LEATHERFACE
KIRSALDA KATLİAM
16. Yüzyılda başlayıp 17. yüzyıla uzanan Celali İsyanları, Anadolu halkının daha çok ekonomik zorluklardan dolayı İmparatorluğa başkaldırışıydı. Kanlı bir şekilde bastırılan isyan, saltanat haline gelen tımar sistemiyle oluşan yarı feodal yapının; köylülerin vergilerini ödeyememesine, iş bulmak için daha büyük kentlere göç etmesiyle sonuçlandı. Geçim yolu bulamayanlar eşkıyalığa başladılar, ya da halihazırda bunu yapanlara katıldılar.
Toplumsal düzen ve sosyal yapı alt üst oldu. İşsizlik ve geçim sıkıntısı, toplumun her kesimine derinlemesine yansıdı. Kırsal da etkilendi bundan. Hatta en çokta kırsal etkilendi.
MEZBAHA
Bölgenin Mezbaha ve Hayvan Pazarı, yerleşimin yerlerinin sonunda Bozkır’ın başlangıcındaydı. Köylüler zaman zaman yetiştirdikleri hayvanları buradaki pazara getirir, satar; satın alanlar isterlerse bitişikteki mezbahada aldıklarını parçalattırırlardı. Sanayi devriminin Endüstri ve Tarıma gerektirdiği katkılara biraz daha zaman gerekiyordu ve mezbahada işler eski usullerle ilerliyordu. Çok eski usullerle.
Mezadın ve mezbahanın köylü ahalisine katkısı büyüktü. Dikişini tutturan gençler genellikle burada çalışırdı. Hallice yaşlı ahalinin işi ise topraktı. Bölge iklimi yağışlı ve bereketliydi, hayvancılık ve orman dokusunun sıklığı av hayvanları ve onları avlayanlar için bulunmaz bir nimetti. Kayış Suratlı’nın cehennemi içinse, cenneti temsil ediyordu.
Sistemde çıkan aksaklıklar burayı da vurmuştu. Mezadın günlerce boş kaldığı oluyordu, ahali arasındaki iş gücü çok zayıflamıştı. Toprak ekmek, hayvan yetiştirmek pekte akıl kârı sayılmıyordu. Son birkaç aydır da göç de başlamış, hızını da almıştı. Yaşadıkları, kırsal kalan bu yerlerde gelecek göremiyorlardı. Büyümüş çocuklar önderliği ele alıyor, anne baba ve aileden kim varsa toplayıp daha büyük kentlere yerleşmek üzere yola çıkıyordu. Hane halkı zaten kalabalık olmayan belde, nüfusunun yarısından fazlasını kaybetmişti ve duracağa da benzemiyordu.
Bozkır’ın başlangıcında mezbaha komşu izole bir yer daha vardı. Çarpık ailesiyle, ahalinin kayış suratlı diye seslendiği genç bir erkeğin yaşadığı, iki katlı ahşap bir ev. Beldenin sınırlarıydı buralar. Bozkır bu evden sonra göz alabildiğince devam eder ve onu çevreleyen sık ağaçlı orman başlardı.
Dudakları ve yanaklarını ayıran çizginin olmaması, suratını bir kayış gibi dümdüz gösterir, yüzünde herhangi bir mimik barındırmazdı. Bu da mezbahada canlı hayvanların kafasına o dökme balyozu geçirirken onu daha da acımasız gösterirdi. Beldenin makus genç erkeklerinin ekmek kapısı olan mezbaha, o’nun için ailesi gibi çarpık zihnini, ormanla birlikte rahatlatan tek yerdi.
Mezadın yoğun olduğu günlerde en fazla çalışan ve en ağır işi yapan oydu. Canlı bir varlığı öldürmenin, ne olursa olsun bir ağırlığı vardı. İşi bitince muşambadan bozma kanlı önlüğünü asar, dökme balyozunu gediğine bırakır, geldiği gibi tek kelime etmeden giderdi. Herhangi bir eğitimi yoktu, eli silah tutmamıştı. Mensup olduğu bireylerle, her şeyden ve herkesten uzakta, bildiği ve bildiğini öğrendiği tek yer olan bu cehennem çukurunda varlığını sürdürüyordu.
Eğer onun için bir mutluluktan söz edebileceksek, evet mutluydu!
Çokta uzak olmayan bir yaz sonu zamanı, sözde mutluluğu daha da artacak, yeni bir yüzü olacaktı. Zaman, sanki ona bunu sunmak için var gücüyle ilerliyordu.
AHALİ
Belde halkı için zaman aynı cömertliği göstermemekte kararlıydı. Kala kala bir avuç insan kalmıştı. Taşlı yollar ezilmiyor, sıcağın vurduğu toprak alanlarda toz kalkmıyordu. İçinde bulundukları zor zamanlar daha da derinleşiyordu. Mezadın ve mezbahanın kapatılacağına dair söylentiler kıyı köşe söylencelerinden çıkmış, ulu orta konuşulur hale gelmişti. Oysa Karaağaç, bir zamanlar Bozüyük’ün en gözde beldesiydi. Şimdi ise durdurulamaz bir yıkımın önünde bocalıyordu.
Mezadın kapatılması, son ağır darbeyi onların alması anlamına gelse de, olay buraya geldiyse çevre beldeler daha kötü durumdaydı demekti. Bütün çevre beldeler satacağı hayvanını buraya getirirdi. Merkez vilayetten alıcıların toplanma yeri burasıydı. Tarım farklı işliyordu ama iş hayvana gelince, söz burada başlardı.
Belde ileri gelenleri başlarda gelen krizin başında olsa da artık geriye kimse kalmadığı için savrulup duruyorlar, sessizliğin kaderlerini tayin etmesini bekliyorlardı. Geçen bu yıllar, önce üç hanenin toplu göç etmesiyle başladı. Aceleleri anlaşılmamıştı. Şimdi görülüyordu ki erken kalkan yol alıyordu. Merkez vilayete geçmişler, oradan kim bilir nereye. Onların bu cesaretini başka toplu aile göçleri takip etmişti. Her seferinde bir evin ışıkları daha bir daha açılmamasına kapanıyordu.
Mezada gelen hayvan sayısı da göçe kalkan aileler gibi eriyordu. İlk zamanlar bir kayıp söz konusu değildi ama bu kalanları onları yanıltmış, gidenlere ise o aceleci damgasını yapıştırmıştı. Mevcut ağıllar tükenip, yerine yeni besiler gelmeyince vahamet ortaya çıkıyor, gerçeklerle yüzleştikçe de mevcudiyet azalıyordu.
Ahali karnını doyurmakta zorluk çekmezdi. Ekip biçebilirler, önlerinde uzanan ormanda avlanmaya devam ederlerdi. Lakin herkesin kaygısı karnını doyurmaktan ibaret değildi. Sıkıntılı zamanlardı, geleceğin karanlığının ne zaman dağılacağını ya da pusun kalkıp kalkmayacağını kim bilebilirdi. Bazıları için geride kalmak, bozkırda unutulmak, bihaber garpta var olmak doyurulamayacak bir açlık demekti. Aralarında çıkan mezadın kapanması söylentilerine yine kendi aralarında şiddetle karşı çıktılar. Lakin cümleleri havadaki boşluğa savrulup kulaklarına bile varmadan dağılıyordu. İstekleri, histerik bir coşkudan öteye gidemeyecekti. Mezat kapanacak, mezbaha kapanacak, ama kan durmayacaktı!
ORMAN
Bozkırın önünde uzanan o çepeçevre güzellik. Doğayı örten o muhteşem orman. Deliliğe en yakın tanıklığı gösteren, çarpık bir zihne en yakın bakışı atan o yegane hazine. Kayış Suratlı’nın mezbahada balyozla hayvan öldürmekten kalan zamanını geçirdiği iki yerden birisi bu ormandı. Zamanla bir yük haline gelen kilolu gövdesini daha rahat taşıyabildiği, hareketlerinin daha çevik ve atak olduğu günlerden beri bu ormandan çıkmazdı. Onu iğrenç fikirleriyle kirletir, uğursuz zevklerinin kaynağı olarak kullanırdı.
Aynı evde yaşadığı amcası köy korucusuydu. Cephe ve askerlik onunda gelgitli zihnini daha da karıştırmıştı. Kayış Suratlı yeğeni ile ne zaman ormanda karşılaşsa, sivri dişlerinin arkasından ona delilikle karışık bir gülümsemeyle bakar, yoluna devam ederdi. .
Vahşi hayvanlara tuzak kurar, sürüngenleri büyük zahmetle yakalar; onların derisini yüzer, vücutlarını doldurur ve bir mabet gibi odasını süslerdi. Bazen de bodrum katındaki, zamanının daha büyük bir bölümünü geçirdiği atölyesinde bir köşeye bırakır, kendi kendine kuruyup etleri sönene kadar bekletir, hayranlıkla baktığı iskeletleri ortaya çıkınca da atölyenin bir köşesine asardı. Tavukları kuş kafeslerine kapatır, hayvanlar günlerce kıpırdamadan öylece dururdu. .
Çarpık zihni, hoşuna giden herhangi bir şeyin ya da bir eylemin mantığını ona göre uyarlardı.
Ormandan döndükten sonra oynamak istediklerini kendine saklar, değer görmediklerini tüm aile yerdi. Etin nereden geldiği ya da hangi canlıya ait olduğunun bir önemi yoktu. Değer, yargı ne o ne de o evin içinde yaşayan herhangi biri için bir anlam ifade etmiyordu.
Yaptığı eserlerini hala eteklerinden ayrılmayan en küçük kardeşine bakan kendisi gibi koca gövdeli annesine gösterirdi. Yerinden pek kalkamazdı. Ailesinde en bağlı olduğu kişi annesiydi. Onu her zaman onaylar, düz suratını sever, üç oğlu içinde en derin şefkatini ona gösterirdi. .
Kendini farkında olduğu zamanlardan beri mezbahada çalışıyordu. Bildiği tek öldürmekti. Geçen bu zaman içerisinde, balyozunu indirdiği hayvanların darbeyi alınca çıkarttıkları böğürme sesleri onun orada bulunma sebebi haline gelmişti. Yüzülen deriler, kendi sanat eserlerinin ortaya çıkmasına ilham kaynağı olmuştu.
Yüzün biçimsizliğini işte bu ilhamla değiştirecekti. Güzel olacaktı. Güzel bir yüzü olacaktı.
HÖYÜK
Merkez vilayet sınırları içerisinde, aralarında fazla mesafe barındırmayan iki büyük höyüğü de bu bölge barındırıyordu. Özellikle yazları, hayvanları otlatmak için tercih edilen yerlerdi. Bozüyük Höyüğü beldeye en yakın olandı. Hayvanları olan ahali sıklıkla burayı tercih ediyordu. Köylünün gözünde pek tekin yerler olarak yer etmemişti. Haksızda sayılmazlardı. Geçmişin hayaletleri, buraya yaşıyordu. Üzerinde biriken toprak onları zapt etmeye yetmiyor, orasından burasından çanak çömlek ve görüldüğünde baş çevrilen kemikler fışkırıyordu. Lakin otu bereketliydi. Dibinden başlayarak etrafı yemyeşil olur, hayvanlar yemeye doyamazdı.
Merasının başında duran ahalinin çoluk çocuğu akşama kadar burada oynar tepesine çıkma çabaları yara bereyle sonuçlanır, toprağın bir köşesinden tutup çıkarttıkları kırık dökük envanter ya da bir kemik o günün oyuncağı haline gelirdi. Kışın şiddetli yağmurlarla suyun dövdüğü toprak iyice yumuşar, öbek öbek çökeltiler oluşur, havalar iyileşmeye yakın barındırdığı hazinelerini kusardı.
Göçle çekilen el ayak, höyüğü yalnız bırakmıştı artık. Eteklerindeki otlar yazın sonu gelirken ayakları üzerinde sararıyordu, bedenine elini sokup etinden oyuncak koparan hiç yoktu. Yaralanan çocukların dizlerinden, dirseklerinden üzerine damlayan birkaç damla kana muhtaçtı höyük. .
Açtı, o da…
Kan, bu köy için hayattan çok daha fazla şey anlamına geliyordu...
MEZBAHA KAPANIYOR
Günlerin sonu, yaz biterken geldi. Mezbaha kapandı. Köyle hemen hemen yaşıt olan mezbaha ve mezat, merkez ilçede faaliyet gösterecekti. Herhangi bir haber salınmamıştı. Yıllardır hayvanların orada büründüğü gibi, bir anda sessizliğe büründü. .
Bu güçlünün ayakta kalması anlamını taşıyordu. Sadece Karaağaç değil, çevre köylerden de azar azar göçler vardı ama burası yoğunluğun en fazla olduğu yerdi. Çevre köylerde mezat bulunmazdı. Bu köy bir toplanma alanı faaliyeti görüyor, merkez ilçe ve köyler arasında güçlü bir köprü anlamını taşıyordu. Bundan dolayı nüfusu fazlaydı ama aynı hızla azalanda. Gelecek aydınlık değil.
Hayvanlar, mezat ve tüm köy derin bir sessizliğe gömüldü.
Ahali baş başa kaldı. Ekonomik sıkıntı, herkes kendi derdine düşürdü. Henüz bilmeseler de bu yalnızlık daha uzun yıllar sürecekti. Karınlarını doyurmak için ekip biçmeyi sürdürdüler, orada burada ellerinde kalan az hayvanlarını otlatmaya devam ettiler ama höyük civarına gitmediler. Öyle bir coşku uzun zamandır yoktu, gitseler de eğilip kırılmış sarı otlardan başka bir şey bulamazlardı.
Lakin bu yalnızlıktan memnun olan birileri vardı. Kimilerine göre iyi, kimilerine göre kötü her durumda memnun olan birileri muhakkak vardır. Anadolu’nun derinliklerindeki artık ıssızlaşmış bu yerdeki memnun insanların başında Kayış Suratlı ve ailesi geliyordu. Yaşam, onlar için sadece akıp geçiyordu. Kendi kapalı dünyalarında, istekleri ve arzuları başkalarının bağlı olduğu hiçbir yapısallığa ait değildi. Onlar, insani dürtü ve hiyerarşinin hiçbir alanına tabi olamazdı. Bu bir tercih değildi, bu onların yaşam doğasıydı. Döngüleri, canlı varlık kategorisinin en temel düzlemindeydi. Mutluluk, acı, iyi - kötü kavramları; tüm genele hakim endişeler, beklentiler onlar için çok farklı anlamlar ifade ediyordu.
Zihin, güçlüdür. Düşünebilen insan kavramının duvarlarla örülü o karanlık kuyusu, çok kaygan bir zeminin üzerine inşa edilmiştir. Benliğinizin otokontrolünü sağlayan başka bir benlik vardır ve o kodlara erişiminiz yoktur. Kodlar ele geçirilirse ya da doğuştan hatalı yazılmışsa, o kuyunun duvarlarında çatlaklar oluşur. O çatlaklardan içeri sızan ise kesinlikle aydınlık bir ışık değildir. Karanlık daha yoğunlaşır, hatalar oluşur ve siz o kaygan zeminden kayıp düşersiniz. Daha da yoğunlaşan karanlık o güçlü zihninize tutunur. Artık sizin için her şey çok başkadır. Geride bıraktığınız kırıntıları kargalar yemiştir ve siz yolunuzu çoktan kaybetmişsinizdir.
AİLE
Kayış Suratlı artık zamanının tamamını akıl dışı hobilerine ayırıyordu. Gündüz ormanda, gece atölyesindeydi. Akşam yemeklerinin hemen hemen hepsi, ormanda avladığı çeşit çeşit etten oluşuyordu. Onlar için bir tavuğu yemekle bir fareyi yemek arasında hiçbir fark yoktu. Koca cüssesiyle sofraya oturduğunda sandalyeden taşıyordu. Herkesin oturduğu yer belliydi. Uzun dikdörtgen masanın başı eski bir mezbaha çalışanı olan büyük babasının yeriydi, ailenin en yaşlısı oydu. Onun hemen yanında annesi oturur ve tek başına yemek yiyebileceği halde yaşına göre hala bir bebeğin zekasına sahip olan ailenin en küçüğü olan kardeşi yanında dikilirdi. Onların karşısında sivri dişli amcaları. Annesinin yanında kendisi ve karşısında deliliğin abidesi ortanca kardeşi.
Her akşam yemeğinde istisna olmadan herkes bu sofradaki yerini alırdı. Yemek hazırlamak bu ailedeki herkesin elinden gelen bir eylemdi. Yıllar içinde her hayvana özel hazırlanış tarzı da oluşmuştu. Deli erkek kardeşi hiç susmazdı, karışık zihninin sunduğu tüm tuhaf cümleleri kurar, gün içinde ahali ile yaşadığı saçma sapan sataşmaları anlatır, anlattıklarına tüm aile gülerdi. Büyükbaba hep sessizdi, yıllarca kullandığı balyoz ellerini nasırlaştırmıştı. Annesi hem kendi yer hem küçük kardeşine yedirirdi. Amcası ise asla çatal kullanmazdı. Bıçağı onun tüm ihtiyaçlarını karşılıyordu. Her şeyleri onlara özgüydü ve kendilerine özgü tüm özellikleriyle sanki bu dünyanın yaşayanları değil gibiydiler. .
Yemek bittiğinde Kayış Suratlı atölyesinin yolunu tuttu yine. Giderken annesi saçlarını okşamayı ihmal etmedi. İri cüssesini arkalığı olmayan sandalyesine oturtup masasına abandı. Birkaç gün önce avladığı yaban domuzunun derisini çoktan yüzmüş ve kurumaya bırakmıştı. Bu akşamda o domuzdan kalanları yemişlerdi zaten.
Kalın deriyi çarşaf serer gibi havalandırarak masaya yayarak, paslı makasıyla işaretlediği yerleri özenle kesmeye başladı. Kesti, dikti. Beğenmediği yerleri söküp düzeltti. Arada bir kaldırıp tepesinde yanan lambanın yaydığı cılız ışığa tutarak icraatını kontrol etti.
O kısık ışığın altında; masaya abanmış cüssesi, hareket eden kollarıyla oldukça korkutucu görünüyordu. Son bir kez daha havaya kaldırdı elindeki deri parçasını. Gerip dikişlerini kontrol etti.
Tamam gibiydi. Kollarını yüz hizasına indirip deriyi yüzüne yapıştırdı. İki yanına taktığı kayışlarını uzun saçlarının arkasında birleştirdi. Gözlerine ve ağzına denk gelen boşlukları kontrol ederek maskeyi yüzüne oturttu. İyi gibiydi.
Şimdi kendisiyle yüzleşecek, yeni yüzünün nasıl olduğuna bakacaktı. Uzanıp yüzeyi kan pislik damlalarıyla kaplı aynayı aldı. Baktığı yüzünü sağa sola çevirdi. İşçiliği iyiydi ama deri istediği gibi değildi.
Annesinin artık kuruyarak özelliğini yitirmiş boyalarının olduğu kutuyu açtı. Tebeşirle tahtaya zorla yazan bir çocuk gibi ağzının ve gözünün çevresini boyamaya başladı. Kesiklerin etrafında defalarca daireler çizdi. Boyalar pul pul dökülürken rengini deriye zorla bıraktı.
Tekrar aynada kendini incelemeye başladı ve çok geçmeden böğürmeyle karışık bağırma sesini ciğerlerinden bıraktı. Ayağa kalkıp yüzündeki deriyi sertçe çekip kayışları kopartarak çıkarttı yüzünden. Kuvveti o kadar yoğundu ki, deriyi kağıt gibi parçalayıp bir köşeye fırlattı. Olmamıştı. Güzel değildi.
Atölyenin kapısını hışımla açtığında menteşelerden biri yerinden çıktı. Kapı şimdi yana sarkık duruyordu. Köşeyi dönüp evin ön kapısını açtı. Girişte tavana asılı duran, kuş kafesine tıkılmış tavuğa bir tane tokat attı.
Odasına gittiğinde annesi yanına geldi. Anlamsız ya da kendi anlayacakları dilde bir şeyler homurdanarak sakinleştirdi onu. .
Saçları. Saçlarını da sevdi.
ZİYARETÇİLER
Havalar serinlemeye, geceler soğumaya başladı. Kış, iç bölgelerin kapısını erken çalardı. Boşalan sadece Karaağaç köyü değildi. Çevre köylerden de ufak ufak yolculuklar başlamıştı. Birkaç ayda bir, bir aile gidiyordu. Gidenlerin amaç ve cesaretleri kalanlara umut ışığı yakmıştı.
Kış kendini iyice göstermeden, kar yolları kapatmadan merkez vilayete gitmek isteyenler vardı. Havalar iyice bozarsa uzun bir süre daha bulundukları köylerde kalacaklardı ve geçen bu sürede olayların vahametinin nereye varacağı belirsizliğini koruyordu.
Karaağaç’ı, önemli bir konum haline getiren özelliklerden biride, merkez vilayete giden ana arter yolun, köyün yukarısından geçmesiydi. Merkeze giden herkes bu yolu kullanırdı. Yoksa önlerinde aşmaları gereken bozuk, taşlı engebeli şeritler uzanırdı. Bazı köyler, özellikle aşağıda kalanlar bu yola ulaşmak için Karaağaç’ın içinden geçmek zorundaydı.
Bir kışı daha burada geçirmek istemeyen, biraz da gitmek için geç kalmış aşağı köyden bir aile, merkez vilayete varmak için o günün sabahı yola çıkmıştı. Puslu havada iki köy arasındaki yolu geçmek yüklü bir arabayla oldukça zorlayıcıydı. Sabaha karşı yağan çiğ toprağı sertleştirmiş, atın ve arabanın geçişini iyice zorlaştırmıştı. .
Köyün merkezine, oradan da ana artere çıkan iki yoldan biri aşmaları gereken tepelik içeriyor, diğer yol düz ama köyün etrafını dolaşıyordu. Birinde göz alabildiğine tek şeritli ve tepeli arazi, diğerinde düz ufuğa yakın noktada bir ev. İkinci yola girdiler. Çiğ çözülüp toprağı yumuşatırken düz yoldan gitmek vakit kaybettirse de tepe göz önüne alındığında hiçte öyle olmayacaktı.
Birkaç gün öncesinden iyice dinlenmiş ve beslenmiş olan at, yüklü arabayı düz yolda zorlanmadan artık diplerinde oldukları evin önüne getirdi. Üç kişilik bu aile köy yerlerinin yardımlaşmasından nasiplenmekte hiç geç kalmadılar. Bu kaçınılmazdı. Biraz soluklanmak, varsa bir bardak çay içmek, azıklarından biraz yemek ve güneşin tepelere biraz daha ulaşmasını beklemekti niyetleri. Sonra ana arter ve mümkün olduğunca duraksamadan merkez vilayet.
Atı süren baba arabadan inip iki katlı evin veranda basamaklarını çıkarak ahşap kapıya birkaç defa sertçe vurdu, komşu diye seslenmeyi de ihmal etmedi. Lakin sesine cevap veren başka bir ses yoktu. Göç etmiş bir ailenin evine mi denk gelmişlerdi? Evin penceresinden içeri baktığında tülün kenarından görünen sarkan etler bunun doğru olmadığını kanıtlıyordu. Basamakları geri inip arka tarafa dolanmaya başladı. Kulağı duymayan bir ihtiyar bahçeyle ilgileniyor, odun diziyor olabilirdi. Yandaki köşeyi döndüğünde başka bir ahşap kapı daha vardı. Kömürlük, erzak, küçük bir alet odası?
Varıp kapıyı çaldı. Yine sessizlik. Komşuluk yapacak, bir bardak çayını içecek kimse yoktu. Böyle olsa daha iyi olabilirdi. Herkes için.
Adam arabasına ulaşmak için arkasını döndüğünde, ahşap kapı hızla açıldı. Çarpan kapı adamı yere düşürdü. İçerden çıkan kayış suratlı yerde dizler üzerine kapanmış adamı tuttuğu gibi yerden kaldırdı. Kolları o kadar güçlüydü ki, onu omuzlarından mengene gibi sararak içeri sürüklemeye başladı. Kurtulma çabalarının tek karşılığı imkansızlıktı. Doğa da sizden daha kuvvetli başka bir canlıya karşı donatılmış bir özelliğiniz yoksa, sadece av olurdunuz.
Ağzından çıkan bağırışları arabada bekleyen karısı ve çocuğu duydu. Sıra onlara gelmeden önce kayış suratlı, debelenen adamı döndürerek kollarının altından kaldırıp duvarda asılı duran et kancasına sırtından astı. Etine giren kancanın ovalliği kusursuzdu.
Ahşap kapıdan çıkarken duvarda asılı testereyi aldı. O iri cüssesiyle, sanki yaradılış öncesinin tanrıları gibi bastığı toprağı titretip, üzerinde yaşadığı dünyayı sarsarak yürüyordu.
Arabada oturan kadın ve genç erkek çocuğun şaşkın ve korku dolu bakışları anlam kazanamadan kayış suratlı atın kulağına baş parmağını sokup derisini kavrayarak, testereyi boynundan sokup aşağı doğru kendine doğru çekerek çıkardı. Testere evde paslı olmayan tek alet olabilirdi. Kayış suratlının avladığı hayvanlar üzerinde en çok kullandığı buydu. Kısa saplı, tıknaz, bıçağı andıran sivri ucu ve ters köşesiyle sert dökümlü bir aletti.
At böğürürken kadın ve çocuk arabadan indikleri gibi geriye koşmaya başladılar. Kayış suratlı bir kez daha canı için debelenen ama kayışlarından, sırtına bağlı arabanın tahtalarından kurtulamayan atın, hali hazırda şah damarından çiği dağılan zemine fışkıran kanının çıktığı açık yaraya sapladı testeresini. Daha derine indi, çene kemiğine kadar ve altında etin bittiği yerden çıkardı.
Av olan hayvan dizleri üzerine bağlı olduğu tüm ağırlıkla çökerken kayış suratlı kaçmaya çalışan anne ve çocuğuna döndü yüzünü. Sırtına iyice yükselen güneşin sıcaklığı vuruyor, önünde dümdüz bir yol uzanıyordu. Ellerini havaya kaldırdı, çarpık zihninin ona sunduğu ve ondan başka kimsenin anlayamayacağı neşeyle koşmaya başladı peşlerinden. Şimdi tanrılardan eser kalmayan koca cüssesiyle bir höyüğe benziyordu.
KALAN BİR AVUÇ İNSAN
Yağmurlar. Ya da yağan nurlar. Köy içine kapandı.
Gece boyu aralıksızca yağan yağmurlar kapanan mezbahayı, köyün boş ve kalan bir avuç insanının yaşadığı evleri, bir zamanlar hayvanların dibinde yeşeren yemyeşil otlarıyla beslendiği höyüğü, kıraç arazinin sonundaki çarpık evi ve ötesindeki ormanı dövüyordu.
Gitmeyi düşünen kaldıysa baharı bekleyecekti -ki artık kalanlardan kimse bunu düşünmüyordu. Bazı yerleri bekleyenler vardır, az da olsa yaşam tüter bacalarda. Bazı insanlar kopamazlar, vakitleri geçmiştir istekleri yeşermemiştir hiç. Devam ederler, öyle ya da böyle o yeri hala yaşanan bir yer kılmak için devam ederler. Belki de yaşanabilecek başka bir yer bilmedikleri için. Orada ölürler. Bedenleri o toprağa karışır, kanları o toprakta kurur. Yağmur gibi hayat verir. Kan da hayattır ya da daha fazlası mı?
Tıpkı höyüğün orasından burasından tek tük fışkıran kimsenin aldırış etmediği kemikler gibi. Bir zamanlar yaşamamışlar mıydı orada da. . ? Bir yer değil miydi orası. . ? Var olanın var ettiği, var edilenin yurt edindirdiği. Hayat vermemişler miydi hayatlarıyla toprağa. . ? Anlam katmamışlar mıydı canlarıyla? Üzerinde bir canlı yürümese yalnız kalır mıydı dünya. . ?
Kalan ahali topladığı erzağı ile kışı geçirecekti. Havalar düzelince eh bakacaklardı bir çaresine merkez vilayete uğrar havadisleri alırlar, ekerler biçerler karınlarını doyurarak devam ederlerdi hayatlarına. Hayat dediğin zaten neydi ki. Bir kap yemek, doyunca bir tabak daha yiyemiyorsun bile.
Onlarda yediler, köyün sonunda yabana açılan evlerinin içinde. Daha çocukken büyükbabasının kolundan tutup götürdüğü, ölümün kol gezdiği mezbahada çalışan, doğuştan farklı yüze sahip olmasına rağmen ahalinin ona taktığı lakabın hakkını veren kayış suratlı. Her yerin muhakkak var olan delisinden birisi olan abisi. Mektebe gitse gitme zamanı çoktan geçmiş olan ve hala oluk gibi altına işeyen kardeşi ve sivri dişleriyle kimsenin bulaşmadığı amcası.
Atı da yediler, kancaya astıkları adamı da o güneşin aydınlattığı hayat fışkıran tertemiz havada yakalanan kadını ve çocuğu da. Dünya, üzerinde bir canlı yaşamasa da var olmaya devam eder miydi?
Çocuğun kafası kayış suratlıya kalmıştı sadece. Kalan hiçbir şeyi ziyan etmediler. Geceler boyu kaynattılar, pişirdiler. Sofraya hiç eksik oturmadılar. Herkes yerini aldı, aile akşam yemeğini mutlaka beraber yemelidir.
Annesi saçlarını sanki daha şefkatli seviyordu artık. Kardeşi suratını işaret ederek o delilik dolu kahkahalarını atmıyordu.
Güzeldi. Yüzü…
İtinayla ayırmıştı çocuğun derisini kafasından. Bu zamana kadar ki biriken tüm hünerini kullanmıştı. Çok hassastı, hayvan derisine benzemiyordu. Ama tabaklamadı onu. Bitkilerle ve altına yaptığı takviyelerle kalınlaştırdı. Küçük geldi başta yüzüne, tam kaplamadı. Çocuğun boynundaki derisinden biraz daha kesip alt kısımlarına dikti. Dikiş izi aşağıda kalıyordu. Bütüne etki eden bir şey yoktu. Gözlerini, ağzını tam ona uyacak şekilde kesmişti. Aynaya baktığında bırakamadı. Uzun bir süre izledi kendini. Başını sağa sola çeviriyor, yüzüne taktığı maskesinin altında gülüyordu. Bu yüzüne boya sürse ortaya neler çıkardı ama buna ihtiyacı bile yoktu.
Yeni biri mi olmuştu, yeni bir yüz ona yeni bir karakter mi verecekti? İnsan neden maske takardı, sadece çirkinliğini gizlemek için mi? Maske onu değiştirmedi. O neyse oydu. Kendi içindeki dünyası ile olan sorunları onunla karşılaştığınızda sizin için bir anlam ifade etmezdi, onun içinde.
HÖYÜĞÜN HİDDETİ
Kayış suratını güzel bir maskeyle gölgeleyen Leatherface’in kardeşi iyice delirmiş gözleriyle köyün sonundaki evden merkeze doğru koşuyordu. Dışarıda nispeten daha az yağmur vardı. Üzerindeki atlet ıslanmış iskelet gibi bedenine yapışmıştı. Evlerine görece en yakın, pencerelerinden gaz lambasının titrek ışığının sızdığı evlere baktı. Seçtiği bir tanesinin kapısını çaldı. Entarisiyle kapıyı açan adama telaşla kendi evlerini göstererek bir şeyler geveledi. Bu hareketler ortalama olarak herkese bir şeylerin yolunda gitmediğini anlatır. Orada yaşayan aile köyün pek muhatap olduğu kişiler değildi, çoğunluğu dalga konusu olan, içlerinden sadece köyün korucusu görevini gören o sivri dişli dışında aralarına karışmazlardı.
Entarisiyle kapıyı açan adam karşısındaki iskeleti görünce irkildi. Hareketlerinden onunla gelmesini istediği anlaşılıyor ama yüzündeki sırıtış asabını bozuyordu. Çekiştirdiği kolunu ondan kurtardı, yanı başına gelen karısının soru soran gözlerine aynı şekilde karşılık verdi. Lakin burası köy yeriydi ve insanlar birbirlerini ne olursa olsun görmezden gelmezdi.
Yün paltosunu sırtına asıp deliliği itekleyerek önüne sürdü ve bir daha geri gelemedi.
Gelmeyen kocasına bakmak için komşusundan yardım isteyen kadında, onunla gidende ve onlara bakmak için gidenlerde. Höyük şişti. Nefes alan bir organizma gibiydi. Tüm gece yağmur yağdı ve tüm gece kan aktı. Yağmur bereketti, kan ise hayat mıydı sadece?
Örümceğin ağına yakalanan sinekler gibi çekildi eve köy. Çarpıklığın labirentinde yolunu kaybeden Theseus gibi. Yüce Tanrı Pan’ı aramak için bükülen gerçeklik gibi. Ortaya çıkmayı bekleyen kötülüğün saklandığı karanlığa adım atmak gibi.
Bu; gecenin en karanlık anında birbirine bağlanan, birinin bittiği yerde bir diğerinin başladığı ya da aslında her şeyin aynı anda olduğu bir hikaye sadece. Kendi içindeki devamlılığının bizim için önemli olmadığı, sadece daha büyük bir şeyin ufak bir parçası olan.
LAMENT
Kendi kurtuluşlarına yürümüştü köy sanki. Göç edenler, geride kimseyi bırakmamıştı. Geleceği düşünmeye gerek kalmamış, başka bir iradenin tecellisine ait olmuşlardı. Yolun sonundaki aydınlığa üşüşmüştü hepsi. Kimine göre böylesine bir çılgınlık ancak başka bir zamandan fırlatılıp atılmıştı buraya. Belki de sadece olması gerektiği gibi olmuştu her şey.
Yağan yağmurla hiçliğin karanlığından çıkıp gelir gibi birer birer geldiler araziden. Bazen sivri dişli birinin namlusundan çıkan bir mermiydi buldukları ışık, bazen adı sanı belli olmayan başka bir iradenin beslediği çarpık bir zihnin elindeki testere, bazen de mezarından kalkıp iliklerine kadar ıslanmış bir cesedin delilik dolu kahkahalarıyla ellerinde. .
Akan kan mı hayat sadece. Kanı taşıyan et de hayat sağlar mı onunla beslenen başka birinin hücrelerinde. Kullanabilecek yeni yüzler sunar mı ona bedenler. Bir çocuk büyür mü bununla. Kötülük bu mu.
Temellendirilmiş ahlaki yasalarla bezeli doğal düzen işlemiyor mu.
Ya canlılar ahlakını kaybederse ya da buna hiç sahip değildiler ise…
Bozulacak bir denge, hiç kurulmamışsa.
Tamir edilmesi gereken bir şey yoksa. Olmuş, olan ve olacak olan hep kendi başına buyruk tekerrür içindeyse. Saf yoksa ya da bir taraf hep yenik başladıysa. Kazanılacak bir savaş varsa ya da bu savaş çoktan bitti ise, belki de hiç başlamamışsa…
Yanılgı ve sanrı ise her şey?
Düzeni kuranlar size hiçbir seçenek bırakmadıysa.
Değiştirecek en ufak bir gücünüz dahi yoksa. .
Her varlık kendi tabi olduğuyla yoğrulur, bazılarının payına düşen topraktır. Toprak hayat verir, toprak saklar ölümü, sürülmüş nice hayatların üzerini örter. Miladın öncesi ve sonrası da payına toprak düşenlerindir. Katliamla doyan köyde hala yaşam vardı. Aslında yaşam bu köyde miladın öncesinden beri vardı, toprak üstlerini örtmüştü sadece.
Kanla beslendi o da kendi kanlarıyla besledikleri gibi. Yağmurla emdi toprak köyün hayatını ve bir nabız gibi atmaya başladı höyük. Höyüğün derinlerinde, ortasından bir yol geçen taş çemberin duvarları titredi. Çemberin iki yanında yükselen sütunlara kazınmış iki figür, başlarının üzerindeki lamentlerle temsil ettikleri gücün nişanesiydi. Boşluğa uzattıkları elleri ise artık geç kaldıkları bir yakarışı temsil ediyordu sanki.
TANRILAR ARAMIZDAYDI
Derler ki kainat zıtlıklar üzerine kuruludur ve her şey bir denge içerisindedir. Bu dengenin ortası ise sonsuz olasılıklarla kaplıdır ve en zayıf yeri de burasıdır. Kaos’un bile kendi içerisinde bir düzene sahip olduğunu söylerler.
Bildiğimiz zamanın ötesinde, kainat var olmadan önce işte bu sözde Kaos vardı ama bu düzen, kendisiyle birlikte sonradan dahil olan tüm canlılar için aynı adalete sahip değildi. Bildikleri tek düzen kendi içerisinde sahip olduklarıydı. Yaşam genişledikçe, başka dünyalar kendi kurallarıyla katıldıkça bu düzenin yanına güçlü olan kaos hepsine bulaştı.
Çağlar boyu sonu gelmeyen mücadeleler yaşandı. Var olan başka dünyalardan da kaosun saflarına katılanlarda oldu. Toprağın hükmü altında yaşayıp aklı bulananlarda. Kendi güçleri ve algıları mertebesinde kaosun bahşettiği ilim kadarı ile ona hizmet ettiler. Bu hizmet tabi ki tek taraflıydı. Amaç dengenin en zayıf noktasıyla oynamaktı. Kaleyi içeriden yıkmak.
Cthulhu’ya, kaosun bu güçlü temsilcilerinden birinin derin uykusundan uyanarak hükmetmeyi tercih edeceği güne kadar ona kendilerini adamış tarikatları.
Kardeşini öldüren Kabil. Metinler onu kardeşini öldürmeye iten dürtüyü, içinde hep var olan kötülük olarak açıklar. Bu o kadar kuvvetlidir ki, kaos için manipüle etmeye değerdi. Onun soyunu çağlar boyu insanlığa musallat ettiler. İlimleri şimdiki zamanın ötesine ulaşıyordu ve gerçekliği kendi istedikleri gibi şekillendireceklerdi.
Karşı koyanlarda vardı zira. Teraziyi dengesinde tutmak, düaliteye ayrılmış varlık mertebesinin iyi diye tabir edilen safında yer alanlar. Onlarda kendi dünyasının bahşettiği ilimlerle karşı koyuyordu.
Hermes, Zümrüt Levhalarında aşağıdaki ve yukarıdakilerin birbirleriyle aynı olduğunu daha ilk satırlarında vurgulamıştır. Düaliteyi tekilliğe çekerek her şeyi tek bir çatı altında toplamak. Dengenin en zayıf noktası ne içeridekini dışarıdan ne de dışarıdakini içeriden soyutlardı. Hermes, bilginin ehil olmayan ellerde bir silah olacağı ve saklanması konusunda şiddetle uyarıyordu. Kötü olan zaten kötüydü, ona aklı bulanmış müttefikler kazandırılmamalıydı. Kaos’un dengeye yaptığı saldırılar sadece kendi varlıklarının hüküm sürmesini istemeleriydi.
Daha kudretlileri de vardı.
Zülkarneyn, seyyah geçirdiği hayatında ilimi toplamak için sarfettiği çabalarla göklere seti bunun için çekti. Dengenin kaygan zemininin yol açacağı olası bozulmalarına karşı, toprağa tabi olanların zihin kadar bedeni saldırılarına da dayanabilmesi için.
Bu başlangıçtan beri verilen bir savaştı. Kaos, kendi içindeki hiyerarşisini yöneltebileceği başka hayatlar bulmuştu sadece. Mağaralara resmedilen, gökyüzüne bakıp duvarlara kazınan tanrılar aramızdaydı. Hem de tüm güçleriyle.
AL AZİF BURADA
Cizvit Rahipleri feshinin ikinci kuruluşundan sonra daha güçlü geri döndüler ve büyümeleri ilk kuruluşlarına göre daha hızlı oldu. Kilisedeki yerlerini geri kazandıktan sonra faaliyetlerine ara vermeden devam ettiler. Asya, Afrika ve Yakındoğu en yoğunluk kazanan bölgelerdi. Misyonlarının gereği gezici öğretmenlikle, gittikleri bölgelerin kültür ve yaşamlarına vakıflardı.
Kütüphaneleri kuvvetliydi.
Bilgiyi kendi aralarında da yayarlardı.
İlk fesih öncesi 16. Yüzyıl ortalarında Osmanlı topraklarında da yürüyorlardı ama bizim için asıl önemli olan ikinci kuruluştan sonraki ziyaretleriydi. Bir Cizvit Rahibi, Irak’ın Hillah şehrinde Babil’den kalma İştar Kapısından girdiğinde, göğsünde taşıdığı parşömen parçasının ruhuna verdiği manevi ağırlığı bile kalbinde beliren heyecanı bastıramadı. Yaşamın hiç sönmemiş olduğunu, Akadlarında ayaklarını bastığı kalıntılardan, Hammurabi’nin yasalarının hükümleriyle yankılanan duvarlardan, onlarında içine çektiği duru havadan hissediliyordu.
Bu şehri terk ederken bir kez daha istemişti görmeyi ve şimdi başka bir gücün topraklarında yürüyordu. Mensuplarıyla beraber Anadolu’nun ortasından geçip kuzeye yollanıyorlardı. Köyleri kasabaları geçip, yolları üzerindeki tarihi yaşayarak.
Güzergah belli olsa da ayakları farkında olmadan başka bir iradenin sanrısı altındaydı. Kalpleri onları yürüdüğü toprakların kurulduğu şehirden de geçmekten alıkoyamadı. Konaklamaları ana arter yola bağlanıp yine uzun sayılabilecek geldikleri yol kadar sonra kuzeye kara bir denizin kıyısına ulaştıracaktı onları.
Hava güzel yol düzdü. Artık kimsenin yaşamadığı bir köyün önünden geçtiklerini düşünürlerken uzaktan, eskimiş dikiş izleriyle dolu deri bir insan maskesinin ardından bakan gözler izliyordu onları.
Köy geride kalıp yol sağa doğru meylederken, arabalarını çeken atları hiçbir sebep yokken irkildi. Ne bir sürüngen ne de yabani bir hayvan vardı etrafta.
İşte rahipler o zaman gördü, yeşermiş ağaçların ardında tüm heybeti ile yükselen höyüğü. Bulunmaz bir hazine daha. Bilgi dağarcıklarına eklemek için arabanın başına içlerinden birini bırakarak heyecanla yürümeye başladılar.
Her adımla höyük biraz daha büyüyordu önlerinde. Her biri bir köşeye dağıldı. Belki bir kalıntı, kalbinden çıkıp onlara gelmiş eski dünyaya dair bir hediye. Kalbine yakın duran eski parşömeni taşıyan Cizvit Rahibi, höyüğün dikleşen eteklerini dolaşırken tökezledi. Sanki höyük onu içine çekmek istiyordu. Onu veya ona ait olan bir şeyi.
Ve belki de rahibi alamayacağını bildiği için sadece ona gizli hazinesinden bir hediye verdi.
Tökezlediğinde karşısındaki otları bir yatak gibi altına almış, göğsünde taşıdığı parşömen parçasıyla aynı lisana ait başka bir tane duruyordu. Tereddütsüz aldı yerden ve diğerinin yanına sokuşturdu.
Etrafına bakıp yalnız olduğunu gördü.
Bilgi paylaşılırdı onlarda. Bu misyonun kurallarından biriydi.
O’da paylaştı. Lakin yanındakilerle değil. .
O iki yaprak, çok uzun yıllar sonra, İstanbul’da bir kilisenin Rahibinin eline geçeceği kendi yolculuğuna başlayacağı son bir seyyahın eline geçene kadar…