Karanlığın Fısıltıları

67a12bcb9044a.jpg

KARANLIĞIN FISILTILARI

(Negativum & Privatium)

 

Bir yerlerde çiçekler açar, bir yerlerde çiçekler solar. Hastaneler yenidoğan çığlıkları ile şenlenirken gasilhaneler ölenlerin keder acılarıyla dağlanır.

Bazı hikayeler iyi başlar lakin kötü biter, bazıları ise kötü başlar ve iyiye döner. Yaşanan her anın aksi, başka bir gerçeklikte dalgalanır. İçerik değişir, amaç değişmez.

Işığa davet varsa, karanlık nasibini almayacak mı.? 

Var edilen her canlı, kendi safını tutmayacak mı.?

Denge mutlak korunmalı, kapı kapalı kalmalı.. Bir taraf ardına kadar açmak istiyorsa, diğeri kilitleyip anahtarı yok etmeli.

Çağlar geçer, nesiller geçer. Bir yılan kuyruğuna erişmek için çember çizer.. 

O kapı kapanmaz, açılmaz, sadece aralıktır.

Düalite; karşıtlığa hizmet eder.

 

KARDEŞLER

(FRATRES)

 

Adanın rüzgarı her sabah aynı şarkıyı söyler, bu şarkıyı ise yalnızca iki kişi dinlerdi. Büyük kardeş ve küçük kardeş.

Adanın toprakları onların ayaklarına, gökyüzü onların gözlerine aitti sanki.  Deniz, sonsuz bir çember çizerek kardeşleri dünyanın geri kalanından ayırarak, adayı onlar için bir cennet haline getirmişti.

 

Geçmişin hatırlanmadığı, bugünün ise doyasıya yaşandığı bir hayatın içinde büyük kardeş, güneş doğar doğmaz kalkar, bahçesinde çalışmaya başlardı. Toprakla olan ilişkisinden son derece tatminkardı. Ellerinin altında hissettiği nem, yağmuru yediğinde bahçelerinin havaya yaydığı koku, taze yeşil yaprakların dokusu, ona hayatın ne kadar basit ve anlamlı olduğunu hatırlatırdı. Toprak ona nimetlerini cömertçe verirken, o da toprağa şükranlarını sunardı. Ektiği her tohum umut, büyüyen her bitki onun için mucizeydi. Patlıcanların parlak mor rengini sever, dallarından sarkan domateslerin güneş ışığında nasıl parladığını saatlerce izlerdi. Bu onun huzuru, yaşamın en tatminkar anlarıydı.

 

Küçük kardeş, büyük kardeşten biraz daha farklıydı. Onun kalbini dolduran hayvanlarının sevgisiydi. Sabahları uykulu gözlerle en erken o uyanır, koyunların sesini duyduğu anda gülümserdi. Her birinin kendince bir karakteri olduğuna inanırdı. "Topak" adını verdiği koyununa ayrı bir sevgisi vardı. Hem yaşından hem de gözlerinde sanki bir bilgelik akıyor oluşundan.. Topak, diğer koyunlar otlarken genelde bir kayanın üzerine tüner, adeta onların koruyucusuymuş gibi etrafı izlerdi. Küçük kardeş, bazen kendine görev edinmiş bu yaşlı dostunun yanına oturup ona dertlerini anlatırdı. Elbette koyun konuşmazdı ama onun bakışlarından her şeyi anladığını düşünürdü.

 

İki kardeş, gün boyunca ayrı işler yapardı ama birbirlerinden asla kopmazlardı. Adanın ortasında bir tepelik yükselirdi ve burası, onların buluşma noktasıydı. Büyük kardeş tarlasından kopardığı taptaze meyvelerle, küçük kardeş koyunlarından kırktığı yünlerden yaptığı yumuşacık yastıkları getirir, bu tepe buluşur ve rüzgarı dinlerken ve birbirlerine o gün yaşadıklarını anlatırlardı. Büyük kardeş toprağın veriminden, küçük kardeş hayvanlarından birinin yeni doğurduğu yavrusundan heyecanla söz ederdi. 

 

Ada evleri, doğa ortak arkadaşları gibiydi. Gökyüzü her zaman izlenecek bir şey sunardı. Gündüz mavi derinliğiyle insanı kendine hayran bırakır, geceleri yıldızlar dokunabilecek kadar yakın olurdu. Büyük kardeş, geceleri gökyüzüne parlayan yıldızların yaşamlarını izlediğine inanır, küçük kardeş ise aslında ışıldayan ateş böcekleri olduğunda ısrar ederdi. Galiba olmayan bu tartışma, yıllarca devam etti.

 

Deniz ise adanın yoldaşıydı. Dalgaların kıyıya vurması, hep birlikte gece uykuya dalmalarına eşlik eden ninni gibiydi. Küçük kardeş bazen kıyıda dolaşır, deniz kabukları toplar, onları buluştukları tepede büyük kardeşine gösterir, hangi kabuğun en güzel olduğunu seçmesini isterdi. Büyük kardeş ise sürekli aynı cevabı verirdi, "Hepsi güzel" .Kardeşinin mutluluğuna gölge düşürecek bir şey söylemek istemezdi.

 

İşte iki kardeşin adadaki yaşamı, bu temel ve basit huzur üzerine kurulmuştu. Toprak, gökyüzü ve deniz onların dostları, hayvanlar, aileleri gibiydi ve en önemlisi, birbirlerine olan bağlılıkları, dünyada hiçbir karanlığın sarsamayacağı kadar güçlü görünüyordu.

Lakin bazı dengeler, en küçük bir kırılmada sonsuza dek bozulur ve bu cennetin de, farkında olmadan bir uçuruma doğru sürüklendiği günler adanın üstüne kara bir örtü gibi serilen yıldızsız bir gece ile başladı. 

 

Rüzgar, her zamanki sakin melodisini terk etmiş, daha soğuk ve yabancı bir tını taşır, dalgalar yoğunlaşmış adanın kıyılarını döver olmuştu. Kardeşlerden büyük olan, o gece bahçesini sulamayı bitirdiğinde başını kaldırıp baktığı gökyüzünde tehditkar bir karanlıktan fazlasını göremedi. Ay ışığı, siyah gökyüzüyle başa çıkamayacak kadar cılızdı. Bu gece her zamankinden farklıydı ve bir his, göğsünün ortasına çöreklenmişti. Sanki cılız ay ışığından arta kalan ne kadar karanlık varsa toplanıp yere inmiş ve ona bakıyordu.

Ve konuştu…

 

Küçük kardeş de aynı gece, koyunlarının yanına uzanmış gökyüzüne bakıyordu. Derin bir uykuya dalması için yıldızlar ışıklarını söndürmüş, siyah bir battaniyeyi üzerine örtmüştü.  Ancak gözlerini kapattığı anda, rüyasının derinliklerine bir ses sızdı. Bu ses ne açık bir kelime taşıyordu ne de belirgin bir form. Yine de bir fısıltı gibi kulaklarına doldu: 

“Yaklaş… Dinle… Anlayacaksın…”

Küçük kardeş aniden irkildi, koyunlar huzursuzca hareket etti ama bakındığı  etrafında hiçbir şey yoktu.

 

Geceler birbirini takip ederken, bu fısıltılar daha sık gelmeye başladı. Büyük kardeş, karanlığın sesini ilk duyduğu andan bugüne toprağının öncekinden daha farklı olduğunu görebiliyordu. Çapayı her toprağa saplayışında, buğday başaklarının daha kalın, daha sağlıklı büyüdü. Sanki karanlık, tohumlarına kadar dokunmuş onları bir mucizeyle kutsamış gibiydi ama bu mucizenin ardında bir soru işareti vardı; büyük kardeş hissettiği bu yoğun berekete rağmen emin değildi. 

Fısıltıların yayıldığı adada her bir köşe, her bir zerrede bu etkinin yansımaları kaçınılmazdı. Karanlık, entropiye iyi gelmekle kalmıyor sanki tersine çeviriyor, yaşam ve bereket saçıyordu.

Küçük kardeşse koyunlarının daha güçlü ve sağlıklı hale geldiğini fark etmesi uzun sürmedi.  Gözlerinde daha parlak bir ışıltı, yünlerinde bir pırıltı vardı. Her doğum daha kolay geçiyor, her yavru kuzu daha gürbüz doğuyordu. Koyunlar daha fazla süt verir, süt daha koyu ve besleyici hale gelir olmuştu. Hiç geçmeyen bir yazı yaşadıkları adada nehirde beklettiği bakraçla soğuttuğu sütü kana kana içmek son günlerdeki en büyük keyiflerinden biri olmuştu. Bu beklenmedik bolluk, küçük kardeşi heyecanlandırdı. Ama koyunların geceleri daha huzursuz olduğu, bazılarının ağılda boşluğa doğru melemeye başladığı da fark ettiği şeyler arasındaydı.

Günler birbirini kovaladı, her biri karanlıkla kendi sessizliğinde konuşuyor, diğerine bunu söylemiyordu. Büyük kardeş fısıltıları toprağın kendisinden geldiğini düşünüyordu. Sanki toprak onunla konuşuyor, ona bereketin sırlarını açıklıyordu. Küçük kardeş ise koyunların gözlerinden yayılan bir bilgelik olduğunu sanıyordu. Ama her ikisi de içten içe, bu fısıltıların atfettiklerinden daha başka bir kaynağa ait olduğunu da düşünmekten geri kalmıyorlardı. 

Geçen her gece, fısıltılar biraz daha soyut sesler olmaktan çıktı. Şekiller görmeye başladılar. Karanlık hiçbir zaman aynı anda iki kardeşe görünmüyordu. Büyük kardeş geceleri tarlanın ucunda, gölgeler arasında kıvrılan bir hareket olarak algılarken, küçük kardeş ağılda dolaşan bir gölgenin hayvanların ayakları arasına kıvrılıp kaybolduğunu görür gibi oluyordu ama ne kadar dikkatle bakıyorlarsa baksınlar, cismaniliği tam olarak asla anlayamıyorlardı.

Bir gece, büyük kardeş nihayet bu gölgeye hitap etmeye cesaret etti. 

“Sen kimsin..?”

diye fısıldadı gecenin karanlığında boşluğa doğru. Sesinin daha yüksek çıkmasını istediyse de ancak bu tona ulaşabilmişti.. 

Bekledi…

Bekledi…

Ta ki karanlığı içinde sırtından ensesine kadar yürüyen buz gibi bir his hücum edene kadar. Benliğinin algı sınırlarını yıkarcasına ve bildiği gerçekliğe dair tüm duvarları eğip bükercesine kelimeler zihninde yankılandı..

“Beni adlandırma. İsimler beni zincirler, ben isim alan değil isim verenim. Sana verdiklerime iyi bak. Bu sana cevabımdır.. Daha fazlasını istiyorsan, beni dinleyeceksin.” 

Artık karanlık, kalbinin pompaladığı kana kadar karışmıştı. En şişkin damarlarından en kılcal damarlarına, hayat sıvısına bulanan bu kara katranı artık ağrıyan başının zonklayan şakaklarında da hissedebiliyordu. Ne zaman ve nasıl yatağına giderek uyudu, sabah bunu hatırlamayacaktı bile.

Aynı gece, küçük kardeş koyunların ağılına sığındı. Huzursuzlanan hayvanlarını yatıştırmaya çalışırken karanlık, ağıldaki samanların üzerinden doğru sanki kıpırdandı ve sessiz bir ses, onun aklının derinliklerine bir tohum gibi yerleşti. 

“Beni takip et. Sana sırlarımı göstereceğim.”

Bir hafta boyunca, her iki kardeş de karanlıkla konuşmaya devam etti. Fısıltılar onlara daha çok bolluk vadediyordu. Büyük kardeş, gölgelerin ona nasıl daha verimli bir tarım yapacağını öğrettiğinin farkındaydı. Toprağı hangi ayın hangi gününde kazacağını, tohumları nasıl ekeceğini karanlık onun zihnine sanki bir hatıraymış gibi yerleştiriyor, adam ilk defa denediği pek çok yöntemi sanki yıllardır yapıyormuş gibi ustaca hareket ediyordu. Onun bereketinin kaynağı olmuştu. Küçük kardeş ise, koyunların yününden nasıl daha güçlü iplikler yapacağını, sütün nasıl peynir olabileceğini bilmediği bir sezgiyle öğreniyordu.

Ama bu gizlilik, ağır bir yük haline gelmeye başlamıştı. Hele de ayrılık. Karanlıkla baş başa kalmak için birbirleri ile geçirdikleri zamanı düşüre düşüre hiçe yaklaştırmışlardı ilk defa. Bir şeyler artarken bir şeyler de mutlaka hiçliğe karışır. 

Bir gece, büyük kardeş tarladan döndüğünde, küçük kardeş yüzündeki kararsız ifadeyi fark etti. Sessizliği, kalbine tutunan inançla bozdu:

“Bir şey saklıyorsun benden.” 

Tam olarak bunu söylemeyi istememişti. Kelimeler, karışmaya başlayan zihninden kontrolsüzce dökülüyordu.

Büyük kardeş ne cevap verdi ne de dönüp yüzüne baktı. Bir derde iç çeker gibi derin nefesler alıyordu. Benlikleri kırılmadan, düşünceleri parçalanmadan kurulan son bölük pörçük diyaloglara istinaden:

“Sana bir şey anlatacağım,” dedi. 

 

Karanlığı, fısıltıları ve toprağın bereketini paylaştı. Küçük kardeşin gözleri her cümleyle daha da irileşiyordu. Sonunda dayanamadı büyük bir suçluluk duyarak bakışlarını kaçırdı. 

“Ben de aynı şeyleri duydum,” dedi. 

“Hayvanlar nicedir huzursuz. Başlarda onlardan geliyor sanıyordum. Nihayet bilge dolu bakışları dile geldi dedim kendi kendime ama öyle değildi. Kelimeler gölgelere büründü. Aralarında dolaşır, samanların üzerinde kaçamak kımıltılar oluşur oldu. Ağıla her girdiğimde ben de huzursuzdum artık.  Hep daha fazlasını vadeden, daha fazlasını öğreteceğini yineleyen.”

Büyük kardeş anlattıklarını dinlerken, bu karanlık varlığın her ikisine de dokunduğunu idrak etti. Fısıltılar ve gölgeler onları ayrı ayrı ziyaret etmiş olsa da vadedilen yol aynıydı.  O gece, karanlığın onlara, onlarında birbirlerine söylediklerini düşünerek uyudular. 

Büyük kardeş yatağında dönerken, “Bu bir armağan mı yoksa bir tuzak mı?” diye düşünüyordu. Yeryüzü onlara zaten bereketini cömertçe sunuyordu. Çiftçi tohumdan ekin almak için su, gübre verdiğini, zamanını vererek çalıştığını ama karşılığında yetişen mahsulü topraktan söküp aldığını biliyordu. Kardeşi de besleyip büyüttüğü koyunları sonunda yediklerini ve ama bunu dengeyi tüketmeden gerçekleştirerek yerine yenisinin geldiğini.

Mevcudiyet, halihazırda verilen emeğin üzerine çıkmıştı ama bu bereket, iki kardeşin içindeki sessiz gerginliği büyütüyordu. 

Çünkü karanlık, yalnızca almak için verir. Ve o geceden sonra, her iki kardeş de bunu hissetmeye başlayacaktı.

 

Adadaki huzur, bereketin gölgesinde ipotek altına alınmıştı bile. Fısıltıların sesine daha fazla kulak verdikçe anlamaya başladıkları şey kesinlikle karşılıktı artık. Deniz, kıyıya vuran dalgalarıyla toprağı beslerdi. Toprak, insanın emeğini alır, karşılığında mahsuller verirdi. Gökyüzü, yağmurları ile hayat taşır, ama ardından fırtınalarla sınardı. Doğa, döngülerle işlerdi ve her döngünün bedeli vardı. Karanlık da bir döngüye tabi olmalıydı.

Fısıltılar her geçen gece daha netleşir, onlara daha derinden ulaşır oldu. Vadettiği şeyler, kendilerine ait olmayan bir mülkiyetin ağırlığını taşıyordu. 

 

Bir gece büyük kardeş, tarlasının kenarında oturmuş toprağın içinden çıkan bir kurtçuğu avcuna almış oynarken sesi yeniden duydu. Bu sefer, karanlık yalnızca zihninde yankılanmıyor, etrafındaki havada titreşiyor gibiydi.


“Her şey karşılıklıdır,” dedi karanlık. “Her şey karşıtlıdır. Bunu duymayı, beklediğini biliyorum. Ama maddi bolluğa çok alıştınız. Manevi bolluk için, gerçeklerin en gerçeğine hakim olmak için bundan sıyrılmalısınız’’ dedi. 

Adam konuşmasa da aklından ve kalbinden geçeni bildiği için karanlık tekrar muhatap aldı adamı ve ‘’hepsini değil, sadece bir tanesini seç, ama en değerli şeyini. Böylece sınavı geçebilir, cismanilikten sıyrılabilirsin. Bedel ödemeden büyüyemezsin.” dedi. 

 

Büyük kardeş, karanlık varlığın fısıltılarında bir tür mantık seziyordu. Toprağın verimliliği, kendi emeğiyle birleşmişti, ama karanlık bunu daha büyük bir ölçekte büyütmüştü. Bahsettiği bedel öncesi ve sonrası içinde geçerliydi.. Yağmur yağmazsa ekin kururdu, hava gereğinden fazla soğursa buz tutardı. Doğa da bedel ödetebilirdi.

Bu sözler, büyük kardeşin içini hem aydınlattı hem de daha fazla korkuya sürükledi. 

Küçük kardeş de, aynı gece benzer fısıltılarla uyanmıştı. Ama onun zihnindeki karanlık, daha çok korku ve kuşku tohumları ekmeye odaklanmıştı. 

“Bereket sana ait değil,” dedi karanlık. 

“Senin koyunların, senin ellerin, senin çaban… Bunlar tek başına yeterli değil. İlk hayvan sana ait değil. Sen verileni aldın ama ben sana daha fazlasını verdim. Onlara dokundum ve ilmimin sadece bir tutamını verdim. Karşılığında daha da fazlası için sadakat istiyorum.”

Küçük kardeş de, ağılda koyunlarına bakarken bu sözlerin doğru olduğunu biliyordu ama aynı zamanda içindeki masumiyet, karanlığın ona yalan söylüyor olabileceğini düşündürüyordu. 

“Belki bu bir oyun,” dedi kendi kendine. 

“Belki her şey zaten böyle olacaktı. Karanlık sadece bizi kandırıyor.”

Ama sonra gözleri kuzulara kaydı. Kuzular o kadar güçlü, o kadar sağlıklı görünüyordu ki, bu mevcut doğadan daha güçlü ve uzak bir mucize gibi hissettirdi. Karşısında duran her ne ise, kendi çabasıyla açıklanamayacak, gücü sahip olduğu aklıyla idrak edilemeyecek kadar kusursuzdu. Ve işte o anda, karanlığın sesi bir kez daha zihninde yankılandı. Daha güçlü, daha ısrarcı:


“Kusursuz olan hiçbir şey, bedelsiz değildir.”

 

Fısıltılar, kardeşlerin arasındaki sessiz mesafeyi arttırmaya başlamış, birbirlerinin ne düşündüğünü sorgular olmuşlardı. 

Büyük kardeş, küçük kardeşin karanlıkla ne kadar ileriye gittiğini ya da gidebileceğini öngöremiyordu. Onun seslere boyun eğip eğmediğini öğrenmek istiyor olsa da bunu sormaktan korkuyordu. Fısıltılara tamamen teslim olduğunu öğrenirse, kendi içinde bir yalnızlık hissedecekti.

Küçük kardeş ise abisinin sessizliğinden korkuyordu. “Belki de karanlık onunla daha fazla konuşuyor. Belki beni dışarıda bırakıyor.” Bu düşünceler koyunları otlatmak için çıktığı tepeliğe her oturduğunda zihnini kemiriyordu. 

 

Her iki kardeş de geceleri daha az uyumaya başladı. Büyük kardeş, tarlanın başında oturup gökyüzüne bakıyor ama yıldızlar ona artık dostane bir şekilde parlamıyordu. Gökyüzü, sanki karanlık bir boşluk haline gelmişti. Her şey güzelleştiğinden çok daha hızlı çirkinleşiyordu sanki.  Eskiden büyük kardeş için toprağın kokusu rahatlatıcıydı; şimdi ise ona çürümüş gibi geliyordu. Çapaladığı her avuç toprak, sanki altından bir ceset ortaya çıkmış gibi kurtluydu. Toprak bir şeyler gizliyordu. 

Küçük kardeş ise ağıldaki koyunların sürekli huzursuzlanmasından rahatsızlık duymaya başlamıştı. Koyunların melemeleri, bazen fısıltılarla karışıyor gibiydi. Hayvanların sesleri sanki kulağına canını teslim ediyor gibi geliyordu. Deniz bile değişmişti. Dalgaların ritmik sesi artık bir ninni gibi değil, bir tehdit gibiydi. Geceleri rüzgarın sesi, karanlığın fısıltılarına vokal yapıyor, karanlığın suskun olduğu anlardaki her esintide karanlığın habis ulaklığını yapıyordu. Kardeşler artık yalnızca birbirlerinden değil, adanın kendisinden de uzaklaşıyor gibiydi. Fısıltılar onları bir uçurumun kenarına sürüklüyordu. 

Büyük kardeş mantık arayışındayken, küçük kardeş korkusuna eşlik eden inanç içerisindeydi. Her biri bu karanlık varlığa karşı farklı bir duyguyla bağlı olsalar da tek bir noktada birleşiyordu: karanlık, verdikleri için mutlak bir karşılık bekliyordu.

Ve bu karşılık, küçük bir bedel olmayacaktı.


ADAĞIN KÜF KOKAN NEFESİ

(CHARTARUM)

 

Adada zaman kavramı değişmişti. Günler uzayarak geceler derinleşiyor, bir zamanlar saf huzurla dolu anlamı kayboluyordu. 

Büyük kardeşin elleri toprağı kazarken aklını başka şeyler tırmalıyordu. Küçük kardeş huzursuzluk dolu göğsüyle ağıldaki samanların üzerine oturmuş, aynı kaderi paylaştığı hayvanlarını izliyordu. Her şey gitgide daha ağır bir hal alıyor, hava daha nemli, güneş daha bunaltıcı hale geliyordu. 

Karanlık, artık daha talepkârdı. O fısıltılar, ilk zamanlardaki gibi cazip ve yumuşak değildi. Ses, zihne kök salmış yabani bir ot gibi büyüyor, onları her an bir karar almaya zorluyordu.

“Ver” diyordu karanlık, “en değerlini ver. Sana verdiklerimin karşılığını getir. Daha fazlasını istiyorum.” 

 

Adaklar başladığında, kardeşler karanlığın memnuniyetine ulaşabileceklerini sanmışlardı. Büyük kardeş, mucizenin sağladığı bereketin nişanesi olarak tarlasındaki en iri kabağı, eskiden kardeşiyle gün bitimini paylaştıkları tepeye götürdü. 

Küçük kardeş ise daha ağır bir bedel ödedi. Sürüsünün gözdesi “Topak”. Ona vedası içini acıtacak, yokluğu huzursuzlaşan sürüye katlanmayı daha da zorlaştıracak olsa da bu fedakarlık karanlığı memnun edecekse değerdi. 

 

Lakin karanlık, bu adaklardan memnun kalmadı. Büyük kardeş, tarladan döndüğünde gözleri hâlâ adak noktasındaki sahneyi görüyordu. Kabağı yere koymuştu; karanlık gölge bir an onu sarmış, sonra kabağın kabuğu çatlamış, içinden siyah ve pis bir sıvı akarak çürümüştü. Bu çürüme, karanlığın bir kahkaha gibi yankılanan sesiyle eş zamanlıydı. 

“Bu mu senin değerlin.? Hayır… Değersiz.”

 

Küçük kardeş de ağıla geri döndüğünde kendini boş hissediyordu. Topağın leşini bir süre alamadı yerinden. Koyun hızla çürümüş, siyah kurtlar etiyle beslenmeye başlamıştı. Ertesi sabah tepeye vardığında boşluktan duyduğu cümleler aklında yankılanıyordu: 

“Kurbanın yetersiz. Bu mu en değerlin.?”


İlk reddedilişten sonra, adaklar daha az değerli olmaya başlamıştı. Büyük kardeş, tarlasındaki kalan mahsullere baktığında her şey ona sıradan geliyordu. Hangi meyveye dokunsa, hangisini seçse, bir zamanlar büyük mucize gibi gelen bereket şimdi ona anlamsız bir yük gibi görünüyordu. Sebzeler devasa boyutlarda büyüyor, ama onların üzerinde bir şeylerin yanlış olduğunu hissediyordu. Bir domatesi koparıp eline aldığında, yumuşak kabuğu bir anda patladı ve içinden siyah bir sıvı damlamaya başladı. Toprak, artık huzur dolu zamanlardaki bereketini de tamamı ile geri almış, lanet kusuyor gibiydi. 

Küçük kardeş de ağılda benzer bir değişim görüyordu. Koyunlar hâlâ semirmiş ve sağlıklı görünüyordu, ama bu görüntü altında bir tuhaflık vardı. Hayvanların gözleri daha derin, daha boş görünüyordu. Ot yemiyor, su içmiyorlardı. Kötü bir kokunun sardığı ağılda, hayvanlar kah sessizce kıpırdamadan bekliyor, kah rahatsız edici bir meleme kakofonisiyle ortalığı velveleye veriyordu. Topaktan sonraki adaklar, sıradan kuzulardan seçildi. Eskiden en değerli koyununu seçerken, şimdi “hangisi daha az acı verir?” diye düşünerek adak adıyordu.

 

Oysa her seferinde aynı şey oldu. Sunağa dönüşmüş tepeye bırakılan her mahsulü küfün yutarak, karanlık tarafından reddedilmesine tanık oldu. Feda edilen her koyun kuzu cesedinin dalga dalga gelen karanlıkla çürüyüp gitmesini gördü. Ve her defasında karanlığın sesi daha tehditkar, daha talepkâr bir hal aldı:

 

“Bu değersiz. Bu yetersiz. Size sahip olduğunuz her şeyi ben verdim.’’ 

 

Adaklar reddedildikçe, karanlığın etkisi hem adaya hem de kardeşlerin zihinlerine daha derinden saldırıyordu. Rüzgar, bir zamanlar toprağa ekilen mahsulün, taze sabahlara karışan denizin kokusunu taşırken, şimdi o kokuya genizlerini yakan küf kokusu karışmıştı. Geceleri uyumaya çalışırken, topraktan yükselen sesler duyduklarına yemin edebilirlerdi. Yeryüzü sanki karanlığın yankılarını onlara taşıyordu. Hayvanlar tehditle dolu sesler çıkartıyor, ekin kökleri dikenli otlarla sarmalanıyordu. Görünen o ki doğa, karanlığın taleplerine çoktan boyun eğmişti. 

 

O mutlu hayatları, ellerinden yavaş yavaş alındı. Ada, henüz varlığını bilmedikleri bir cehennem varsa eğer, oranın halini almıştı.. Güzellik kazınmış altından pislik çıkmıştı. Dışarıda her ne varsa onları adadan uzak tutan deniz şimdi onların hapishanesi gibiydi. Dalgalar, geceleri onları yutmak isteyen koyu duvarlar gibi yükseliyordu. 

Bir gece, fırtına koptu. Gökyüzü kara bulutlarla doldu, ada bir girdaba dönüştü. Büyük kardeş tarlasına kuvvetli rüzgarın ekinlerini süpürüşüne engel olmak için koştu. Küçük kardeş adeta çitleri yıkmak için yığılmış hayvanlarını sakinleştirmeye çalışıyordu. 

Karanlığın gölgesi ağılın duvarlarında şekil değiştiriyor, yaşayan her varlığın özünü, her nesnenin yapı taşını sonsuz boşluğuna katmak istiyordu. Küçük kardeş korkuyla yere kapandı, zihnindeki gerginlik, gözlerinin arkasındaki uğultuyu susturmak için beceriksizce dua etmeye başladı. Lakin dualar, bir tür yansıma gibi geri dönüyordu:

“Daha fazlasını ver. Daha fazlasını ver!” 

Artık onların her zerresine nüfus etmeye başlamıştı. Bazı şeylerin geri dönüşü yoktur. Bir kapıyı aralandığınızda içeri neyin gireceğini bilemezsiniz ve gelen davetsiz bir misafirse, özelliklede hoşnutsuz biriyse kurallar yavaş yavaş onun egemenliğiyle şekillenir. 

Artık her ikisi de biliyordu ki, karşı karşıya oldukları ne bir yanılsama ne bir histeri ne de bakir doğanın üzerinde bir tehditti. Yekpare düzenin içerisinde her mevcut itinayla kendi yerini alır. Yıkılanın yerine yenisi gelir, bozunum başka bir başlangıcın mimarıdır.

 

Varlıklarına dokunan onların yıkımıydı. Daha önce deneyimlenmemiş bu öfke, sahip olmak istediğini almadan gazabını üzerlerinden çekmeyecekti ve her reddedilen adağın ardından, sadece iradeleri değil; adanın da o somut varlığı çürüyordu. Ne kendileri, ne de sürdürebilecekleri yaşam imkansızdı.. 

Bu döngünün bir sonu olmadığı artık aşikardı. 

Çünkü kainatın bu uçsuz bucaksız yalnızlığında, sahip olduklarının üzerine başka bir aks nüfuz etmişti. Talepkârlığı verdiğinden fazlasını istiyordu.

Ve karanlık artık beklemeyecekti.

 

 

KAN FISILTILARI

(HEMA)

 

Büyük kardeş, her sabah taptaze sebze ve meyvelerin büyüdüğü tarlanın yerini, köklerinden sökülmüş ve kalanın günden güne çürümeye yüz tuttuğu küf içindeki görüntüye üzülmekten bıkmış, gitmiyordu. 

Küçük kardeş ise ağıla girdiğinde koyunların gözlerindeki karanlık parıltıdan ve simsiyah dışkılarının kokusundan korkmaya başlamış ve mümkün olduğunca uzak duruyordu.

Ada, bir zamanlar ilahların bile ayak basmaya kıyamayacağı kadar güzel bir yerdi. Oysa şimdi nemli toprak ağır ve yaşlı bir nefesi soluyordu. Ne kendine, ne de tohuma, ne üzerinde barındırdığı herhangi bir yaşama verecek canı kalmamıştı. 

 

Mevcut kiler stoğundan yenebilecek olanları tükenir, odaların duvarlarında gölgeler aşikar dans ederken, artık derin bir dehlizin sonundaki zindana dönüşen adada sıkışmış ve bir çıkış yolu olmayan kardeşler için günlerin kalanı azap dolu geçiyordu.. Zayıf düşen bedenlerine yoldaşlık eden zihinleri muallak saatlerin oyuncağı haline gelmişti.

Sonun başlangıcı, büyük kardeşe artık zihninin oynadığı bir oyun olmaktan çok uzak bir vaka ile sirayet etti. 

Kendini yarı uykulu deliliğin kollarına bırakmışken, odasının duvarlarındaki gölgeler artık bir adım öteye geçerek cismaniliğin çizdiği sınırları zorladı. 

Avına saldırır gibi yoğunlaşan gölgeler bir yerde toplanıp büyük kardeşin yüzünün önüne gergin bir yay gibi uzadı.. 

Yarı açık gözleri dalgalanmayı hissettiyse de onu yerinden kaldıran göz deliklerinin içinde yanan alevlerden başka ifadesi olmayan bir yüzdü. 

Büyük kardeş sanki onu koruyacakmış gibi gözlerini kapamayı düşündüyse de göz kapakları karanlığın karşında bir engel değildi. Tıpkı konuşan sesleri duymak için kulaklarına ihtiyacı olmadığı gibi.

“Gerçeğin, sırrın, hakikatin, en değerli bilgilerin bir adım gerisindesin…”

 

Büyük kardeş, ağzını açıp konuşmaya çalıştı ama sesi çıkmadı. Yutkunmaya çalıştı, ama boğazında bir taş gibi duran korkudan kurtulamadı. Karanlık, ona doğru yaklaştı. Daha ısrarcı, daha talepkârdı. 


“Adaklarının en değerlisi dahi beni aşağıladı. Sana bereket sundum, sen ise kırıntılarla karşılık verdin. En değerli olanı getirmezsen, sırrı vermekten vazgeçeceğim. Adanda hükümranlık kuracağım. Kalan hayatın tıpkı burası gibi çürüyecek, verdiğim her şeyi elinden alacağım. Oysa daha fazlası seni bekliyor.. Hakkın olanı al.”

O an, zihninden bir görüntü geçti ya da geçmesi gerekti. Kardeşinin yüzü. O küçük kardeşin masum bakışları. Doğduklarından beri ayrılmayan,  o iki neşe abidesi.

Her yerden geldi karanlık ve hiç durmadan  zihnine bir bıçak gibi şunu sapladı:

“En değerli olanını getir.”

 

 

Aynı gece, küçük kardeş ağılın bir köşesine kıvrıldı. Vazgeçemiyordu, vazgeçmemeliydi de. Her şeyin sonunda elinde kalan bu hayvanlar olabilirdi. Ağılı temizledi, havalandırdı. Uyku, bir lütuf olmaktan çıkmıştı artık. Sadece başlanan ve gelinen şu anın hüzünlü yolculuğunu ninni edinmeye çalışıyordu kendine. Koyunlarda uyumuyor, sürekli hareket ediyor, arada içlerinden biri çığlığa benzer kendi lisanlarında sesler çıkartıyordu.

 

Gölge de buradaydı.. Hayvanların üzerinde dolaşıyor, siyah karaltısını kürklerinin üzerinde geziyor, oradan ahşap tavana bir an sonra samanların üzerine seriliyordu. Küçük kardeşin damarlarında akan kan kaynamaya başladı. Gölge onun nefesine karışıyor; biraz olsun, bir parça olsun bulmak istediği sakinliği asla ona hak görmüyordu.

“Kan, karanlığı besler. Kan, bereketi sürdürür. Kan yaşamınızı sürdürür. En değerli olanı ver.”

Küçük kardeş titreyerek doğrulup geri çekildi. Koyunlardan biri aniden ona doğru dönüp kendi lisanında tiz sesiyle bağırdı. Çığlığıyla onaylar gibiydi. 

Kendini ağıldan dışarı, nefesi kesilmiş bir halde yere attı. Artık canından bezme noktasına gelmişti.

Sabah, her ikisi de birbirine görünmeden kendi köşelerine çekildi. Büyük kardeş, çürüyen tarlasının ortasında oturmuş, artık hiçbir şey yetiştiremeyeceği araziye bakıyordu. Toprak zehirlenmiş, bitkilerin yaprakları kah yeşil kah köklerinin dibini saran siyah toprak gibi kararmıştı. Küf ve çürümenin kokusu normal gelmeye bile başlamıştı, zira bu kokuyu hissetmeden nefes almak mümkün değildi.

 

Küçük kardeş ise ağıla geri döndüğünde koyunlarının gözlerinde gördüğü şeyin gerçek olup olmadığını sorguluyordu. Bir yandan karanlık seslerin doğruluğuna inanıyor, bir yandan da bunun bir tür ceza olduğundan şüpheleniyordu. Artık yeni sağılmış sütlerin tadı bile ekşi geldiğinden bunu yapmayalı günler olmuştu. Kilo kaybetmeye başladığını fark etti. Göbek inmişti. Bu farkındalık ile abisini görebileceği kadar bir mesafeye gelip abisinin bir zamanlar bahçe olan alanda oturuşunu izledi. Onun da eskisi gibi gürbüz olmadığı aşikardı. 

Kardeşler bu andan sonra artık birbirlerine neredeyse hiç bakmadı.  Küçük kardeş karanlığa direnmek için dualar etmeye çalışıyordu. Ama her dua, dudaklarından döküldüğü anda uçmayan bir uçurtma gibi hayal kırıklığına dönüşüyor ve boşa gidiyor gibiydi. Karanlığın her yerine nüfuz ettiği adanın kendisi artık bir kurban gibi kokuyordu. Rüzgar, çürük sebze ve leş kokusu taşıyordu. Deniz, kıyıya kara yosunlarla dolu dalgalar getiriyor, sular sanki yağlı bir tabakayla kaplanıyordu.

Gece çöktüğünde, her ikisi de zihninde aynı fısıltıların ekosuyla çıldırmanın eşiğine itilecekti. 

 
“ En değerlini ver ”

 

DÜŞÜNCENİN ÇÜRÜMESİ

(INTERITUS)

 

Adanın üzerindeki karanlık, artık gökyüzünün bir parçası gibiydi. Güneş doğuyor, ışığı adaya erişmeden bir sis perdesine çarpıp kayboluyordu. Rengi de solmuş, mavi bir hayalden gri bir küle dönüşmüştü. Deniz ise bir zamanlar derinliklerinde huzur taşıyan bir mavi ayna iken, şimdi dibinden kıvrılarak yükselen karanlık bir girdap gibiydi. 

Bu atmosferin ortasında, büyük kardeşin zihni bir parçalanmanın eşiğindeydi. Günlerdir doğru dürüst uyumamış, gözlerinin altındaki morluklar bir tür ölüm maskesi gibi yüzüne kazınmıştı. Lakin bu maskenin ardında hiç susmayan bir şey vardı. Zihninde yankılanan sesler, artık sadece karanlığın fısıltıları değildi. Kendi düşünceleri, sanki bir solucan gibi beyninin içinde dolaşıyor ve her geçen saniye kendine kazdığı deliklerden daha derine sızıyordu. 

Bir zamanlar bahçe olan alanda dolaşırken kendi kendine konuşuyor, elindeki çapanın ucuyla toprağı sadece kazıyordu. Ekmek ve biçmek değil, belki de altından bir şey çıkacağını düşünüyordu. Kazarken de söyleniyor, ağzının içinde bir şeyler geveleyip mırıldanıyordu:

“Onlar burada, toprakta… Kökler çürüyor ama bu bir tesadüf değil. Hayır, hayır… Bu onların işi… Toprağın altı boş. Her şeyin altı boş…”

Sonra aniden durup elindeki çapayı yere attı. Gözleri, hiçbir yere odaklanmadan önüne bakıyordu. “Boş değil. Ben buradayım. Ben doluyum. Kan doluyum.”

Kendi sesi bile onu irkiltti, tınısında bile bir yabancılık vardı. Sanki kelimeler, ağzından değil, derisinin altından çıkıyordu. Ellerine baktı; parmaklarının tırnaklarının arasına sıkışan toprağı gördü. İçindeki çürümüş lifler, siyah damlalar gibi sızan nem, derisinin üzerinde başka bir et katmanı gibiydi. 

 

Abisinin deliliği kardeşininkini alevliyordu. Onun gölgesinde yaşamaya başlamıştı. Koyunlarının arasında uyumayı bırakmış, odasına çekilip kapısını kilitlemeye başlamıştı. Büyük kardeşin ayak sesleri geceleri odasının önünde yankılanıyor, o sese kulak kabarttıkça tüyleri diken diken oluyordu. 

Bazen, ayak seslerini kapının önünde kesiliyor bir süre bekleyip yine kendi kendine konuştuğu anlamsız monologlara dönüşüyordu. Nefesini tutarak yatağının köşesine çekilen küçük kardeş, kapının ardından gelen anlamsız boğuk sesleri duymamak için kulaklarını kapatıyordu: 

“Sen buradasın. Evet, buradasın. Ama ne kadar buradasın? Bunu bilmiyorum. Bu beden burada ama… ya sen? Ya sen?”

 

Sözler her defasında daha da garipleşti. Delinin mırıltıları, birer kelimeden çok birbirine karışan seslere dönüşüyordu. Küçük kardeş, onun gittiğini duyduğunda bile rahatlayamıyordu. Abisinin bu hali artık sadece korku değil, bir tehdit gibiydi. 

Deli odasında olduğunda bile asla uyumuyor, masasının başında oturup elindeki bıçağı evirip çeviriyordu. Bıçağın metalinde kendi yansımasını gördüğünde uzun uzun bakıyordu. Gördüğü yalnızca kendi değildi, zira artık tanıyabileceği benliği çoktan kaybolmaya başlamıştı.

 

Yüzü parçalara ayrılmış, her bir parça yerinden kaymış gibiydi. Burnu suratının bir yanına kaymış, gözlerinden biri yanağına doğru büzüşmüş … Bir canavarın yüzü gibiydi. Ona bakarken gülümseyen bir canavarın yüzü.

Birden, bir kahkaha attı. Ama bu kahkaha, kısa ve ani bir patlama gibi değil, derin ve boğuk bir inilti gibiydi. Kendi kahkahasını duyunca irkildi, sonra bir kez daha güldü. Gülmek, bir şekilde zihnindeki karmaşayı bastırıyordu. Ama bu bastırma kısa sürdü; fısıltılar geri geldi:


“En değerli olanı ver. En değerli olanı al.”

 

Ertesi sabah, küçük kardeş ağıldan çıkarken büyük kardeşi gördü. Deli, tepenin başında duruyordu. Elinde sanki uzantısıymış gibi tuttuğu bir bıçak vardı. Kardeşi, onu uzaktan izlerken abisinin sanki birisiyle konuşurmuş gibi  tuhaf hareketlerindeki fark etti. Oysa yanında biri yoktu. Ta ki cismani görünümden çok uzak bir gölge yerden yükselip yanında belirene kadar.. Abisinden daha uzun ve kütleli, dışa ve içe doğru bir kalp büzülüp saçılan varlık. 

Deli gölgeye dönmüş, bıçağıyla çizdiği avucundan yere damlayan kana izliyordu. 

“Bu yeterli değil, biliyorum. Ama bekle… Bekle. Daha fazlası gelecek.”

Küçük kardeş bunu izlerken tüm bedeni buz gibi oldu. Gölge, büyük kardeşin zihninden - eğer hala kaldıysa boşlukları kapatıyordu. Gülen yüzü, delinin titreyen ellerinin korkudan değil, bir tür heyecan ve şevkten kaynaklandığı ifade ediyordu.


 

O gece, küçük kardeş uyumadı. Delinin evin içindeki adımlarını, kapısının önünde kesilen sesleri, bazen yine o anlamsız mırıltılarını dinledi. Her geçen dakika, adanın sessizliğinde bir çığlık gibi büyüyordu.

Büyük kardeşin deliliği, adanın kendisine sızıyordu. Ve küçük kardeş, onun gözlerindeki boşluğu gördükçe artık bir şeyi fark etmişti: Büyük kardeş, kendi aklını teslim etmişti. Karanlık artık yalnızca onların bir misafiri değildi. Kendini aralık kapıdan zorla davet ettirmiş, onları kandırmış ve kendi kurallarıyla sarıp sarmalamıştı. İkisiyle de oynamış, çarpık varlığı ne tür planlar kuruyorsa en uygun seçimini gerçekleştirmişti.

 

Ertesi gün deli tarlanın başında oturmuş, gözlerini toprağa dikmişti. Çapasını bir kenara atmış, elleriyle toprağı eşeliyordu. Hala toprağın altında ne olduğunu öğrenmek ister gibi eşeliyor, oradan bir şey çıkarmaya çalışıyordu. Elleri hızlı hareket ediyor, tırnaklarının altına siyah çamur doluyordu. Aldırış etmeden kazdı ve çamurun içinden bir kurtçuk çıkardığında, gözlerini ona dikti.

Kendisiyle konuşan karanlık gibi o da elinden kurtulmak için kıvrılan kurtçukla konuştu 

“Sen de büyümek için bir şeyleri yedin, değil mi.? “Ama ben senden daha açım.”

 

Kendi sesi, ona yabancı gelmişti. Kurtçuğu yere fırlattı, ama aniden bir şey zihninde parladı. Başını gökyüzüne çevirdi, yüzü havayı kucaklarken gözlerini hatırasına dalmak için kapattı. 

 

Kardeşi, çocukken bir gece gözlerinden akan yaşlarla yanına gelmişti. O zamanlar “Topak” doğmadan önce en sevdiği koyunu hastalanmış, nefes almakta zorlanıyordu. Küçük kardeş, koyunun başında saatlerce durmuş, onu kurtarmak için elinden geleni yapmıştı. Abisi ise yanına oturmuş, ona yardım etmeye çalışmıştı. O gece koyun ölmüştü, ama küçük kardeşin ağlamasını susturmak için abisi onun omzuna elini koymuş, 

“Biz ona en iyi şekilde baktık, elimizden gelen her şeyi yaptık. Bazı şeyler bizim hünerlerimizin ötesindedir.” demişti.

 

Bu hatırayı düşünmek, delinin nefesini kesmişti. Elleriyle toprağı sıkıca kavradı, gözleri yaşla doldu. Rahatlama getiren türden bir ağlama değildi bu, gözyaşları onu daha da boğuyor, İçinden çıkan hıçkırıklar ağlamaktan çok bir iniltiye dönüşüyordu. Lakin karanlık, artık böylesi kalbini ısıtacak anlara uzun süre maruz kalmasına izin vermeyecek kadar nüfus etmişti ona. 

Fısıltı tekrar geri geldi. Artık o da tanıdık bir sesti. Sadece bu kez daha derin, daha soğuk bir tonu vardı: 

“Hatıralar yalnızca zayıfların oyuncağıdır. Onlar seni kurtaramaz. Seni yalnızca ben kurtarabilirim.”

Deli, başını kaldırdı. Fısıltının geldiğini düşündüğü yere baktı, ama etrafta kimse yoktu. 

 

Küçük kardeş, ağılın kenarından abisini izliyordu. Onun dizlerinin üstünde toprağa kapanıp bir şeyler mırıldandığını gördüğünde, yüreğinde korku hissi daha da büyüdü. 

Bir an için içeriye, koyunlarının arasına kaçmayı düşündüyse de bunu yapmadı. Başka bir şey yapması gerektiğini hissediyordu. Kalan son cesaret kırıntılarını da toplayıp, gündüz ışığına güvenerek tepeye yollanıp yavaşça ağabeyine yaklaştı.

“Abi?” diye fısıldadı.

Nicedir duyduğundan başka bir ses işiten deli hızla başını çevirdi. Yüzündeki ifadeyi gören küçük kardeş, bir adım geri çekildi. Gözleri, karanlık bir kuyu gibiydi. Gördüğü yüz değil abisi bir insana ait bile değildi. Bakışları, gerilmiş çenesi, neredeyse gözlerine inmiş gür kaşları…

Deli hızla çevirdiği başıyla aynı hızda gülümsedi. Bu ifade sevginin değil, bir tehdidin habercisiydi.  O an, delinin zihni tekrar bir hatıraya çekildi. 

Küçük kardeşiyle birlikte yıldızları izledikleri bir gece… Kardeşi gökyüzünü gösterip ona en parlak yıldızı işaret ederek:

“Bu yıldız bizi izliyor,” demişti. “Bizi koruyor. İkimiz birlikteyken hiçbir şey olmaz.”

Abisi bunu onaylamak için başını sallayarak kardeşine bakıp gülümseyerek 

“Evet,” demişti. “İkimiz birlikteyken hiçbir şey olmaz.”

 

Artık gökyüzünü kaplayan siyahlıktan başka hiçbir şey yoktu. Ve deli, sönen tüm yıldızların yerini neyin aldığını biliyordu. O hatıranın verdiği acıyla vücudu bir an gerildi. Ellerini başının arasına alıp gözlerini sımsıkı kapattı. Karanlık, hatıraların arasına sızıyor onu rahat bırakmıyordu.

“Seninle olan benim. Her şey ben oldum. Seni yıldızlar değil, ben korudum. Seni benden de ben koruyorum. ”

O gecenin sabahı gelmedi..

 

Karanlığın belki de bambaşka zamanlarda, bambaşka alemlerde meşguliyetleri olduğu zamanlarda delinin benliği daha bir kontrolü ele geçiriyor, biraz olsun normale dönüyordu. Ama artık onun normalinin dahi şirazesi çoktan kaymıştı. Rüya gibi bir yaşam yerini kabusa bırakmıştı. Bunun farkındalığı da adamın aklı başında kalan son zerrelerini de zedeliyordu zihninde. Anne babalarını düşündü. Yüzlerini hatırlamıyordu, sadece gidişleri… Kardeşi onu bile hatırlamıyordu artık. ‘’ Belki gitme zamanı gelmiştir ‘’ diye hayıflandı ama bu sanki karanlığa bir alarm etkisi gösterdi. 

 

Geri döndü…


Sıkıca kapalı kapının ardında küçük kardeş bir geceyi daha sabaha kavuşturmak için direnirken, abisi odasında gidip gelen zihniyle bocalıyordu.. Kesik kesik geri gelen benliği yerine daha büyük dalgalarla boğuluyordu. Vücudu sanki tarlada çalıştığı zamanlardaki gibi terliyor, derisi güneşte uzun süre kalmış gibi kızarıyordu. 

Vücuduna serinlik veren tek şey artık bir organı gibi taşıdığı bıçağının soğuk metal sapıydı, ama adımları bir amaca hizmet eder gibiydi. Parmakları  o kadar sıkı tutuyordu ki, neredeyse eklemleri bir daha açılmamak üzere kilitli kalacaktı. Ağrı ya da acı yoktu, kafasında dönüp dolaşan tek bir şey vardı: Kurtuluş.

 

Yine koridorda ayak sesleri, yine mırıltılar, duvara sürtünen sesler. Küçük kardeş oturduğu yatağın üzerinde doğruldu, sanki yine de orda olmasını bilmemesini istermiş gibi parmaklarının üzerinse kapıya gidip kulağını dayadı. Oradaydı, kapının önünde. Derin soluk alış verişlerini duyabiliyordu. 

Birden odasın kapısı yüksek bir ses çıkartarak sertçe esnedi. Abisi.. Kapıya vurmuştu. Lakin böylesine bir kuvvet.. Kapı bir kere daha inledi.. Menteşelerden çıkan ses kulak tırmalayıcıydı. Bir kez daha vurdu küçük kardeş tüm gücüyle kapıyı destekliyordu. Bir kez daha, bir kez daha ve kapı kardeşini de yere devirerek açıldı ve onu tutan tek menteşeden sarkıyordu. Yüz üstü kapaklandığı yerden arkasını dönüp baktı. 

“Abi” dedi küçük kardeş, sesi ince bir ip gibi titriyordu..

Lakin çağrılarına cevap verecek son kırıntıda gitmişti. Ona bakan gözler artık simsiyahtı.

Onu hiçbir şey durduracak hiçbir şey kalmamıştı. Hatıralarının parlayan bir kıvılcımı dahi yoktu. Başlangıçtan beri aynı gökyüzü altında beraber büyüdükleri kardeşi: öğreten, öğretilen..  Devinen yıldızlar altında el ele aynı toprağın bereketi paylaşan: Yiyen ve yediren. Her geceyi güne devrederken yalnızlığın tadını birbirlerine hiç yaşatmamış olan: seven ve sevilen.. 

Küçük kardeşin beyhude haykırışları karşısında durana asla erişmedi. Ne korkusunu dile getirişi, ne karanlığa teslim olma figanları.. 

Oysa o an karanlık deliden tamamen çekilmişti. Onu tam bu ana, buraya kadar getirmiş ve bırakmıştı.

‘’ Seçim senin… ‘’

 

Küçük kardeşin yüzündeki korku, onun için bir tür tetikleyici olmuştu. Bu korku, karanlığın beslenmek istediği şeyin ta kendisiydi. Bir adım attı. Kardeşi de geri çekilmeye çalıştı ve doğrulsa da yatağa doğru bükülüp devrildi. Deli bıçağı kaldırdı. Gözleri yaşlarla doluydu, ama bu gözyaşları iradesini kırmadı.

Sen… sen iyi bir çocuksun,” dedi.

“Ben… seni kurtarmak zorundayım,” ‘’Bizi kurtarmak zorundayım, tek hakikat için.‘’

 

Tüm çağları etkileyecek o karar anı işte o gece geldi.. Hüküm veren hüküm 

Kardeşinin çığlığı odanın sessizliğini yırttı. Sadece ölmeden önce.. Deli, bıçağı boğazına soktuğunda ses kesildi. Karşısında kestikleri koyunlar gibi titreyen, göğsüne biraz daha nefes dolması için kontrolü eline alan çaresiz uzuvlarının dansından başka bir şey yoktu. 

Işık, küçük kardeşinin gözlerini terk etti. Artık o da boşluğa bakıyordu. 

Deli kardeşini alnından öptü ve başını göğsüne dayayıp ağlamaya başladı. 

Kardeşinin kanının kokusundaki havaya karışan metalik tadı alınca gözyaşlarını durdurabildi.

Karanlık şişiyordu. Bir kez daha başardığı ve doğru kişiyi seçtiği için.

 

Katil, tepenin başına kadar yürüdü. Omuzlarında kardeşinin cansız bedeni taşıyordu. Her adımda rüzgar ona yine fısıltılar taşıyor ama bu artık onu korkutmuyordu. Çünkü sesler, onunla bir olmuştu. 

Tepeliğe vardığında, kardeşinin bedenini yere bıraktı. Yine ışık vardı gökyüzünde. Ay her zamankinden çok daha güçlü parlıyordu. 

Dizlerinin üzerine çöktü. 

Ellerini gökyüzüne kaldırıp, 

“Sana en kıymetlimi getirdim‘’ dedi. 

Şimdi ise her şey sessizliğe bürünmüş olsa da bu bile lütuf değildi. Fısıltılar gitmiş, hava taze, kıyıya vuran dalgalar sakindi. Karanlık istediğini almıştı.

Katil tepenin başında, var oldukları bu varlığın üzerinde yalnızdı. Bu yalnızlık, onun için özgürlük değil, karanlık bir zincirdi ve bu zincirin her halkası, kardeşinin kanıyla dövülmüştü.

Sonra boşluk kısa sürede tekrar hareketlenmeye başladı. Lakin artık ne karanlık ne de gölgeler geçiyordu simsiyah gözlerinin önünden. İmgelemler, görüntüler birbiri ardına karmakarışık geziniyordu.

Kendi ellerine baktı. Ellerini bir zamanlar bir çiftçinin elleri olarak hatırlıyordu; toprağa dokunan, yaşamı büyüten eller.. Oysa şimdi.

Kardeşinin kanı kurumuş, koyulaşmış ve ellerinin üstü ve avucunun içindeki tüm çatlaklara dolmuştu. Bu kanı asla temizlemedi ve her şeyin sonuna kadar bir nişane olarak taşıdı.

 

Bir kez daha boşluk hareketlendi. Karanlık sözünü tutmuştu. Katil bedeni bir yerde, ruhu bir yerde, benliği başka bir yerde olacak şekilde parçalara ayrıldı.

 

Siyah gözlerindeki perde kalktı. .

Hakikatle buluştu. 

Vadedilenler ve edilmeyenler. Var olan tüm yaşamın o minicik ilk anı. Başka zamanlar ve başka alemler..  İlimler ve kadimler.. Bilinmesi ve bilinmemesi gereken isimler.. Hiç anlatılmamış hikayeler. Ve hep başlanan yolculuklar. Karanlık ve onun ardındaki hakikatler..

 

Hepsi, her şey…

Yığıldı üstüne, doluştu içine…

 

Nefes alamıyordu. İçine dolanın ağırlığı taşınabilecek bir yük değildi. 

Katil, deli,

‘’ Hayır ‘’ dedi. 

 

Ayağa kalktı. Dizleri taşımadı ve çöktü. 

Bu yükle yaşaması mümkün değildi. İçinde taşmak üzere olan bir zehir yükseliyordu. Karanlığın vaadi gerçekleşmiş, patlayarak onu da yok edecek bir volkana dönülmüştü. . Kapkara bir irin ciğerlerinden ağzına yürüyor, sıkılı dudaklarından sızıyordu. 

 

Zihnini mühürlemek, tüm habisliğiyle üşüşen vadedilmişleri benliğinden dışarı hapsetmek için yapması gereken ne ise onu yaptı.

Artık seçen ve seçilenin bir önemi kalmamıştı.

Kan kırmızısı bir çamur, ayaklarının dibinde uzanıyordu.

 

ÇILGINLIĞIN DA ÖTESİNDE

(INSANIA)

 

Katil tüm gücünü toplayıp yarı emekleyerek, yarı sürünerek eve geri döndü. Bulduğu her nesneyi kullanarak yazmaya çalıştı. Önce parşömenlere… Ama yazdığı her kelime parşömenin yüzeyinde anında yok oluyor, harfler, siyah bir sıvıya dönüşüp buharlaşıyordu. Yine de durmadı. Tahta parçalarına, duvarlara hatta kollarına kazımaya çalıştı. Lakin yazdığı her şey aynı şekilde kayboldu, geriye derisinde sızıp ellerine bulaşmış ve yere damlayan kızıl kanından başka bir şey kalmadı.

 

Biliyordu yapması gerekeni ama bilmek bazen yetmiyor, görmek ve yaşamak gerekiyordu. Katil, çabalarının beyhude olduğu düşüncesine daha fazla direnmeyip kardeşinin bedenine geri döndü. Evden çıkmadan kanla kaplı elleriyle eline geçirdiği kardeşinin cübbesini giydi. Adada soğuk denen şey pek bilinmediğinden çok nadir hayvan otlatmaya giderken giyerdi, bir serinlik arada sırada uğradığında. Katil, belki de yaptıklarının utancından giymişti cübbeyi ya da yapacaklarının. Kim olduğunu ay ışığına dahi göstermek istemiyordu. Belki de artık geri dönemeyeceği, yüzleşeceği gerçekten, çıplak bedenini örterek korunabileceğini sanıyordu.. 

Tepelik, o gece karanlığın mabedi gibiydi. Bedenin üzerine çöreklenen gölgeler onu tamamen yutmuştu. Katil dizlerinin üzerine çökerek kardeşinin bir zamanlar saf neşeyle dolu artık soğuk ve cansız yüzüne baktı. Sanki attığı son çığlığın acısı yüzünde donmuştu. Katilin gözünde ise bu yüz, artık bir araçtı.

Titreyen elleriyle bıçağını çıkardı. Bu bıçağın her detayı zihnine kazınmıştı: soğuk metali, keskin ucu, kardeşinin canını alırken çıkardığı o ses… Şimdi bu bıçak, başka bir amaca hizmet edecekti.

Yavaşça, kardeşinin kolunu eline alarak tek bir sembol kazıdı, gözlerini kapayarak çok kısa bir an bekledi. Tekrar açtığında görmek istemediği -istediği- görüntü tüm dehşetiyle karşısındaydı. Sembol yok olmamıştı. Varlığının son göz yaşı damlası aktı yanaklarından aşağı. 

Çocukluk yara berelerine bile içi burkulan, tabağındakileri doğru düzgün yemediğinde ona kızan, huzurla daldığı uykularında öptüğü kardeşinin şimdi derisini yüzüyordu.

Nefesini derince aldı, bu herhangi bir canlının sahip olduğundan çok daha değerliydi. Bıçağın her hareketiyle, sanki ruhu da hapsolduğu et ve derinin arasından kurtuluyordu. Yüzülen alan genişledikçe, bir zamanlar bir canlıya ev sahipliği yapan etin parlak kırmızılığı ortaya çıkıyor, bu renk ona korku değil, bir tür rahatlama getiriyordu. Karanlığın vadettiği zehri, içinde kaynayan irini kelimelere akıtabilecekti nihayet.

Kardeşinin derisinden parşömenler elde etti. Her bir parçayı gerip düzleştirdi. Üst üste dilim gibi koyduğu deri parçalarını eve taşıyarak, bazen yemeklerini yerken sohbet ettikleri masanın üzerine tek tek serdi. 


Zehirlenmiş aklıyla, her türlü melunluğun yetişebileceği bataklığa dönüşen zihninden akan her kelime, derinin yüzeyine bir yara gibi işleniyordu. Harfler, sanki ateşle yakılmış gibi siyah bir duman çıkarıyor ama bu kez yazılar silinmiyordu. 

Harfler kelimelere, kelimeler cümlelere ve cümleler; asla pes etmeyecek her yerden gelip hiç durmayacak satırlara dönüşerek bağlandıkça; yaşayan en kadim insanların dahil, hiçbir canlının vakıf olamayacağı siguller, semboller ve mühürlerle damgalandıkça.. 

Bu, karanlığın diliydi. 

Tek bir harfi, tek bir sembolün minicik kıvrımı.. Bir şeyleri çağır, bir şeyleri bağlar.. 

 

Katil, yazmayı durduramadı. Hepsini kusmadan, karanlığın vadettiklerinin tek bir damlasını dahi ziyan etmeden, içindeki zehri akıtmadan da durmayacaktı. 

Zamanı ölçemezdi, onunla işi de yoktu. Tek bilinen şey yazmayı bitirene kadar durmadı. Tırnaklarının arasından, kırpmadığı gözlerinin çukurlarından sızan kanla önünde duran şey artık bir kitaptı. Kardeşinin derisinden ciltlenmiş, kardeşinin kanıyla yazılmış bir kitap. Elleriyle tutup havaya kaldırdığında ona bakan, ölümdü.. Cildin üzerinde, kardeşinin ölürken ki dehşetiyle tabaklanmış yüzü.

Bedenini tüketen zehir bitmişti. Bu kitap herhangi bir şeyi açıklamıyordu, bu kitap her şeyin ta kendisiydi. 

Biricik kardeşinin kanı mürekkep, eti sayfa olmuştu. 

Kardeş kanı cübbesinin her yerinde, kitap koltuğunun altında.

Böylece çıktı yola: bir sandal inşa etti ve adayı terk etti.

Artık orada kalamazdı. Kalmamalıydı.

 

Adadan ayrıldığı andan itibaren, karşısındaki dünya eskisi gibi görünmüyordu. Artık gören gözler onun değil, karanlığın gözleriydi. Dağlar birer dikenli taç gibi göğe uzanıyor, vadiler ölümcül ağızlar gibi açılıyordu. Ağaçların dalları, yukarıya uzanmak yerine aşağıya doğru bükülmüş, insan eline benzeyen tuhaf kıvrımlar almıştı.

Deniz onu batı sahilinden anakaraya çıkarttığında, dünyanın daha önce görmediği canlılarıyla karşılandı. Büyük kırmızı kıskaçlılar, kukuletası başına çekili artık bambaşka bir yaradılışa hizmet eden varlığın yaydığı kötülüğü hissedercesine, geldikleri denize karıştı. Her adımıyla karşısına çıkan kuşlar namelerini değiştirerek uçuştu. Tavşanlar toprağın derinliklerine kaçıştı. Bir kaplumbağa kabuğuna çekildi. Bir kartal uçmaktan vazgeçti.

Semavi çarkın koruyucuları dahi, gelen bu dehşetin karşısında direnemedi. 

Her adımında bir şey daha fark ediyordu: asıl değişen ve çürüyen dünyaydı. Dokunun bozulmasını, kendi elleriyle başlattığına emindi.

 

Katil, durmadan yürüdü. Günler mi geçti, haftalar mı, bilemiyordu. Yaşayan kimsede bilemezdi. Farkında olduğu tek şey, taşıdığı kitabın kendisine yön verdiğiydi. 

Her gece kitabı sırt çantasından çıkarıyor, cildinin önündeki kardeşinden geriye kalan dehşet dolu yüzün göz kıvrımlarına, dudaklarına dokunuyordu. Her teması, zihninde daha hafif yankılar yaratıyordu. 

“Daha ileri. Daha derine. Yolun sonundaki açıklığa kadar.”

 

Yürüdüğü yollar, bir zamanlar insanlara ait yerlerdi. Ama şimdi toprak safına çekilmiş, kendinden olmayana düşmanca yaklaşıyordu.

Her adımda ayaklarının altındaki yer çatırdıyordu. Yeryüzü, onun ağırlığını taşımak istemiyor ve onu kendi içine çekmek için fırsat kolluyor gibiydi.

 

Kainat devinimi gerçekleştirdi. Onu gizleyen geceler geçti, güneş bozunumun eserini göstermek için aydınlattı gündüzleri. Uyumadı, yorulmadı. Taşıdığı güç, böylesine ihtiyaçlardan onu yavaş yavaş tenzih ediyordu. Kardeşinin sesi, o hatıratındaydı. Karanlığın kahkahaları da. Hepsi bir araya gelerek, ona zihninde “kaçınılmaz” son için eşlik ediyordu. 

 

Kusursuz bir çizgi ayırmış gibi iki farklı örtünün bölündüğü bir yere ulaştı ya da hep buranın başlangıcında mı duruyordu.

Karşısında uzanan çöl, sıradan bir yer değildi. Gördüğü kum taneleri simsiyahtı.  Rüzgarın taşıdığı toz havada asılı kalıyor, nefes almayı imkansız hale getiriyordu. Katil, çölün sonunda bir şey olduğunu biliyordu. Bildiriliyordu. Rehberi yanındaydı.

Kumlar, o ezmeden ayaklarının altından ayrılıp ona alan açıyordu. Kusursuz fırtınanın merkezine yürüyen bir kahraman gibiydi. Çöle girdiği andan itibaren her hatıra geride kalmıştı. Artık attığı her adımla zihni daha berraklaşıyor, bambaşka bir gerçekliğin hazırlığını yapıyordu. 

 

Çöl, onu zahmetsizce bırakırken; önünde sonsuzmuş gibi görünen bir bataklık onu karşılaştı. İçinde devinen kan kırmızısı çamur ve kızgın kara kumlarla kaplıydı. Üzerinde dikenli yaprakları olan tuhaf bir bitki örtüsü öbek öbek serilmişti. 

Gören gözünün içine aldığı alanın uzak merkezinde, bu kan bataklığının ortasında bir karaltı belirmeye başladı. Kardeşi, kitap… Sanki heyecanlanmış gibiydi. Artık parşömen olmuş derinin altındaki kılcal damarlar şişmeye başladı ve kalp gibi atmaya başladı katilin koltuğunun altında. 

Çekiyordu.

 

Bataklıkta yürüdüğü yol boyunca kan çamurunun içindeki dikenlerin cübbesine takıldığını ve yer yer battığını hissetti. Lakin acı yoktu. Her biri, etine sanki minik iğneler gibi saplanıyor, küçük damlalar halinde kanını emiyordu. Cübbesine bulanan kardeşinin kanından kalan boş yerlere, dikenlerin akıttığı kan dolarken cübbesi artık kıpkırmızı olmuştu. 

Katilin her adımıyla havadaki koku daha ağır, daha boğucu hale gelirken, burnuna dolan soluğu, genzinde kardeşinin kanını akıtırken olduğu gibi metalik bir tat bırakıyordu.


Sonunda, bataklığın ortasındaki bu karaltıyı seçebildiğinde; belki de, buraya ulaşmak için kat ettiği yol kadarını sadece bu kızıl-siyahlığı geçebilmek için harcadı. Zaman ve mekan her türlü duyudan bertaraf haldeydi.

Karşısında duran karaltı, hayal edebileceğinin ötesinde, gökyüzüne yükselen bir kuleydi. 

Temeliyle yoğrulan Kara Kule, varoluşun merkezinde yekpare bir abide gibi duruyordu. Katil yaklaştıkça yapı daha da büyüyordu sanki.

 

Kulenin girişine ulaştığında tüm sesler kesildi. Zihni sustu. Boştu, bomboş. Kan kırmızı bataklığı artık uçsuz bucaksız gül bahçesi olarak görüyordu.

Gözlerindeki perde inmemiş ama değişmişti. Her şey bir anda yok oldu. Kapı, kendi kendine ağır ağır açıldı.

 

Kapının ardında, devasa bir karanlık vardı. Lakin bu ışığın aydınlattığı sıradan bir karanlık değildi. 

Bu, her şeyi yutan, her şeyi boğan o boşluktu. 

Katil, Kule’nin içine adımını attığında, iradesine yapışıp onu içeri ilk çeken ışıktı, sürükleyip kucağına fırlattığı yer ise karanlık. 

Artık her şey simsiyahtı. Gözlerinin arkasından zihnine dolduğunu, benliğini tek bir boşluk kalmayana kadar kapladığını hissediyordu.

Ve sonra, o ses duyuldu. O son ses.. Derin, yankılı, iradesini binlerce fısıltıya bölen ses:

“İsmini söyle.”

Katil ismini hatırlamıyordu. 

Karanlık onu kimlikten, biri olmaktan, bir insan olmaktan arındırmış ama geriye bir armağanda bırakmıştı;

Kader yırtıldı; artık hiçbir şekilde insan değildi. 

 

O, çağlar boyu yankılanacak kaderin mührü.

O, Varlığı, sadece yok etmek için var olan karanlığın naibi. 

O, dengeye çöreklenmiş ilkel kaosun yüzü, siyahın rastgele lideri.

 

Giriş kapandı. 

 

Pek uzun zamandır kullanmadığı, öldürdüğü kardeşinden gayrı kimsenin de bildiğini düşünmediği ismiyle; 

“Ram Abbalah” 

Var olmuş ve var olacak tüm gerçeklerin ardındaki kaosu kucakladı.