar ölümle yankılanıyordu. Her adımda karanlık biraz daha üzerlerine çöküyor, LV-998’in içindeki dar geçitler birer mezar tüneline dönüşüyordu. Sevil, Burak ve Merve, kan ve metal kokusuyla dolu bir korku labirentinin içinden kaçmaya çalışıyordu. Ancak ne Jason ne de Xenomorph yaratıkları avlarının peşini bırakıyordu. Wayland&Yutani’nin hırsı bir koloninin daha yok oluşunu ölüm ve kanla beslenen tanrılara müjdeliyordu. Koşarken artık Sevil’in ciğerleri acıyla yanıyordu. Bir an olsun arkasına bakmamaya çalıştı, ama ayak sesleri, çığlıklar ve karanlıkta yankılanan iniltiler peşlerini bırakmıyordu. Burak, bir elinde küçük bir el feneri tutuyor, diğer elinde bir silahı sımsıkı kavrıyordu. Ancak elleri titriyor, her adımda umutsuzluk biraz daha büyüyordu.
"O şey hâlâ peşimizde mi?" diye fısıldadı Merve, nefesi kesik kesikti. Gözleri yaşlarla dolmuştu, ama ne ağlayacak zaman vardı ne de bunu susturacak bir huzur. Burak, arkasına hızlıca bir bakış attı. "O sadece peşimizde değil. Bizi avlıyor. Ama burada bir şey daha var… başka bir şey."
Sevil, bu sözlerin ne anlama geldiğini anlamak istemiyordu. Ancak cevapları almak için çok uzun süre beklemek zorunda kalmadılar. Koridorun loş ışıklarında, gölgelerin içinden bir ses yankılandı: ıslak, metalik bir tıslama. Sevil, o sesi hemen tanıdı. Bir Alien vardı. Hayatta kalma içgüdüsüyle konuşmaya başladı: "Durmayın! Hemen buradan çıkmalıyız!" Koridorun sonunda, ince bir geçit vardı. Sanki güvenli bir alana açılıyor gibiydi, ama gölgeler bir kez daha ihanet etmişti. Üçü de geçidi geçtiklerinde, bir anlık rahatlama yaşadılar. Ancak bu kısa sürdü.
"Sessiz olun," dedi Burak, etrafı kontrol etmek için silahını kaldırırken. Tam o sırada, karanlık bir köşeden koca bir kuyruğun aniden fırladığını gördüler. Kuyruk, Burak’ın bacağını kavrayarak onu yere savurdu. Burak’ın çığlığı, koridorun her yerine yankılandı. "Hayır!" diye bağırdı Sevil, ama Burak çoktan yere serilmişti. Kuyruk, devasa bir Alien’ın gölgesini ortaya çıkararak karanlıktan tamamen çıktı. Alien, pençelerini Burak’ın göğsüne sapladı ve belinin arkasından dönerek adamı tam yüzünün hizasına yüzü gelecek şekilde havada asılı tuttu. Burak acıyla bir çığlık attı. Alien’da bir çığlık attı ama bu acıdan değildi. Ağzının içinden çıkan uzantı Burak’ın gözünden içeri girip kafasından dışarı çıkmıştı. Adamın acıdan kendini kaskatı tutan kasları bir anda boşaldı ve kuyruğa asılı bir bez bebek gibi öylece kalakaldı. Kan, koridorun metal zeminine yayıldı. Alien, Burak’ın cesedini sürüklemeye başladı. Ama o sırada başka Alien’lar da gölgelerden çıkıyordu.
Çığlıklarla…
Merve ve Sevil, panikle geri çekildi. Ancak koridorun diğer tarafında Jason’un ayak sesleri yankılanıyordu. Kaçacak hiçbir yer yoktu. Merve, Sevil’e doğru döndü, yüzü korkudan bembeyazdı. "Sevil, bir şey yap! Lütfen bir şey yap! Sen bunlar üzerine çalıştım diyordun" diye yalvardı. Ancak tam o sırada bir Alien, Merve’ye doğru atladı. Onun sırtına yapışan yaratık, kuyruğunu etrafına sardı. Sevil, arkadaşına yardım etmek için bir adım attı, ama Merve’nin son çığlığı her şeyi kesip attı. Alien’ın pençeleri, Merve’nin omurgasını delip geçti. Yere düşerken, gözleri Sevil’e dönük bir şekilde kapandı.
"Hayır!" diye bağırdı Sevil, ama yapabileceği hiçbir şey yoktu. Merve’nin cesedi yerde hareketsiz yatarken, Alien’lar karanlık koridor boyunca daha fazlasını ararcasına hareket ediyorlardı. Sevil, koridorun başka bir köşesine saklanırken Jason’un devasa gövdesi karanlıktan bir kez daha belirdi. Ancak bu kez yalnız değildi. Bir Alien, hızla ona doğru atladı. Pençelerini ve kuyruğunu Jason’un göğsüne saplamaya çalıştı. Ancak Jason, bu saldırıyı bir darbe gibi hissedip geri çekilmedi. Onun karşılığı, palasının Alien’ın gövdesine bir hamlede saplanmasıyla geldi.
Alien’ın asidik kanı, Jason’un koluna sıçradı ve etini eritmeyi başardı. Ama Jason, hiçbir tepki göstermedi. Sanki acıyı hissetmiyor gibiydi. Elini kaldırarak Alien’ın kafasını çıplak elleriyle ezdi. Kafatası parçalanırken asidik kan her yere sıçradı, koridorun duvarlarını delip geçti. Jason’un gölgesinde bir başka Alien ona saldırmaya hazırlanıyordu. Ancak Sevil, bu çatışmayı daha fazla izleyemezdi. Hızla koridor boyunca koşmaya başladı.
Sevil, koşarken arkada kalan çatışma seslerini hâlâ duyabiliyordu: Jason’un palası, Alien’ların tıslama ve çığlıklarına karışıyordu. Ama her adımda daha fazla yalnız kaldığını hissediyordu. Artık tek başınaydı.
Sonunda bir çıkışa ulaştı. Koloninin acil kaçış kapsüllerinin olduğu bir bölüme vardı. Ancak kapsülün kilidini açması gerekiyordu. Ellerinin titrediğini fark etti. "Hadi… lütfen, açıl!" dedi, sanki kilit ona cevap verebilecekmiş gibi. Uğraşlar sonunda kilidi açmayı başardı ve kapsülün içine girdi. Kapıyı kapatıp havalandırma sistemini çalıştırdığında, son bir kez arkasına baktı. Koridorun sonunda, karanlık gölgeler hareket ediyordu. Ne Jason, ne de Alien’lar onun peşini bırakmıştı. Ama bu kapsül, onun son umuduydu.
Kapsül, bir sarsıntıyla havalandı. Sevil, koltuğa çökerek gözlerini kapattı. Gözyaşları yanaklarından süzülürken, başına gelenleri hâlâ tam olarak anlayamıyordu. Ama hayatta kalmıştı. Şimdilik. Sevil, kapsülün penceresinden LV-998’i izlerken, geride bıraktığı dehşet dolu sahneler zihninde tekrar tekrar canlanıyordu. Arkasında bıraktığı korku yalnızca bir başlangıçtan ibaretti zira. Dr. Sevil Kaya gidebileceği en yakın gezegenin koordinatlarını girdi ve hiper uyku kapsülüne geçti. Sonsuz gibi gelecek bir kabus göreceğini bilmiyordu.
Jason ve Alien’ların ölüm dansı ise hâlâ koloninin derinliklerinde devam ediyordu. Jason öldürdükçe, parçaladıkça, ortadan ikiye böldükçe bir yerlerden bir şekilde yenileri gelip duruyordu. O ise yine yılmaz bir irade ile düşmanının yerini sanki eliyle koymuş gibi biliyordu ve ona doğru ilerliyordu. Artık xenomorph asitinden lime lime olmuş kıyafetinin deliklerinden vücudu görünüyordu yer yer. Bir yara, bir darbe, bir mermi ya da kesici alet izi olmayan hiçbir yeri yoktu vücudunda. Ama hiçbir şey onu durduramamaya devam ediyordu. Ovomorph yumurtalarını yumurtlayan kraliçe Alien dahil.
Onu arıyordu.
Ona gidiyordu.
Mağaraların diplerinde ilerliyor, keşif ekiplerinin girmediği yerleri yıka parçalaya kendine yol açıyor asla ama asla durmuyordu. Takip ettiği son kovuğun dönemecinde kendini bulduğu yuva ona aitti. Ekselanslarına.
Tüm heybeti ile kraliçe karşısında duruyordu. Önünde sadece bir ovomorph vardı. Kim bilir kaç yıldır burada artık üreme güdüsünü yitirmiş bir halde öylece duruyordu. Jason kendisine yaklaştıkça o da canlanmaya başladı. Sayısız yıldır kullanmadığı eklemlere can geldi. Ağzının suyu tekrar akmaya başladı. Jason ona yaklaştıkça o da ona doğru yürüyordu. Bir an yüz yüze geldiler. Kraliçe saldırmadı. Sadece hırlıyor, tıslıyor, asidik tükürükler saçıyordu. Jason ise tamamen tepkisiz öylece inceledi. Metalin metale sürtme sesi yankılandı odada. Jason elindeki palayı daha önce hiç sıkmadığı kadar sıkarak yaratığa tersinden, keskin ucu havaya bakacak şekilde saplamıştı. Kraliçe çığlık atmadı. Olan bitene izin vermişti. Yaşamak ile olan bağı kopmuştu demek ki. Direnmedi. Jason palayı testere gibi ileri geri sürttüre sürttüre yukarıya çıkartıyordu. Kraliçe sadece palanın hareketleriyle sallanıyor, örseleniyor, ortadan ikiye kesiliyor ama gık demiyordu. Son darbeyi kolunu tüm gücüyle yukarı savurarak vurmuş oldu Jason. Kraliçe ortasından tepesine kadar ikiye kesilmişti. Pala onun bedeninden sıyrıldığı anda Kraliçe’nin asidik kanından birkaç saniye süren bir asit yağmuru yağmasına sebep oldu.
Kraliçe öylece yere yığılıp kaldı.
Jason, yavaşça yumurtaya doğru yürüdü. Yaratıkların kıyıltısı yerini sessizliğe bırakmıştı. Yuva, ölümle kaplanmış bir mezar gibiydi. Jason, yumurtanın önünde durdu ve elini yüzüne usulca götürerek bir hamlede maskesini çıkardı. Maskesinin altındaki yüz, çürümüş, erimiş bir et yığınıydı. Ama Jason, yüzünü sakınmıyordu. Yumurtanın üst kısmı yavaşça açıldı ne olup bittiğini anlarmış gibi. Zamanının geldiğini biliyormuş gibi. İçindeki surat yapışkanı dışarı fırladı. Jason, kaçmaya çalışmadı. Facehugger hiçbir engel ve karşı refleks ile karşılaşmaksızın Jason’ın o surat demeye bin şahit istiyen yerine yapıştı ve ağzının olması gereken yerdeki delikten yapması gerekeni yaptı. Jason’un koca gövdesi yavaşça yere düştü. Biraz irkildi, titredi, depreşti ve en nihayetinde duruldu.
Ölümsüz öylece yatıyordu yuvanın ortasında. Pek bir müddet geçmedi ki yattığı yer yükselmeye başladı. Aynı onu bu gezegene, bu zamana, bu mekana getiren höyük gibi. Jason Voorhees'in devasa gövdesi, LV-998'in organik dokularla kaplı zeminde hareketsiz yatıyordu. Göğsünden hâlâ asidik kan sızıyor, yumurtadan fırlayan Facehugger'ın bıraktığı izler tenine karışıyordu. Ancak Jason’un hareketsizliği, bir insanın ölümüne benzeyen bir son değildi. Onun varlığında ölüm, sadece bir aşamaydı.
Birden zemin titremeye başladı. Jason’un altındaki taşlar, kum gibi gevşiyor ve gövdesi yavaşça aşağıya doğru çekiliyordu. Altında, bir vortex daha oluşmaya başlamıştı; tıpkı onu LV-998’e getiren o cehennem girdabı gibi. Kanlı zemin, Jason’un gövdesini yutarken, vortex’in karanlık ışıkları tüm mağarayı doldurdu. Alien’lar, sessizce izliyor, yeni bir korkunun doğuşunu hissediyordu.
Jason, vortex’in içinde kayboldu. Yalnızca bir gölge kaldı geride. Artık LV-998, yalnızca Alien’ların hâkim olduğu bir ölüm gezegeniydi.
KAOS
Jason, kendisini bu evrene getiren karanlık girdabın içinde sürüklenirken, aniden Pinhead’in tahtının bulunduğu cehennemi boyut onu bir vantuz gibi çekti kendine Yeraltı krallığını andıran bu mekan, sonsuz bir acı ve sapkınlık labirenti gibiydi. Duvarları dikenli zincirlerle örülmüş, karanlık gökyüzü, kan kırmızı yıldırımlarla yarılıyordu. Pinhead, tahtında oturuyor, Jason’un önünde belirmesini bekliyordu. Sunakta öylece duran ve olacakları bekleyen Al Azif te aynı derecede heyecanlıydı.
"Hoş geldin, ölümün elçisi," dedi Rahip duygusuz bir ifade ile. "Görevin tamamlandı. Xenomorph’ları ve onların demode kraliçelerini yok ettin. Yaptığın yıkım… tam da benim arzuladığım gibi." Elini apış arasına götürmek istedi hatta bir an ama yapmadı. Ölümden ve kandan aldığı zevk sanki cinsel bir haz gibiydi.
Jason’un devasa gövdesi yere yığıldı. Kanlar içinde, asitler içinde ama hâlâ canlıydı. Ancak bir şey ters gidiyordu. Tam o anda, Jason’un göğsü şiddetle şişmeye başladı. Et ve kemik çıtırdıyarak hareket etti, göğüs kafesi açıldı ve içinden bir yaratık çıktı. Ancak bu yaratık, sıradan bir kafes kıran xenomorph değildi. Farklıydı, birkaç saat sonra tam formunu aldığında çok çok daha farklı olacaktı hatta. Ölümsüzden aldıkları ile, cehennemde doğması ile ve bir kraliçe olması ile yaratık Pinhead e ölümsüz bir ordu fabrikası vaat ediyordu. Rahip kıvanç dolu bakışlarla izliyordu çoktan başlayan dönüşümünü.
Odanın neşesini bozan yine Jason oldu. Ölümsüz yine ölmemişti. Göğsünde açık bir pencere ile yerinde doğruldu. Atmayan bir kalp, çürümüş yeşermiş ve kurtlanmış iç organlar ve cehennem boyutu için bile berbat bir koku onunla birlikte hareket etmeye başladı odada. Rahip buna da hazırlıklıydı. Odanın içinde Jason’ın hareketinin tersine bir daire çizerek ilerledi ve sunağın başına geçti. Al Azif yine işbirliğindeydi Rahip ile ve laneti tekrar okudu. Onu bir sonraki güzergahına yollamak için.
Yine höyük, yine vorteks, yine yolculuk…
Jason kendini bir kum yığınının üstünde buldu. Maskesi yanında öylece duruyordu. Onsuz kendini çıplak hissettiği için hemen tekrar yüzüne taktı ve olduğu yerde doğruldu. Şöyle bir etrafına baktığı zaman uçsuz bucaksız bir çölün ortasında olduğunu anladı. Çöl uçsuz bucaksız kum tepeleriyle çevriliydi ve bir hayalet gibi sessizdi. Bu yaratık gülümseyebiliyor olsaydı o an kesin gülümserdi. Çölde onu boğacak bir Crystal gölü yoktu ya da o hayatta tek korktuğu şey olan su… Bir hayal ancak olabilirdi böyle bir kaynak ki Jason için bu kabus olurdu.
Kendine bir yön seçti ve yürümeye başladı. Her adımı, kumun üzerinde yankılanıyordu. Kum yumuşak olsa da onun heybetli gövdesi öyle ağırdı ki, her adımda güm güm sesler çıkıyordu. Ancak bu yankılar, çölün derinliklerinde iki varlığın dikkatini çekmişti. Birisi oldukça yakınında olan ve Jason’ın yürümeye başlaması ile son sürat kaçan bir Muad’dib yani bir çöl faresi. Diğeri ise Shai Hulud. Yani bir çöl Tanrısı, ölümsüz olan, sonsuzluğun yaşlı babası. Ayak seslerine doğru gitgide hızlanarak kumun altında ilerleyen devasa kum solucanı.
Jason bir şey geldiğini fark etti ve durdu. Ama artık çok geçti. Shai Hulud bir kum fırtınası çağırarak geliyor ve sanki tüm çölü sallıyordu. Jason palasını havaya kaldırdı ve beklemeye başladı. Solucan birkaç metre ötesine geldiğinde kumun üstüne çıktı ve gökyüzüne doğru yükseldi. Güneşi de kapattı görkemi ile, gökyüzünü de kapattı ve ağzını aşağı yöneltip Jason’ın üstüne çöktüğü anda her şeyi kapattı.
Derler ki kainat zıtlıklar üzerine kuruludur ve her şey bir denge içerisindedir. Bu dengenin ortası ise sonsuz olasılıklarla kaplıdır ve en zayıf yeri de burasıdır. Kaos’un bile kendi içerisinde bir düzene sahip olduğunu söylerler. Bu düzen bozulursa kapı aralanır, içeriye girmemesi gerekenler girer, olmaması gerekenler olur, ölmemesi gerekenler ölür.
Düzen dengenin en zayıf noktasından zorlanıyor, kaos yerini karanlığa bırakmaya hazırlanıyor.