FREDDY KRUEGER KOCAMUSTAFAPAŞA’DA
'' RÜYALAR KANLA BOYANIR''
KARANLIKTA FISILTILAR
Okuyacağınız bu satırlar, anılardan silinmiş, dudaklardan mühürlenmiş bir hikayenin sonu, belki de başka bir hikayenin başlangıcıdır. Zamanlar birbirini kovalar çünkü, birinin bittiği yerde bir diğeri başlar ve gecenin o en karanlık anında birbirlerine bağlanırlar…
Kocamustafapaşa…
İstanbul’un tarihi sokaklarında bir gölge gibi duran bu mahalle, yıllardır aynı sessizlik içinde yaşamını sürdürüyordu. Dar sokaklar, taş döşemeli yollar, birbirine yaslanmış eski binalar geçmişin izlerini birer namus lekesi gibi üstünde taşıyordu. Günahlarını kambur gibi sırtında taşıyan bir geçmiş…
Bu cadı siğili mahalle son haftalarda bir gebeliğin sancılarını çekiyordu. Geceleri bir korku dalgası mahalleyi sarıyor, mahalle sakinleri uyuyamıyor, uyuyanlar ise kabuslarla uyanıyordu. Huzurun terk ettiği bu mahallenin başına gelecekleri hak etmediğini söylemenin çok da mümkün olmadığını unutmamak gerekiyordu.
Semtteki terk edilmiş fabrika, yıllardır kimsenin yaklaşmadığı bir yerdi. Orada olanları kimse açıkça konuşmazdı, ama herkes fabrikanın kötü bir geçmişi olduğunu bilirdi. Söylentilere göre, bu fabrika bir trajediye tanık olmuştu; bir adam, bir sebeple, öfkeli mahalleli tarafından burada diri diri yakılmıştı. Ve şimdi, o trajik ölümün izleri mahalleyi bir lanet gibi sarıyordu. Eskiler bundan bahsetmiyor, yeniler ise dilden dile aktarırken hikaye iyice eğilip bükülüyor, aslı yitip gidiyordu…
İLK KABUS
Serkan 23 yaşında mahallenin sevdiği sessiz bir gençti. Günlerinin tamamını bilgisayar başında geçirir, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmazdı. İnsan sevmez değildi ama sevdiğine dair emarede göstermezdi. Son çalıştığı işten ayrılalı bir kaç hafta olmuş, bir kaç gün öncede o melun iş arama döngüsüne başlamıştı.
Para lazımdı enflasyon ülkeyi sazan sarmalı gibi ele geçirmişti. Gelen gidiyor yeten artık yetmiyor, günlerinin tamamını sabahlara kadar adadığı bilgisayarda su yakmıyordu.
Gecesi de gündüzüne iyice karışmıştı. Bünyesini zorluyordu bu, insan bedeni gece uyumaya göre programlanmıştır. Oynadığımız tiyatroda senaryo böyle yazılmış. Güneş batar melatonin başlar. Döngü böyle.
Kaldı ki işten ayrıldığından beride evde olmanın keyfini pek sürememişti. Normal şartlarda sabahın ilk ışıklarında kendini yatağa bırakır, bilgisayar daha uyku moduna girmeden bayılırdı ama haftalardır üzerinde huzursuz bir gerginlik vardı. Yattığında uykuya dalamıyor, dalsa bile kesik kesik uyanıyor, sızdığı aralıklarda da saçma sapan şeyler görüyordu. Bazen hatırladığı, bazen hatırlamadığı…
Yine o gecelerden birinin sabahına doğru, öğleden sonra uyandığından beri beynini kemiren ince sızı şiddetli bir ağrıya dönüştü. Her zamankinden bir fazla aldığı ağrı kesicide işe yaramadı. Sinapsları iyice gerilmişti ve bu ancak uykunun yumuşatabileceği bir çareydi. Böyle olacağını biliyordu ama işte gittiği yere kadar. O yer, o an sonlandı. Dişlerini sıkarak sandalyesinden kalkıp kendini yatağa bıraktı.
Artık zonklamanın da eşlik ettiği ağrı ataklarını hissetmemeye çalışarak gözlerini kapattı. Ağrıya kendini kapatmaya çalışan beyni yavaşladı, uykuya daldığında haftalardır uykularına eşlik eden saçmalıklar bir bütün olarak vücuda büründü ve Serkan kendini bilmediği bir yerde buldu.
Pas ve küf kokulu terk edilmiş bir fabrikadaydı. Nem o kadar yoğundu ki üzerine giydiği bir kıyafet gibi hissediyor, tavandan yer yer sarkan uzun kancalı demirlerin metalik sesi kulaklarını tırmalıyordu. Rüya görürken, bunun rüya olduğunun farkına varabilirsiniz evet bu farkındalık çok sık olmamakla beraber zaman zaman yaşanır. O gece kabusa dönecek olan rüyasında Serkan bunun da ötesine geçti.
Birbirine çarpan zincirlerin arasında fısıltılar dolaşıyordu. Bir kelimeyi ta uzaktan zar zor duyarmış gibi anlamaya çalışırken dikkati hemen dibinden ama başka bir kardinal yönden gelen fısıltı ile dağılıyordu. Belli belirsiz cümle oluşturmayan kelimeler. Serkan adım atmakta zorlanıyor, algıları etrafı dinlemekle yürümek arasında keskin bir savaş veriyordu.
Fabrika şimdi soğuktu ya da hep mi soğuktu ? Nem serinliğe bulanmış, ağzından burnundan içeri girmeye çalışıyor beynini iyice uyuşturuyordu. Zemin çatlamış, büyük toprak öbekleri ortaya çıkmıştı. Bina değişiyordu sanki ya da rüyası kararıyordu. Bu bir kabus. ! Tabi bu kadar algıları alarm çaldırabilen, duyuları zıplatan bir gerçeklikle perdelenen bu anlara kabus demek mümkün ise.
Derinlerde bir kahkaha yankılandı, duvarlara çarpıp her yerini sardı genç adamın. Zincirler saha şiddetli çarptı birbirine, toprak öbekleri yukarıya doğru daha da genişledi sanki ve nemli soğuk karanlık köşelerden gelen bir fısıltıyı daha taşıdı kulaklarına.
“Ssserkan. !”
Durmadı fısıltı, tüm gücüyle saldırdı bu sefer, ismindeki tüm harfler her yerden geliyordu. Genç adam kıpırdamıyordu bile artık, kolları gelecek bir tehdidi bertaraf etmek ister gibi yana açık, yumrukları ise tırnakları etine batarcasına sıkılıydı.
Ve zincirler sustu, fısıltılar kesildi, tam bir sessizlik olmadı, deli gibi atan kalbinin tamtamları boğazındaydı. Bir kesik sesi yankılandı, demiri demire sürten, o iç gıcıklatan ses. Tam karşısında sarkan zincirler ses çıkarmadan aralandı. Karanlığın bir parçasıyken attığı adım ile o parçadan ayrılıp ortaya çıkan figür, yüzü yanmış deri gibi buruşmuş, eldiveninde bıçaklar taşıyan bir adamdı: Freddy Krueger. İblis’in gözlerindeki öfke ve delilik, Serkan’ı yerinde dondurdu.
Eldivenindeki bıçaklardan tek birini yukarı doğru kaldırdı Freddy, sanki dinle diyordu sıkılı yumrukları artık gevşemiş genç adama. Böyle bir tehditle nasıl savaşılabilirdi ki ?
Serkan’ın başı zonklamaya başladı. Derinlerden ince bir sızı yükseliyor, gittikçe şiddetini arttırıyordu. Gözleri sanki baktığı yönün tam tersine, beyninin içine doğru bakmak istercesine yukarı fırladı. Elleriyle başının iki yanından sıkmaya başladı. Gözlerini ağrıya dayanmak için yumdu.
Bir çark dönüyordu tatlı bir melodi eşliğinde ve çarkta iki seçenek vardı sadece ve bu seçenekleri görüyor olsa da tercihte bulunamıyordu ve uyandığında da hatırlamayacaktı zaten.
“Birini seç, Serkan. ! Biri ölecek, ölmek zorunda… Hangisi ölsün. ?”
Serkan’ın nefesi kesildi. Freddy’nin kahkahaları her yerden yankılanırken. Eldivenindeki bıçakları genç adama yönelterek yaklaşmaya başladı.
Serkan ellerini indirerek yumruklarını sıktı tekrar ve tüm gücüyle haykırarak uyanmayı başardı.
Ancak sabah olduğunda, aydınlıktaki pus dağılırken mahallede bir ölüm vardı. Yeni uyanan semt henüz haberini almamıştı ama öğreneceklerdi. Günah kamburu sırtından bir yük atmıştı.
Aşağı sokakta yaşayan yaşlı bir adam rüyasından uyanamamış, yatağında ölü olarak yatıyordu. Yaşlı adamın yüzündeki dehşet ifadesi, Freddy’nin kabusunda bıraktığı korkunun izlerini taşıyordu.
MAHALLE
Kambur. İçi irin dolu kambur. Mahallenin sırtında taşıdığı damla damla akıp kaldırımları boyayan, topraktan sızıp yolları tıkayan, yağmurun silip atamadığı bedelini ödemek için bekleyen kambur.
Paşa’nın silüeti İstanbul’un en eski semtlerinden biridir. Hani o ‘’sur içi ‘’ denen, ‘’ gerçek İstanbul ‘’ denen bölgenin tam da karnıydı burası. Artık iyice yaşlanmış, kentsel dönüşümün hızlı bir şekilde hayata geçmesi gereken yerlerin başını çeker hale gelmişti. Büyük bir depremle sarsılan, çıtır hasarlı ilan edilerek insanların oturmaya devam etmesine izin verilen müstakbel tabutlar, bunların parçalanmaya başlayan betonları, yağmurda rüzgarda un ufak olup gün be gün irin boyalı kaldırımlara savruluyordu. Çatlaklardan dışarı çıkan paslı demirler, eski fabrikanın taşıdığı o uğursuz ağır kokuyu bir ten gibi mahalleye giydiriyordu ama unutulmamalıydı. Kambur taşıdığı günahları unutmazdı çünkü. Tüm semt baştan aşağı pırıl pırıl yenilense, dıştan fiyakalı görünen apartmanları gökyüzüne yükseltseniz dahi günahı taşıyan içlerinde oturanlardı ve ödeyeceklerdi.
Serin havalar, çiseleyen yağmurlar dans ediyordu. Mahalle bakkalın ‘’ artık veresiye yok ‘’ cevabı ile eve eli boş dönen mahalle çocuklarının utanç dolu ve gözyaşlı masumiyeti aklamıyordu artık hiçbir şeyi. Bulutların kapladığı uğursuz havalar kabus gibi çöreklenmişti Paşa’ya. Herkes bir önceki günden daha mutsuz, daha gergin, daha umutsuz ve hoyrat yaşıyordu hayatı fark etmeksizin. Semt uyanmak istiyor muydu bu girdiği kabustan o da meçhul ya. Geceler sabaha karşı ayaza çeker olmuştu. Samatya sahilinde piyizlenenler için değişen bir şey yoktu. Daha çok su kaldırırdı bu sahil. Biraz daha fazla şarap karışırdı kanlarına, belki duman kafalarına. Sıcak geçerdi onlar için kış, sıcacık.
Günler kısalıyor, melun karanlık erken devralıyordu aydınlıktan nöbeti. Birçok semt gibi Paşa ahalisi de erken çekiliyordu evlerine. Tekinsizlik daha erken kol gezmeye başlıyordu sokaklarda. İyiydi hoştu ama Paşaydı burası, şakası yoktu.
Çamçak, Cambaziye, İmam Aşir. Tüm atan kalplere dokunuyor, kabus görmeye hazır savunmasız tüm zihinlere musallat oluyordu.
Kendi düzleminde durdu uğursuzlaştırılmış varlık, pırıl pırıl parlayan bıçaklı ellerini havaya kaldırdı. Bir tanesini açık bırakarak avuç içlerini sıktı kalanıyla. İşte diyordu sanki dinleyin, duyduğumu duyun, günahlar. Yedikule Zindanları. Genç Osman’ın haykırışları Freddy’nin kahkahalarına karışıyordu.
Yoğundu gece, hepsi bir aradaydı. Hayattan kopmuş, kopartılmış ya da kopmayı tercih etmiş tüm kayıp ruhlar. O gecenin günahkarları bir aradaydı. Şaraptan uyuşarak uykuya dalmış zihinleri, tam bir şölen…
Beyazı siyah yaparcasına, temizi kirletircesine, aydınlığı karartırcasına… Hepsinin rüyalarına girdi, hepsini kabusa çevirdi.
İnsan mekanizması yaşamayı bıraktığında beyin altı dakika daha çalışır. Altı dakika daha hisseder. Bilinç kapalı olabilir ama rüyalar alemindeysen altı dakika daha varsın ve altı dakika, hala hisseden sinir uçların için oldukça uzun bir kabus süredir.
Sabahın karanlık anında ezan sesleri yükselirken, şarapla yıkanmış beyinleriyle o gece ahlak bekçiliği yapıp yargı dağıtanlar, kendi günahlarının bedelini yine şarapla yıkanmış kanlarıyla ödedi. Sızmış güruh içlerinden bazılarının boğuk haykırışlarıyla uyandı. Kimisi yanlarında uzanan arkadaşlarının vücutlarındaki derin kesiklerden yüzlerine fışkıran kanların o bakırımsı tadına bile baktı. Bedel kandı bu ve daha çok akacaktı.
Şarap arkadaşları canlarını verirken diğerleri hızlıca kaçtı dalgakıranın oradaki balıkçı barınağından. Karakola gidip anlamsız kelimelerle olanları anlatmaya çalıştıklarında pek tabi kimse onlara inanmadı ve başlarından savdılar.
İlk ışıklar vurduğunda işe gitmek için sokaklara akanlardan talihsiz olanlar, Süryani Kilisesinin önündeki Narlıkapı sahilinde halâ oluk oluk kanayan et yığınları ile karşılaştı.
ESRA’NIN KABUSU
Esra, mahalledeki herkesin sevdiği zarif bir kızdı. Pek çoklarının da platonik aşkı. Eski zaman semt kültürlerinde de yaşam, böyle kişilikleri serpiştirmekte cömert davranmazdı.
Paşa’dan gitmeyi birkaç yılda bir muhakkak düşünür ama bu konuda herhangi bir adım atmazdı, atamazdı. Derinlerde bir yerde onu buraya bağlayan bir şeyler vardı. Annesinin babasının doğup büyüdüğü sonra bayrağı onlardan devralan kendisi, kökleri, yeni bir yere adapte olma sancıları ve belki de bizim bilmediğimiz başka şeyler.
Mahalle üzerine çöreklenen uğursuzluk, yine bu gitme sancılarını gün yüzüne çıkarmış mıydı? Paşa bir çalkantıya tutulmuştu son haftalarda. Tuhaf zamanlar mıydı? Ülke zaten rayından çıkmış, genel bir cinnet hali herkese tebelleş olmuş, sokaklar iyice güvensizleşmiş, kimin nesi belli olmayan tipler peydahlanmıştı eyvallah da, bilindik başıbozukluğu bile sarsıcı daha başka bir silsile vardı sanki.
Semtin aşağısında yaşayan Adil Bey evinde ölü bulunmuştu. Söylenenlere göre polis ve ambulans içeri girmekte zorlanmış. Tek göz evinin duvarları sanki boyanmışçasına kanla kaplıymış. Adil Bey’in cesedi ise. Eğer bunu yapan bir insansa, kesinlikle başka bir insanın doğurduğu evlat olamazmış. Bunun üzerinden çok geçmeden gazetelere düşen balıkçı barınağı katliamı peydahlanmıştı. Samatya sahilinin balıkçı barınağı artık denizde yüzen yüzgeçlilerden ziyade, istisnasız her akşam nöbetçi şarapçıların mekanı haline gelmişti. İçerler sıçarlar, sızarlar, gündüz yok olup, gece haşere gibi tekrar biterlerdi. Fakat birkaç gündür boşmuş oralar. Yaşananlar tam bir katliammış. Haberlerde resim falan yok. Sabah işe gidenlerin gördükleri kulaktan kulağa aktarılmış semte. Korkunçmuş manzara, mide almazmış, havsala şaşarmış.
Her gün ülke gündeminde onlarcasına maruz kalmak yetmezmiş gibi bir de çok yakınlarında yaşadığın semtte böyle havadisler ama nihayetinde o haberlerde olanlarda birilerinin semti.
Esra okuduğu kitaba odaklanmakta zorlandığı için sert bir şekilde kapattı. Yatmak seçenekler arasında kötünün iyisi olarak görünüyordu. Fakat o gece bu seçeneğin en kötüsü olduğuna tanıklık edecekti ve uyanmanın daha da kötüsü olduğuna.
Rüyaya uykunun hangi evresinde maruz kaldığımız bilinir. Bu rutin döngü dördüncü aşamada gerçekleşir ve bu ortalama uykuya daldıktan doksan dakika sonrasına tekabül eder. Tıpkı Esra’nın uyumasının üzerinden geçen süre gibi.
Genç kızın göz devinimleri had safhadaydı. Bu beynin taradığının ve rüya gördüğünün işaretiydi. Yoğun göz hareketlerin altında, zihni simülasyonu çalıştırıyordu.
Çocukluğunu tarıyordu beyni ve Esra rüyasında kendini çocukluğunun geçtiği evde buldu. Ancak ev bazı şeylerin daha güzel olduğu zamanlardaki neşeyi barındırmıyordu. Ürpertici bir sessizlik hakimdi. Kendi nefesini duyabilecek kadar neredeyse.
Neredeyse!
Kırılma sesleri, en az sessizlik kadar ürperticiydi. Mutfakta yere düşen bir bardak, kırılan bir pencere, devrilen bir vazo. Hayır değil. Daha derin, daha güçlü bir parçalanışın sesiydi. Göz ucuyla yanındaki duvardan geçen yarığı yakalayışı gibi.
Duvarlar yarılıyordu, boydan boya, her taraftan. Küçük büyük parçalar kopuyor hızla ayaklarının dibine düşüyordu genç kızın. Kapalı kapaklarının altında gözleri daha da hızlı hareket ediyordu artık sanki üstünü örten göz kapağı perdesini yırtıp hızla uzaklaşmak ister gibi, yırtarak genişleteceği ufak bir delik arar gibi görünüyordu. Kabusunda ise açık olan gözleriyle etrafına bakındı, kapı yoktu, kaçacak bir kapı, pencere, delik hiçbir şey dahi yoktu. Her taraf duvardı, yarılan yıkılan bir kutunun içerisine hapsedilmiş gibi.
Sonra başka bir ses duydu kulakları, bir kahkaha. Şeytani bir keyifle yankılanıyordu. Tok ve güçlü bir ses.
Bir parıltı ilişti gözüne, sarsılan ve yarılmış duvarların arasından birisi çıktı.
Yukarıdan aşağı süzdü Esra onu ya da aşağıdan yukarıya, nereden bakarsa aynıydı karşısında. Kırmızı, yeşil eski bir kazak. Yanmış bir surat ve tek elinde bıçaklar olan eldiven.
Dilini hafifçe dışarı çıkarttı Freddy, havada asılı kalmış korkunun tadını almak için ve şöyle bir aşağıdan yukarıya yalandı. Hazdan kapanan gözleri daha bir kırmızı açıldı. Kan denizinin ortasında sönük mavi birer adacık gibi görünüyordu gözleri ve baktıkça genç kadının zihnini delip geçiyordu.
“ Ya Serkan ya da baban. Birini seç sürtük !”
Gördüğüne inanamayan Esra çığlık atmak istiyor, ağzını, çenesini acıtacak kadar açsa da sesi çıkmıyor, nefesi göğüs kafesinde kilitlenip kalıyordu.
Bu bombayı infilak ettiren babası oldu. Freddy’nin bıçakları o an yanında beliren babasına yöneldiğinde, genç kız göğsünden kurtulan çığlıkla uyandı.
Ama Freddy’nin gözleri, uyanıkken bile onun peşini bırakmadı.
KORKUSUZ
Selçuk, mahallenin korkusuzu ama bir o kadar da gelişine yaşayanıydı. Uzatmalı manitasıyla paylaştığı evde zaman zaman ikisi bir araya gelir, bazen Selçuk uzun günler tek başına, bazen de manitası takılırdı tek başına.
İşsiz güçsüz bilinen Seço, haftanın beş gününü mutlaka birahanede geçirir, öncesinde kahvede girizgah yapardı. Bu değirmenin suyu nereden gelir ortalarda görünmediği zamanlarda ne yapar kimsede bilmezdi.
Mahallede peşi sıra gerçekleşen kan dondurucu olaylar, her köşe başında semt sakinleri arasında fısıldanıyordu. Sanki yüksek sesle söylense tüm bunlar gerçek olacakmış gibi. Mahallenin bakkalı, komşuluk yapan ev hanımları, okula giden bebeler. Kahvehanelerinde vazgeçilmeziydi bu kanlı konu. Okey masasının başındaki Selçuk homurtulu konuşmalar arasından kelimeleri gayet net duyabiliyordu.
“Paramparçaymış cesetler. !”
“Bıçakla yarılmış her yerleri, hayır hayır palayla. !”
“Polisler bile şok olmuş cesetleri görünce. !”
Selçuk içinden la havle çekip, taş çalmaya çalışan doktor lakaplı rakibini olmayan steteskopunu götüne sokmakla tehdit ederek boşa gelen taşları masaya vuruyordu.
“Hanım çok tedirgin, tüm gece uyumuyor, beni de uyutmuyor. ”
“Benimki de öyle, kabus görüyor sürekli, başka kabuslar gören konu
komşuda varmış. Geçen konuştuydu aynı şeyi görmüşler!”
“Deme ya aynı rüya mı. !”
“Seri katil işi bu. Mahallede bi katil var. !”
Selçuk yeter ulan diye bağırıp bir boş gelen taş daha vurdu masaya. Papağan gibi aynı şeyleri tekrar ettiklerini bağırdı dönüp arkasını homurdanan güruha. Saçma sapan şeyler konuşmamalarını, götü yiyorsa o seri katilin karşısına çıkmasını tembihledi ne dediğine kulak kabartanlara. Gidin dedi bunu yayın karılarınıza, dedikodu makineleri.
Kahvenin tadı kalmamıştı, piyizlenme vakti de gelmişti zaten. İçtiği çayları doktora kilitledi yemeye çalıştığı bokların karşılığı olarak. Ceketini aldı sandalyeden bir hışımla attı kendini serin sokağa.
Birahanede aynı bokun lacivertiydi. Dönen muhabbetlerin beş tanesinden üçü “kan, ceset, katil” idi. Kutsal üçleme !
Yok anasını, buranında tadı yoktu. Son birasını da zorla içti. Gün gece yarısını fazlasıyla geçip başka bir melun güne devretmişken, sokaklar tekinsizliğin kollarında daha da bırakmışken kendini, müdavimciliğin dibini yaşayan mahallenin korkusuzu attı kendini birahanenin kapısından dışarı. Ayaz vurdu yüzüne, yakalarını kaldırmadı ama Selçuk. Gerindi bir açtı kendini, semtinin kaldırımlarını sanki sahibiymiş gibi ezerek sallana sallama tuttu evin yolunu.
Mahallenin ağzına geldiğinde kişisel sınırlarını ihlal eden bir ürperti geldi içine. Sanki birisi çok yakın mesafeden geçmiş ama ona çarpmamıştı ya da içinden geçmişti ya da varlığına dokunmuştu. ?
Selçuk bunu o kafayla anlayamazdı, ayıkken de anlayamazdı ya. Korkusuz olmak akılla ilintili değildir. Yakalarını kaldırdı bu sefer, alkolden ölen hücrelerini düşünerek daha fazla yormadı.
Zil zurna sarhoş gittiği evde ne ara sızdı hatırlamıyordu, bir daha da hatırlayamayacaktı. Rüyası kabusa dönerken, bir mezarlıkta buldu kendini. Yaprakları dökülmüş kalın gövdeli cılız dallı karaağaçlarla dolu. Ağır bir pas kokusu, mezar taşlarını bağlamış yosunlara karışıp yoğun bir sisle birleşerek ağzına burnuna hücum ediyordu. Mide bulandırıcı.
Hava şimdi soğuktu, alkol mü kalmamıştı damarlarında. ? Az mı içmişti birayı ?
Görüş açısının neredeyse sıfır olduğu ufuktan, beyazlar içindeki sisten havada oynaşan bir karanlık geliyordu üzerine. Seço bunu yakınına gelene kadar göremedi ama silüete eşlik eden sesleri duyabiliyordu.
Birbirine sürten bıçakların çıkardığı o rahatsız edici, iç gıdıklayıcı, diş kamaştırıcı metalik ses. Kahkahalarda vardı şimdi, uğursuzlaştırılmış bir gırtlaktan gelen, boğuk kahkahalar ve anlaşılmaz kelimelerde eşlik ediyordu. Seço bunları da yakınına gelene kadar birleştiremedi zihninde.
“Ya annenin hatırası ya Esra. Hangisini seçiyorsun. ?”
Seço burada her ne oluyorsa bunu saçma buldu. Baştan aşağı saçmalık. Biz buralarda doğduk büyüdük cirit attık, bir mezarlık havlayan it mi korkutacaktı onu. ?
Omuzlarını sırtına doğru gerdi. Sıkılı yumruklarını açıp ellerini rahatlatarak tekrar sıktı. Gel bakalım orospu çocuğu diye geçiriyordu zihninden, ‘’ gel de ebenin amını gör.’’
Ama boğuk sisi yaran bıçaklar göğsünü delerek ciğerlerine girdiğinde bunun bir oyun olmadığını anladı. Karşısındaki, savaşabileceği bir mahalle serserisi değildi.
Bıçaklar karnının üzerinde oynarken Seço her harekette avuç dolusu kan kusuyordu. Kanlar topraktan petrol gibi ağzından yükselip, suratına geri boşanıyordu. Kanla boğulmak böyle bir şeydi herhalde, her anlamda.
Sabah Selçuğun cesedi mahallenin ortasında bulundu.
Bıçakların yardığı göğsünün altına kazınmış bir isim kan sızdırıyordu hala.
“Esra. ”
YİNE SERKAN
Serkan o geceden sonra bir daha doğru düzgün uyuyamadı. Kesik kesik sızıyor, alabildiği kadar uyku ile günü idare ediyordu. Uyursa, derin uyursa tekrar kabus görür müydü? Görürse sızdığında da görürdü. Kabus kabustur. O aleme geçtiğinizde zaman buradaki gibi akmıyordu zira. Oradaki birkaç saniyelik rüya burada saatlere bedeldi.
Mahallede kopan cinayetlerin kabusunda gördüğü bu yanık suratlı heriften kaynaklandığı su götürmez bir gerçekti. Tek odalı evinde yaşayan Adil Bey, Samatya sahilinin piyizcileri, e Selçuk?
Adil Bey ve Selçuğu tanıyordu. Öyle aman aman muhabbeti yok sayılırdı ama mahallenin insanlarıydı nihayetinde. İyi de böyle bir şey nasıl olabilirdi. Bu yanık surat gerçekten cirit mi atıyordu sokaklarda. ? Seço bildiğin deşilmiş, mahallenin ortasına bir çöp gibi bırakılmıştı. Yoksa rüyalarında mı öldürdü bu insanları. ? Peki nasıl oluyordu bu. ? Neden oluyordu. ? Kabus görmesi için uyumasına gerek yoktu artık, kabus buradaydı. Uyanık hayatında.
O ince sızı tekrar hücum etti beynine. Bu böyle olmayacaktı. Bu herif rüyalara musallat olduysa, kendi gibi onu görenler muhakkak vardı. Vardı ki öldüler zaten.
Ne yapabilirdi, tehlikedeydi ya işte. Ölenlerden biri her an kendi de olabilirdi. Bir de bir şeyler gevelemişti yanık surat, birini seç diyordu. Kimi seçecekti. ? Neden seçecekti. ? Tanrım dedi sesli bir şekilde. Bu bir kabus, tam bir delilik. !
Sokaklara çıkıp tek tek insanlara kabuslarınızda yanık suratlı elinde bıçaklar taşıyan birini görüyor musunuz diye soramazdı ya. Polis zaten olmazdı. Derin bir iç çekti. Dışarı çıkacaktı. Yürüyecek, açılacak, düşünebilirse ne halt yiyeceğini düşünecekti.
ESRA SEN MİSİN?
Esra durmadan ağlama krizlerine giriyordu. Kendini hiçbir şekilde tutamıyor aklına rüyası çörekleniyor, o şekilsiz suratlı adamın ifadesi gözünün önünden gitmiyordu. Bunlar gerçek olamazdı. Eğer ki mahallede kan gövdeyi götürmese belki kabus der geçerdi ama ya ölümler.
Cesetler ya, mahalle çalkalanıyor. Mahallenin ağır abisi Selçuğun bedeni çırpılıp sokağın ortasına atılmış. Üzerinde kendi adı yazıyordu. Karşı komşusu söylemişti bunu ona. Ona da cesedin olduğu sokakta oturan başka bir komşusu. O sabah yine kıyamet kopmuştu. Okula giden çocuklar, işe giden insanlar, dükkanı açmaya giden esnaf. Ortalıkta vızır vızır dolaşan polisler. Geç aydınlanan hava ağır ağır göstermişti kamburun sırtından attığı başka bir günahı.
O isim neyi temsil ediyordu. Kendisini mi, başka bir Esra’yı mı. ? Sırada o mu vardı. Ne olacaktı şimdi ne yapacaktı. Yeni kurumuşken gözyaşları yine ağlama krizine tutuldu.
Mahallede neredeyse her gün bir cenaze vardı. Cesetleri kimse göremiyor, apar topar selayı verip gömüyorlardı peş peşe. Ölenlerinde kimsesi yoktu zaten. Adi Bey tek başına yaşayan yaşlı bir adamdı. Piyizciler zaten Allah’a emanet. Selçuğunda ne halt ettiğini doğru bilen yoktu.
Nefesi iyice daraldı Esra’nın. Göğsü sıkışıyor, kalbi normalden daha hızlı atıyordu. Böyle olmayacaktı. Burada daha fazla oturursa, pis suratlı o herifin bir şey yapmasına gerek kalmayacak, şuracığa yığılıp gidecekti zaten.
Hızlı hızlı ne bulduysa eline geçirip kendini dışarı attı. Amaçsızca yürüyor sadece yine puslu havadan biraz olsun oksijen ayıklamaya çalışıyordu. Havalar hep pusluydu artık ve dağılmaya da hiç niyeti yoktu.
Yürümek iyi gelmiş gibiydi ama kendini rahat hissetmiyordu. İnsan içinde olmak güven vermiyordu. Olası bir durumda kimse ona yardım edemezdi. Tehlike beyninin içindeydi. Nöronları arasındaki lanet olası elektrik trafiğine saklanmış pis suratlı bir adam. Yine geliyordu histeri. Hızlandı.
Bir saatten fazla bir süre hiç durmadan yürüdü Esra. Ne sahile gidip bir banka oturdu, ne destek için bir arkadaşını ziyarete gitti. Sadece yürüdü. Düşündü, karar veremedi. Ümit etti umudu bulamadı. Ayakları onu belki de tek kurtuluşu olabilecek yere getirdi.
Eski Kozluk Mezarlığı’na.
Cesetler buraya gömülmüştü. Mezarlıkta yer kalmayınca hemen yukarıdaki araziye bir alan daha açmışlardı. Oraya Yeni Kozluk Mezarlığı diyorlardı. Ama asıl semt sakinleri buraya gömülürdü. Eskiden beri burada oturanlar. Yerlileri. Babalarının, dedelerinin, annelerinin üzerine gömüle gömüle biriktirmişti toprak onları içinde.
Esra’nın ebeveynleri de burada gömülüydü. Onlardan yardım istemek için mi ayakları getirmişti onu buraya. Ölüydü onlar, yardım edemezlerdi. İyi de gerçekte var olmayan yanık suratlı herifin biri insanları öldürebiliyordu rüyalarında. ? O ölü değil miydi, yaşıyor muydu? Yaşıyorsa nasıl giriyordu insanların rüyalarına? Rüyasında ölen gerçek hayatta da nasıl ölüyordu. ? O bunu yapabiliyorduysa da kendi ölmüş anne babasından yardım isteyince olmuyor muydu. ? Tanrı neredeydi bu arada tüm bunlar olup biterken, yaratıcı neredeydi. ?
Sorular, sorular, sorular. Sadece cevap alamayacağı, alsa bile idrak edemeyeceğinden, aklını kaybedeceğinden, ölmekten daha beter bir hale geleceğinden korktuğu sorular.
Tüm bun monoloğu anne ve babasının mezar toprağına gözyaşları damlarken gerçekleştirdi Esra. Onu dünyaya getirenler yardım edemezdi ama burada yatan tüm ölüler biraz huzur vermişti ona. Sessizdi mezarlık. Anne rahmi kadar sessizdi. Belki de burada son bulmak kabul edilebilir bir gerçeklikti.
Birazda olsa dinginleşmişti ama hala ne yapabileceğine dair hiçbir fikri yoktu, sıranın ona gelmesini beklemekten başka. Bu şeytani kötülük her ne ise durmaya niyeti olduğunu sanmıyordu. Ara ara sert esen rüzgar, yerdeki yağmurla ıslanmış yaprakları kıpırdatmakta zorlanıyordu. Esra ebeveynlerinin cansız bedenlerinin yattığı yeri terk etti. Mezarların arasından ana yürüyüş güzergahına çıkmaya çalışıyordu. Aşağı kapıdan girmişti ama yan kapıdan çıkacaktı, aynı yolu yürümek istemiyordu. İşte bu tercihi, varsa eğer onu boynundan asmış kaderin ipini kopartacağı andı.
Bazı durumlarda müttefik her şeydir. Senin gibi gören, senin gibi anlayan. Birazdan adımları, onu mezarlığın yan çıkış kapısı ve arasında, henüz mermer taşı dikilmemiş, birkaç gece önce göğsünde derin kesiklerle Esra ismi yazılı cesedi sokakta boylu boyunca yatan, adı Selçuk olan sözde korkusuz birinin mezarı ve başında çömelmiş kaderin ipini kesmesine yardımcı olacak adama götürecekti.
SULU MANASTIR
11. Yüzyıldan kalma eski Bizans Kilisesi M.S. 1031 yılında ilk inşa edildiğinde Azize Meryem’e adanmıştı. Şimdilerde üzerinde yeni bir yapı ve yeni bir isim taşıyordu. Eski yapı Konstantinapolis’in en önemli Ortodoks Kiliselerindendi lakin sur içindeki bu yeni yapıda kendi tarihi için önemli bir rol oynayacaktı.
Surp Kevork’tu bu yeni kilisenin adı ama halk arasında Sulu Manastır diye geçerdi. Bahçesinde oldukça büyük bir su kaynağı olan ayazma vardı. Ayazma’nın su taşıyan kollarından biri Surp Kevork’un temelinin tam altından geçiyordu ve aşağı katlardaki odalardan birinde bu kola yukarıdan açılan bir kuyuya, emniyet amaçlı demir kapak kapatılıp kilit vurulmuştu.
Rahip Kamer, hayatının 45 yılını bu manastıra adamış ve burada yaşlanmıştı. İbadethanenin iki rahibesiyle en eskileri arasında yer alıyordu. Semti severdi, insanlarını tanırdı. Çocukluğu, gençliği bu sokaklarda geçmişti. İyiyi de görmüştü vücut bulmuş kötülüğü de.
O geceki bireysel ibadetinde üç mum yaktı. 1660 yılında çıkan o büyük yangından sonra 1722 yılında üç kilise olarak yeniden inşa edilmişti burası. Semtte dolanan uğursuzluk herkesin huzurunu kaçırmıştı. Rahip Kamer, bunun en çok farkında olanlardandı. Ateşle yıkanmış o melun kötülük, küllerini saça saça saklandığı gölgelerden aydınlığı da karartmak için çıkıyordu.
Bir savaş verilecekti. Kaçınılmazdı.
Mumları kendi haline bırakıp oturduğu cilalı ahşap sandalyeden sendeleyerek kalktı. Kırmızı ve yeşil sıra taşlı tesbihi avucunda sıkılı odasının yolunu tuttu.
BİRLİKTE
Uyuma sırası Esra’daydı. Birkaç gün önce kendini sokağa atıp amaçsızca gittiği mezarlıktan, bir amaçla dönmüştü. Bir umutla. En azından şu son birkaç gün öyleydi. Selçuğun mezarı başında çömelmiş, elindeki dal parçasıyla bir ritim tutturmuş gibi toprağa vuran genç adam, onun adımlarını arkasında hissettiğinde sert bir şekilde başını döndürmüştü. Serkan’ın gözlerinde gördüğü öfkeydi.
İşte o an başlamıştı umut. Genç adam ayağa kalkmış, elindeki dalı yere bırakmıştı. Esra’ya, Selçuğun bir akrabası mı olduğunu sormuştu, aldığı cevap hayırdı. Konu hızlıca mahalledeki ölümlere gelmişti. Delilik kol geziyordu, kimse güvende değildi. Esra’nın rüyasında gördüğü eli bıçaklı pis suratlı adamdan bahsetmesi, tamamen bunu önce Serkan'ın dile getirmesinden kaynaklıydı. Aklının yerinde olduğunu biliyordu, sadece herhangi birine bahseder ve alacağı cevap alaycı bir bakış olursa, bu bilgi yerini hezeyana bırakabilirdi. Bu ayak üstü umut konuşması birbirlerine adlarını söylediklerinde iyice alevlendi. Serkan’ın genç kadınla konuşurken keskin ve öfke dolu bakışları yavaş yavaş yerini yumuşamaya bırakmıştı ki, adını öğrendiğinde gözlerinin süngüleri tamamen indi. Şaşkındı bakıyordu şimdi, hem de dehşet dolu bir şaşkınlık.
Serkan bir eliyle mezarı işaret etmiş, diğer eliyle genç kadının göstererek burada yatanın göğsünde adının yazılı olduğunu bilip bilmediğini sormuştu. Başıyla onayladı. Bu nasıl bir tiyatro ise biletlerini geri vermeye şimdiden hazırlardı. Böyle olmayacaktı. Serkan, evine gitmelerini, enine boyuna bu konuyu konuşmalarını önerdi. Her şey tuhaftı, her şey farklıydı. Rüyalarında ölüp, gerçek hayatta da ölen insanlar, onlara kabuslarında musallat olan yanık yüzlü bu tip. İsimler ve nedenler, niyeler.
Esra bir an bile tereddüt etmedi. İkisi de Paşa’lıydı ama mahalleleri ayrıydı. Serkan Samatya sahiline yakın otururken, Esra daha yukarıda cumartesi pazarı yakınlarındaki Surp Kevork Kilisesinin bulunduğu sokağın sonunda oturuyordu. Serkan’ın iki odalı ve artık dağınık olan evinde hiçbir şey yemediler, hiçbir şey içmediler ve hiçbir şey konuşmadılar. Koltuğa oturduklarında ikisi de bitkindi ve içlerinden birisi uyumayı önerdiğinde diğeri gözlerini kocaman açarak başını hayır anlamında salladı. Serkan bir fikri olduğunu ve sağlıklı düşünebilmek için biraz olsun bunun gerekli olduğunu ve zaten her halükarda buna mecbur kalacaklarını söyledi. Eğer genç kadını rahatlatacaksa ilk dinlenecek olan kendisi olacaktı. Esra’ya tek bir şeye dikkat etmesi gerektiğini söyledi; “asla uyumayacak, onu gözleyecekti. ”
Eğer ki bir tuhaflık sezerse, uyku halindeki bedeninde hareketlenme, kasılma göz kapaklarının altındaki gözlerinde aşırı hareketlilik, her türlü hareketsizliği bozacak eylemde onu uyandıracaktı. Beden uyuduğunda bilinç tam anlamıyla kapanmaz bu ancak ölümde olurdu, beyin enerji çeken kaynakları uyku boyunca minimuma indirerek dinlenmeye alırdı ama olası her türlü senaryoya karşı tetikte olmaya devam eder ve tepki verirdi. Rüyanda demişti genç kadına, ‘’ eğer yüksekten düşersen yere asla çarpmazsın. Uyanırsın. Beynin seni uyandırır, o yağ kaplı et parçası bunun rüya mı yoksa gerçek mi olduğuyla ilgilenmez, onun için tehdit, tehdittir.’’ Yatağa yürürken ‘’ üç saat dedi’’, üç saat sonra kendisini uyandırmasını söyledi. Genç kandın bunları nasıl bildiğini sorarken Serkan yatağa uzanmıştı bile. “Bilgisayar” dedi kemikleri yerleşirken yatağa, biraz araştırdığını söyledi ve gözlerini kapattı.
Genç adam uyanana kadar rüya görmedi, gördüğüne dair Esra’ya işarette vermedi. Her şeyin yolunda gittiği ölümün küçük kardeşi uykunun derin bilinmezliğinde kayboldu.
O uyurken Esra bu deliliğin nereye varacağını düşündü durdu. Sonuca varacağı bir cevap bulamadı.
Genç adam uyandırılırken beyni çığlıklar atıyor, henüz yeterince dinlemediğini daha çok uykuya ihtiyacı olduğu haykırıyordu. Uyuduğu gibi aynı pozisyonda kalmış, çenesinden salyası akmıştı. Sıra genç kadına geldiğinde tereddüdünü bastırmış ve onu yatağa zorda olsa yatırmıştı. Zaten direnemeyecekti genç kadın, söz konusu bedensel ihtiyaçlar olduğunda öz benliğiniz bir halta karışamazdı, yönetimi o benliğin altındaki asıl sahip ele alır ve sizin düşüncelerinizi umursamadan bildiğini okurdu.
Genç kadın bir kedi gibi uyurken Serkan’da onun gibi düşünüp durdu. Elindeki kartları açıp masaya yatırdığında, içinde bulundukları durum değil onların; yaşayan herhangi bir faninin üstesinden gelebileceği sorunları barındırmıyordu. Herhangi bir arkadaş yardımı, bir akraba, kolluk kuvvetleri hiç kimse. Rüyalarında onlara saldıran eli bıçaklı bir manyak diye düşündü, inanması yeterince güçtü ama o manyak onlara inanıyordu belli ki. İnancı onları öldürmeye yetiyordu. Kainatta birçok alem vardı, kendi bulundukları alemin algı şartları elvermiyor diye başka bir tanesinin var olmayacağı anlamına gelmezdi. Bize sadece orada zarar verebiliyorsa, rüya bir tarafsız bölge değildi demek ki. Bizim için dezavantaj ama onun için müdahale edebildiği bir alan. Öyleyse o da mı rüya görüyor, bu yöntemle mi bizim düşlerimize ulaşabiliyor, yetmezmiş gibi rüyasında kendisine mi hükmedebiliyor, bizim rüyalarımıza istediği gibi girip çıkıyor ve öldürebiliyor, yoksa…
Delirmek istiyorsan al işte bunu başarabilecek sorular. Bunu kime nasıl açıklayabilirlerdi ki, aynı rüyayı gördüğü birine o da ancak beyni yetip bunu anlayabilirse ya da o manyağı görüp hayatta kalabilen varsa.
Esra, bir homurtuyla uyku pozisyonunu değiştirdi, Serkan pencerenin yanına gidip bir sigara yaktı. Sabah olmasına bir saatten biraz daha fazla vardı, Esra’da hemen hemen bu süre kadar daha uyuyacaktı ya da biraz uyumasına izin verirdi. Genç adam düşüncelerine devam ediyordu. Bu olaylara ne derler, metafizik, paranormal, doğaüstü? Doğanın kendisinden üstün bir şey olabilmesi fikri ona göre tamamen saçmalıktı. Her şey var olanın içindeydi, bunun üzerinde bir şey olursa bu ancak sihirbazlık olurdu. Bu işlerinde böyle yürüdüğünü sanmıyordu. Diyelim ki ruhani bir durum içerisindeyiz dedi kendi kendine, o zaman ne yaparız. ? Tabi ki diye düşündü, tabi ki…
Bir çığlık tüm düşüncelerini bıçak gibi kesti. Açık pencereden içeri giren soğukla odaya taşındı ses. İzmariti iki parmağının arasından sokağa fırlattı. Sesin geldiği yere dikkat kesilirken bir çığlık daha koptu. Esra seslere uyanmış korku dolu gözlerle ne olduğunu soruyordu. Serkan aceleyle pencereyi kapattı ve genç kadına hazırlanmasını söyledi. Çok geç olmadan ne yapması gerekiyorsa yapacaklardı.
Montunu sırtına geçirirken bir çığlık daha koptu güneşin aydınlatmaya çalıştığı yarı karanlık sokaklarda.
IHLAMUR
Serkan genç kadını daha hızlı olması konusunda uyara uyara önden yürüyordu. Arada bir uzamış sakalını kaşıyor kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Esra’nın tek yaptığı ona yetişmeye çalışmak ve nereye gidiyoruz sorusunu tekrarlamaktan ibaretti. Cumartesi pazarının kurulduğu sokağı geçmişlerdi. Hava yine ağızlarını burunlarını işgal edecek yoğunlukta pus taşıyordu. Gün kendini ayamamıştı. Evden çıktıklarında mahallede tam bir kaos hakimdi. O manyak tüm gece tam mesai çalışmıştı. Çığlıklar, haykırışlar birbiri ardına patlıyordu. Kim bilir kimler ölmüştü. Ortalıkta fır gezen polisler artık yerini çevik kuvvete bırakmış, yolları bizzat kapatmış, trafiği ise kısmen açıyorlardı. Nafile bir çabaydı tabi ki, saf kötülüğü öldüremez, ona kelepçe takamaz, onu yargılayamaz, coplayamazdınız.
Abdi Çelebi Camii’nin önüne geldiklerinde megafondan yükselen ezan sesi Esra’yı olduğu yere çiviledi. Genç kadın kendisine sarılıp kulaklarına hücum eden bu daveti titreyerek karşıladı. Serkan onun durduğunu anlayınca arkasına bakarak yürümesini söylediğinde genç kadın ezan sesini bastıramayacak olsa da tüm gücüyle nereye gittiklerini söylemeden kıpırdamayacağını haykırdı.
Genç adam, Esra’nın gözlerinden deliliğin eşiğine geldiğini anladı, etrafını kolaçan ettikten sonra onu kolundan tutarak camiinin avlusuna soktu. Cebinden sigara paketini çıkartıp genç kadına uzattı, o başını hayır anlamında sallayınca kendi bir tane yaktı. Tek bir nefes çekti, duman henüz ciğerlerinden çıkmadan dün o uyurken tüm gece düşündüğünü söyleyerek başladı konuşmasına. Bu her ne haltsa, ondan kaçarak ya da yok sayarak başa çıkabilecekleri bir şey olmadığını söyledi. İkisinin de rüyalarında onu gördüğünü hatırlattı, bu manyak onların erişemeyeceği bir yerde onlara musallat oluyordu ama o yer onların zihniydi ve zihin her yerde seninleydi. Seço’nun göğsüne kanla adı yazılmıştı, kendisine saçma sapan bi seçme hakkı tanımıştı o yanık yüzlü adam. Sıra kendilerine de gelecekti, bu genç adama göre sadece an meselesiydi. Ya birbirlerinin cesedini bulacak ya da biri ikisinin cesedini bulacaklardı bir gün. Rüyalarında avdan başka bir şey olmayacaktı.
‘’Bu’’ dedi Serkan ‘’başka bir alem, başka bir boyut. Gerçek ama bize kapalı olan. Bilgimiz kısıtlı, fikrimiz bu kadar.’’ Surp Kevork’a gittiklerini, babasının eski arkadaşı olan Rahip Kamer’i göreceklerini söyledi. Şu an için ne yapacaklarına dair başkada fikri yoktu.
Genç adam konuştukça, Esra’nın gözlerindeki delilik diner gibi olmuştu. Serkan’ın sözlerindeki arayış, belki pes etmeyiş; ezan sesinin başta irkilten nidası, ilerledikçe kendisini güvende hissettiren başka bir unsura dönüşmüştü. Sarılı kollarını indirmiş, daha kararlı görünüyordu.
Avludan çıkıp sağa döndüler, Surp Kevork az ilerdeydi ama boş döndüler. Kapıyı açan görevli Rahibin geç saate kadar ibadet halinde olduğunu ve eve dinlenmeye çekildiğini söyledi. İki sokak daha yürüdüler. Dükkanlar kapalı, sokaklar boştu.
Ya herkes öldü ya da ölümün hazırlığını yapıyorlar.
Cumbalı evinin kapısını entarisiyle açtı Rahip. Babası öldükten sonra Serkan’ı çok sık görmezdi ama bilirdi. Daha küçüktü sadece o zamanlar o kadar. Hala puslu olan havanın donattığı sokağa omuzlarının üzerinden baktı karşılarında duran ikilinin.
Tek eliyle davet etti sonra. Salona kadar takip ettiler Rahibi, koltuğu işaret etti onlara. Ev tuhaf ve nemli bir dumanın etkisi altındaydı. Yeni sönmüş sandal ağacı tütsüsünden arta kalan dumandı bu. Esra hapşırdı ve burnunu çekti. Serkan konuşmaya niyetlenmişti. Rahip onları içeri davet eden ve koltuğu işaret elini üçüncü defa havaya kaldırarak susturdu onu. Neden geldiklerini bildiğini söyledi. Sakin olacaklardı, sakin olmalıydılar. Mutfağa doğru yöneldi, üç bardak indirdi raftan. Sandal ağacı kokusuna karışan nem açığa çıkmıştı. Şimdi mis gibi kokan Ihlamur döktü bardaklara.
MAHALLENİN SIRRI
Herkes arkasına yaslanmış sıcak ıhlamurlarını yudumluyordu. Esra merak içerisindeydi. Serkan gergin, Rahip ise gayet sakindi. Bir bilinenli üç denklem gibiydiler. Rahip bardağını bitirene kadar uzun uzun yeri seyretti. Bardağın avuçlarının arasına vuran sıcaklığı neredeyse yok olmuştu. Ağır ağır yanındaki sehpaya koydu boş bardağı ve gözlerini kaldırdı.
‘’ Neden geldiğinizi biliyorum evet. Üzerimize musallat olan kötülük için buradasınız. ”
Karşısında duran ikili bu kadar net bir cevap beklemiyordu.
“Rüyalarınızda gördüğünüz yanık yüzlü, eli bıçaklı, üzerinde eskimiş bir kazak ve başında eski bir şapka taşıyan, ateşle yıkanmış o uğursuz için buradasınız ve evet bu ölümlerin hepsinden o sorumlu!”
Serkan ve Esra birbirlerine kocaman açılmış gözleriyle baktı. Genç kadın hızla başını rahibe çevirdi.
“Öyleyse o gerçek mi. ? Siz de mi görüyorsunuz onu. ?Yani nasıl oluyor tüm bunlar. Rüyasında mı öldürüyor insanları. ? Yoksa. Uyanıklarken mi. ? Yani burada mı? Hayattayken mi öldürüyor insanları? Neden öld. -”
Rahip aynı elini yine havaya kaldırıp hezeyana kapılacak gibi olan Esra’yı susturdu. Serkan uzanıp onun elini tuttuğunda genç kadın irkilmedi.
“Bak kızım; Yaşadığımız bu koca kainat kapalı bir kutu gibidir. Kapkaranlık, kapalı bir kutu ve biz bu karanlık kutunun içerisinde yolumuzu bulmaya çalışan sınırlı algılarla donatılmış canlılarız. Sadece aklımızın ermemesi, her şeyi fanus gibi kapsayan bu koca alemde varlığını sürdüren başka küçük alemlerin olduğu gerçeğini değiştirmez. Rüyalarınızda gördüğünüz o ucube bu alemlerden sadece bir tanesine ait. Görünen o ki; alemlerin arasında geçiş yapacak bir başka aleme ait güç bulmuş ya da o güç onu bulmuş. ”
Sözü şimdi Serkan devraldı, eli hala Esra’nın elinin üzerindeydi. Genç kadın bundan hiçte rahatsızlık duymuyordu.
“Peki neden burada. Yani tüm dünyaya mı musallat oluyor. Ülkeye mi. ? Yoksa sadece Kocamustafapaşa’ya mı? Burada ortaya çıktıysa ne yani, zar attı da piyango bize mi patladı?
Rahip, genç adam konuşurken başını acı dolu bir gülümsemeyle sallıyordu.
“Piyango biletini biz aldık evlat dedi ve evet büyük ikramiye bize çıktı. ”
İkili yine birbirine bakıyordu. Rahip konuşmalarına fırsat vermeden devam etti.
“Siz, çocuklar; henüz bu yeryüzünde yürümeye başlamamıştınız. Ruhlarınız üflenmemişti ama ebeveynleriniz ruhlarınıza musallat olacak bu ucubeyi sizlerden önce ortaya çıkarmıştı. !”
Sessizliği bozan kalp atışları arasında yaşlı nefesi zaman zaman yetmeyen Rahip, derin bir soluk alarak devam etti.
“O rüyalarınızda gördüğünüz karanlığın bir adı var; Freddy Krueger. O ve ailesi bir zamanlar burada yaşıyorlardı. Paşa’lı değillerdi. Babası hatırlamadığım bir devlet görevi için buraya atanmış memurdu. Annesini çok sık görmezdik bile. Nihayetinde yaşça bizden büyüktü ama annelerimizle komşuluk yaptığı da olmamıştı. Freddy yaşıtımızdı ama onu da hiç görmedik aramızda. Zaten tuhaftı. Mahalleyle ve bizle hiçbir alakası yoktu. Bizi görmüyormuş gibi yanımızdan geçerdi. Sesimizi yükselterek ona sataşırdık lakin hiç oralı olmazdı. Uzun bir süre burada kaldılar, varlıkları hiç hissedilmedi, yok gibiydiler. Yaşadıkları süre zarfından sonra buradan taşındılar ama Freddy burada kalmış niyeyse. Söylediğim gibi, varla yok arasındaydılar hiçbir şeyden tam olarak emin olamadık ama olmalıydık. ”
Rahip duraksadı. Ihlamur bardağına uzanıp dibinde kalan küçük yudumla boğazını ıslattı.
Sonra işler iyice tuhaflaşmaya başladı. Evin perdeleri sıkı sıkıya kapalıydı. Evin o zamanlardaki sahibi Basri arkadaşımdı. Kiraları her ay postaneye sorunsuz yatıyormuş. Eve Freddy dışında giren çıkan kimse yokmuş. Ne çalışıyor ne de başka bir şeyle uğraşıyor görünmüyordu. Mahallede deli, meczup olduğuna, ailesinin onu başından savıp burada bıraktığına dair söylentiler dolaşmaya başlamıştı. Mahallenin küçük çocukları da bu söylentilerden nasibini almıştı. Sokakta oynarken kapısına taş atmak ve ona deli olduğunu bağırmak aralarında vazgeçilmez bir oyun haline gelmişti. İşte bu da her şeyin fitilini yakan ateşti. Başlarda kapı duvar olan ev bir süre sonra atılan bu taşlara cevap vermek için açılır olmuştu. Freddy çocuklara bağırıyor, o da eline taş alıp atar gibi yapıyor, onları kovalıyordu. Şimdi düşünüyorum da, bu onu kötü yapmazdı. Asıl kötü olan bizdik. ”
Rahip yine duraksadı. Nefesi yetmiyormuş gibi birkaç derin soluk alarak ciğerlerini tam doldurdu. Genç adam ve kadın ise artık iyiden iyice dinledikleri hikayenin bir şaka mı olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.
“İnsanlar, sadece onun garip olduğunu düşündükleri için dışlamışlar, çocuklar alay ederek kapısını taşlamışlar, yaşıtları olan bizlerde sataşıp huzurunu kaçırmıştık. Buraya kadar yine de bir sorun yoktu. Asıl olay bu süreçten haftalar sonra mahallede küçük bir çocuğun kaybolmasıyla başladı. Çocuğu günlerce bulamadılar. Polis ve mahallelinin araması hiçbir sonuç vermedi. Semt çok gergindi. O zamanlar tabi herkes birbirini tanırdı, mahallede yaşayan insan sayısı şimdiki gibi fazla değildi. Çocukken arkadaş olan ebeveyniyle büyümüş, onların çocukları da birbiriyle arkadaştı. Freddy hariç. O bir yabancıydı. Öfkenin ona yönelmesi uzun sürmedi zaten. Kahvelerde, evlerde, bakkalda konuşulan tek bir şey vardı. O bir yabancıydı, çocuklara bağırıyor kovalıyordu. O çocuğu alıkoyan, Allah korusun bir zarar veren kesinlikle ondan başkası olamazdı. Küçük çocuğun cansız bedeni kaybolduktan bir hafta kadar sonra Samatya sahilinde bulundu. Semt ahalisi çılgına döndü. Polis Merkezi’ne akın ettiler. Freddy’nin evi gönüllüler tarafından abluka altına alındı. Lakin bu cinayet onunla asla ilişkilendirilemedi. Bu da gelen kıyametin habercisi oldu işte.
Rahip bu melun hikayeyi sonlandırmak için tüm gücünü kullanıyordu.
Kim ne derse desin mahalleliyi asla ikna edemedi. Onların gözünde o yabancı aralarına karışmış çocuklarını öldüren bir katildi. Herşey ortadaydı. İşte o gece Freddy’nin evini bastılar. Yaka paça dışarı çıkartıp döve döve eski fabrikaya götürdüler. Fabrika o zamanlarda kapalıydı. Mahallelinin gözüne gözükmemek için alkoliklerin evi olarak varlığını sürdürüyordu. Orada da öldüresiye dövdüler. Yüzünün şekli değişmişti. Ağzından burnundan kulaklarından köpürmüş kanlar akıyordu. ”
Esra duyduklarına dayanamayarak araya girerek Rahip Kamer’in sözünü kesti.
“O ne yapıyordu peki. Freddy. Tüm bunlar olurken o ne yapıyor. ?”
“Onun tek yaptığı kızım, o çocuğu kendisinin öldürmediğini haykırıp durmasıydı. Döve döve götürüldüğü yol boyunca ve lanet fabrikada galeyana gelmiş mahalleli tarafından diri diri yakılırken de tek yaptığı o çocuğu kendisinin öldürmediğini haykırmaktı. ”
Serkan ve Esra, o yanık yüzlü adamı rüyalarında gördüklerinde, bedenlerinin verdiği tepkiyi uyanıkken de engelleyemediler. Kanları kalplerine doğru tekrar akmamacasına çekiliyordu. Genç kadın, elini tutan eli daha da.
“Diri diri yaktılar mı. ?”
“Yaktılar kızım. Bir an bile duraksamadan yaktılar. Benim düşündüğüm ise, masum bir adamın katledilişiydi. Neredeyse tüm semt, tek vücut olarak bir katile dönüşmüş ve bir adamı kendi çarpık adalet terazileriyle yakarak öldürmüşlerdi. Freddy masumdu. İşte şimdi olanlar, onun öfkesinin, haksız bir ölümden sonra lanete dönüşmesi. Rüyalarınıza giriyor çünkü öfkesi hâlâ burada yaşıyor. Rüyalarınıza giriyor çünkü siz onu haksız yere öldürenlerin nesilleriyiz. Sizlerin anneleriniz, babalarınızdan, o gece o fabrikada içen şarapçılara kadar herkes o gecenin bir parçası. ”
Esra böyle bir şey duymayı aklının ucundan bile geçirmemişti. Kendi annesi babası da mı? Böyle bir şey olamazdı. İmkanı yoktu. Şimdi elini Serkan’ın elinden çekmişti.
“Bu söyledikleriniz imkansız. Benim babam, hele annem. Asla böyle bir şey yapmazlar. Hem bu kadar şeyi nasıl biliyorsunuz, onun masum olduğunu nasıl biliyorsun ?
“Biliyorum. Çünkü o gece ben de oradaydım. ”
BÜYÜ VE YÜZLEŞME
Fabrikanın zeminindeki karolar kâh zamana yenik düşüp çürümüş, kâh mahallenin veletlerinden zarar görmüş, kâh para getirir umuduyla yağmalanmıştı. Çatıdaki dev saç çok daha öncesinde gitmişti. Soğuk, fabrikanın her yerini sarıyordu.
Yediği dayaktan yüzünün şekli değişmiş olan adam yerde yatıyor, bedeninden akan kan toprak zemin üzerinde yavaşça minik bir göl oluşturmaya başlıyordu. Adamın tek duyabildiği tavandan sarkan zincirlerin birbirlerine vurduğunda çıkan çınlama sesiydi. Üzerindeki yeşil-kırmızı çizgili kazak boyun kısmından yırtılmış, tüm kıyafetlerine bulanmış toz ağzından akan kana da karışmıştı. Sırt üstü bir dönebilse, Meryem Ana’nın kollarına uzanmış İsa gibi kendini rahatlatacak, çatlamış kaburgalarının arasından ciğerlerine daha kolay hava girecekti.
Asın onu diyordu ahali, vurun taşı kafasına, yakın onu!
Genç adam ve kadın, Rahibin son cümlesiyle süngülerini indirdi. O gece o kalabalığın arasında o da vardı. Sadece izlediğini söyledi. Ona ne tek fiske vurmuş ne onu yakarlarken bir kibritte o atmıştı. Bu onu masum yapar mıydı? Yanık yüzlü adam rüyalarına musallat oluyorsa, yapmazdı.
Serkan’ın ağzından gayr-i ihtiyarı çıkabilecek tek cümle çıktı.
“Peki ne yapacağız?”
Sıranın onlara gelmesini bekleyeceklerdi, rüyalarıyla beraber gelen birinden başka bir yere giderek kaçabilirler miydi? Bunlar daha önce sorulmuş ve cevabı belli olan sorulardı.
Rahip ellerinde olan tek çözümü biliyordu. Bu çözüm, onlara musallat olan bu melun varlıktan çok daha tehlikeliydi. Yaşayanların dünyasında geçilmemesi gereken bazı sınırlar, sapılmaması gereken bazı yollar vardır. Lakin çareniz yoksa, seçeneğinizde yoktur.
O melun gecede o adamı asmadılar, başına bir taş vurmadılar. Felaketlerine yol açacak başka bir şey yaptılar. Freddy’i ateşe buladılar. Bağırdı, feryat etti. Şekli bozulmuş suratı ateşle büzüştü, eriyen kazağı bedenine yapıştı, parmakları kasıldı. Ateşin acısına katlanmak için ayağa bile kalkamadı. Dizlerinin üzerinde kalmış onu almaya gelen felaketini kucakladı. Ölümün bir kurtuluş olması gerekiyordu fakat onu ölüm bile kabul etmedi. Çünkü onu kabul etmeye gelen başkaları da vardı. Freddy son nefesini vermeden önce, ateş sefil ciğerlerinin erişebileceği son oksijen zerresini dahi yakıp yok etmeden önce bu melun daveti kabul etti. Etrafında süzülen ve o lanetlenmiş tekfili eden üç varlığın üçüne de söz verdi onu yakanlar bilmese de ve akan kanı o rüya iblislerine verdiği sözü çoktan onaylamıştı. Ateş artık ona işlemiyordu. Bedeni yanıyor, acının yerini attığı o iğrenç kahkaha ve zevk alıyordu. Zincirler çınladı, ahali korktu ve Freddy bildiğimiz bu dünyadan ayrıldı. O artık bir başka aleme aitti.
Saat artık öğlen vaktine geliyordu. Rahip o uğursuz hikayesini tamamlamış Serkan’ın ağzından dökülen sorunun cevabını düşünüyordu.
Yavaşça yaşlılık lekeleri oluşmuş eliyle hala gür sakalını kaşıdı.
“Uğursuz şeylerle başa çıkmak için başka uğursuz şeylere başvurulmalıdır. Bu kilise ilk yapıldığından bu yana birçok yangınla karşılaştı. Bir tanesi oldukça büyüktü ve fazlasıyla zarar verdi. Bu yangından sonra burası üç kilise halinde yeniden inşa edildi. Başlangıçtan beri önemli bir ibadethaneydi kilisemiz. Doğu’dan Batı’ya, Batı’dan Doğu’ya geçen birçok ziyaretçiye ev sahipliği yaptık. Onları misafir ettik, konakladılar, yediler içtiler. Garptan ve güneşin battığı yönün topraklarından bize bol bol havadisler aktardılar. Başka dünyalarda vardı. İşte bu geçmiş zamanların birinde, dönemin Patriklerinden birinin eline burada konaklayan yolcuların birinden bir nüsha geçti.
Benden önceki temsilcinin bana aktardığı bilgi ışığında, bu nüshanın sadece aslı kitap olan uğursuzluktan kopyalanan birkaç sayfadan ibaret olduğu belirtildi.
Rahip devam etmek istemiyormuş gibi duraksayarak konuşuyordu. “Kainatta bir denge vardır genç insan evlatları. Varlık dualizmin üzerine kuruludur. İyi ve kötü, ışık ve karanlık, ateş ve su, her şey. Ancak ve ancak bu ikililik tek bir yerde sonlanır. Yaratıcıda. Çünkü o tektir. İşte bizim uğraşmaya çalıştığımız bu varlık, karanlık ve kötülüğün yani ikilik terazinin bir kefesinde yer alan tarafa hizmet eder. Haksız yere öldürülen o insan evladının haklı yere bizlere karşı duyduğu öfke ve nefreti kullanıyorlar. O artık onların kuklası. Ondan besleniyorlar ve bunu sağlaması içinde ona kendi güçlerinden bir tutam tattırıyorlar.
Serkan ve Esra artık anlatılanları takip edecek durumda değillerdi. Bu onlar için olsa olsa, bir düş içinde bir düştü.
“Bu ikiliğin tam ortasındaki denge incelmeye ve bozulmaya her zaman müsaittir. Bunu da ancak o kötülük kefesine ait olanların oyuncaklarıyla yapabiliriz. İşte o nüshalarda o oyuncaktan birisi. “Al Azif.’’
Diğer adıyla “Ölülerin Kitabı”
Genç kadın başının döndüğünü hissetti, adrenalin uykusuzluğu bastırsa da, açlık en az o kabuslar kadar derin ve karanlıktı midesinde. Rahip ikilinin ne düşündüğüne pekte aldırış etmezmiş gibi anlatmıştı her şeyi. Sanki kendi kendisiyle yaptığı bir planın üzerinden geçiyor, bazı şeylerin zeminini hazırlıyor gibiydi. Bu akşam o varlıkla yüzleşmek ve buna bir son vermek için harekete geçmeleri gerektiğini söyledi. Her şey artık an meselesiydi. Şimdi iki tane müttefiki daha vardı. O melun varlığı yakalamak için geçmişte onunla bağlantısı olan iki genç yemi. Bu işe yaramazsa başka da bir şey onu durduramazdı zaten.
Güneş mahallenin üzerinden çekilinceye kadar beklediler. Yemek, evet yediler. Uyku hayır, uyuyamadılar. Vücutları yorgunluktan zonkluyordu. Adrenalin artık enerji değil, uyuşukluk yayıyordu. Rahip odasında bazı şeylerin hazırlığı içerisindeydi. Akşam 10 a doğru, elinde eskiden doktorların taşıdığına benzer kalın yüzlü deri çantasıyla merdivenlerden aşağıya ağır ağır inmeye başladı…
Müttefiklerini de yanına alarak kiliseye doğru yola çıktı. Evin kapısını çekerken, çocukluğunu ve yaşlılığını geçirdiği bu yere bir daha dönüp dönemeyeceğini kendisine sormadı.
Surp Kevork o gece kalabalıktı. Komşu kiliselerden gelen bazı Rahipler, gelen çağrı üzerine Kevork kilisesiyle gelmişti. Rahip Kamer, haftalardır süregelen uyku katliamlarında o yanık yüzlü tarifi duyduğu an anlamıştı bir şeylerin yaklaştığını. Belki sıradan bir insan olsanız buna inanmazdınız, dile getirseniz tuhaf bakışlara maruz kalır daha da uzatırsanız üzerinize bir yafta yapıştırmakta gecikmezlerdi ama inanç işinin içindeyseniz bazı şeyler sizin için daha açıklanabilir olabilir ve siz açıkladığınızda daha inandırıcı olabilir. Bu kavram, dünyada ki en kuvvetli güçlerden birisidir, inanç…
Surp Kevork’un bahçesindeki ayazmanın ve binanın en alt odalarından birindeki o kuyunun başında rahip ve rahibeler bölünmüş, ellerini kavuşturarak sessiz ama güçlü bir şekilde dua okuyorlar, suyu kutsuyorlardı. Su yaşamdı, hayat verendi, hayatı almaya çalışana karşı kullanılacak bir silahtı.
Saatler gece yarısına yaklaşmış, uyku şehrin üzerine sinmişti. Bu gece başaramazlarsa, sabah kim bilir daha kaç kişi bu ölüm uykusundan uyanamayacaktı. Rahip ayazmanın ve kuyunun başındaki aynı yolu yürüdüğü insanların yanına uğradı, dualarını bölmeden sessizce zikrini paylaştı ve kuyudan aldıkları suyu üç şişeye bölerek çantasına yerleştirdi. Yanına genç adam ve kadından başka kimseyi almadı. Çemberi bölmeyeceklerdi. Bu gece o melun günün sessiz kalan dili artık konuşacak, yanındaki çocuklar ebeveynlerinin kefaretini ödeyecek, Kocamustafapaşa adaletini sağlayacaktı.
Serkan ve Esra Rahibin kilisedeki odasında sessizce oturuyor, birbirlerine akıllarından geçen ortak soruyu sormaya cesaret edemiyorlardı. Bu işin sonu nereye varacaktı. Başka bir ortak meseleleri daha vardı birbirleriyle paylaşamadıkları. Ebeveynleri…
Böyle bir şeyi nasıl yapmışlardı? İkisinin de anne ve babası bu tür insanlar değillerdi. İkisi de tek çocuktu. Büyüdükleri süre boyunca onlardan herhangi bir kötü davranış, şiddetsel zafiyet görmemişlerdi. Zihinlerini yokluyorlardı defalarca ve cevap ‘’hayır’’ şeklindeydi. Kendi hallerinde insanlardı işte. İşe gidip gelen bir baba, evine bakan ve komşuluğunu esirgemeyen, mahallede oynarken aşağıdan çağırıp ‘’ acıktım ‘’ diye bağıran evladına ekmeğin arasına salça sürüp sepetle sallandıran bir anne. Ama unuttukları şuydu; tanımlamalar ve sıfatları çıkardığınızda geriye kalan şey insan ve onun doğasıdır.
Rahip ve genç müttefikleri, Paşa’nın artık göze daha tekinsiz gelen sokaklarını arşınlayarak eski fabrikaya geldiklerinde, saat gece yarısını biraz geçmişti. Serkan ve Esra’yı fabrikanın bir zamanlar gürültüyle çalışan makinelerinin olduğu büyük alana getirdi. Eliyle açıklığı işaret ederek
“İşte, onu burada yaktık ve tekrar burada doğdu. O karanlık rahimden geri geleni yine burada, kök saldığı bu yerde durduracağız.”
Fabrikanın aylardır soğukla yıkanmış duvarları tüm hünerlerini bu gece gösteriyordu. Ruhlarına işleyen soğuk havaya, etrafa çökmüş pas ve çürümüş bir şeylerin kokusu eşlik ediyordu. Korku yavaş yavaş kalp atışlarında ritim tutup damarlarında da dans etmeye başlamıştı.
Rahip çantasını açarak kırık bir ocak duvarının üzerine koydu. Ayazmanın derinliklerinden gelen iki şişe suyu onlara verdi. Son şişeyi de kendisine aldı. Bir diğer elinde ise sararmış yaprakları olan parşömen demetini tutuyordu.
“İçin. Kainatın, en karanlık köşesinden en aydınlık sathına kadar, aynı şeylerin türevinden yoğrulmuştur her şey. Bizler maddeyiz ve maddeyi anlamlı kılan yegane şey inançtır. İnanç bu geceki en büyük silahımız olacak. İçin ve inanın! ”
Şişeyi kafasına dikti, Serkan ve Esra da tereddütsüz onu takip ettiler. Rahip şişeyi yere attı ve parşömen demetini elleri arasına alarak, yaşayanlardan çok az kişinin bildiği, bilenlerin çok azının hayatta olduğu satırlardan bir tutam haykırdı.
“ ISS MASS SSARATI SHA MUSHI LIPSHURU RUXISHA LIMNUTI! ‘’
‘’ IZIZANIMMA ILANI RABUTI SHIMA YA DABABI! ‘’
‘’ DINA DINA ALAKTI LIMDA! ‘’
‘’ ALSI KU NUSHI ILANI MUSHITI!
‘’ IA MASS SSARATI ISS MASS SSARATI BA IDS MASS SSARATU! ”
O gece baştan aşağıya siyah giyinen Rahibin okuduğu satırlar, Al Azif’in üç gözcüyü çağıran yakarışlarıydı. Bu çok özel bir çağrıydı. Dualitenin tam ortasında yer alan, iyi ile kötünün ötesinde, zamandan önceki zamanlarda, kaosta var olanlara, tehlike yakınken yapılan bir yardım yakarışıydı.
“ İnanın! ” diye haykırarak bitirdi duasını Rahip…
Burası, Freddy’nin öfkesinin doğduğu yerdi. Onun ölüm çığlıklarının yankısı hala bu duvarların arasında hapsolmuş gibiydi. Sanki gerçeklik bükülüyor, duvarlar kıvranıyor gibi belli belirsiz oynaşıyordu. Bu tekinsiz hal iradelerini esnetiyordu ama Rahip, acele etmek istercesine elindeki sararmış parşömenlere bakarak titreyen bir sesle konuştu.
‘ Bu, eğer bunu doğru yaparsak, Freddy’nin bizim dünyamız ile arasındaki tahakkümünü kesebiliriz. Hata yapma şansımız yok. Başarısız olursak, sadece onu engelleme şansımızı yitirmez, oynadığımız bu oyunun kurallarını koyanlarında hedefi haline geliriz. Ruhlarımız bu dünyadan çekilir, geriye sadece boş bedenlerimiz kalır ve Tanrı yardımcımız olsun gideceğimiz yer cehennem olmayacak! ”
Serkan artık seçimlerinin geri dönüşü olmayacağını iyice anlamıştı. Kaldı ki gerçekliği, olan onca şeyden sonra tartışılmayacak böyle melun bir varlıktan sonra karşılarına ne çıkarsa çıksın başka bir seçenekleri yoktu ya. Mecburiyet buydu işte.
“ Her ne yapacaksak yapalım. Vazgeçsek değişen ne olacak, dönecek bir hayatımız yok artık. Sonsuza kadar uyumayacak mıyız.? ”
Genç kadına dönüp baktığında, sessiz gözlerinden aldığı cevap, muhtemelen kendininkiyle paylaştığı aynı düşüncelerdi.
Rahip hızlıca çantasından bir ayna, üzeri kırmızı mürekkeple yazılı tek bir sayfa kağıt çıkarttı.
“ Bu kağıt, kendi kanımla yazdığım Freddy’nin masum olduğunun kanıtı. Bu ayna gözcü açacağımız kapıyı korurken bizim dünyamıza musallat olan kötülüğü kendisiyle yüzleştirmek için!”
Ellerinde tuttuklarını havaya kaldıran Rahip bir kez daha ciğerleri yettiğince haykırdı.
“ O Kakos Theos..
O Kakos Daimon..
O Daimon..
PNEUMA TOU OURANOU THUMETHERE..!
PNEUMA TES GES THUMETHATE! ”
“ İnanın! ”
Rahip elindeki itirafnameyi o melun gece Freddy’nin yakıldığı, toprağın kanına doyduğu yerin üzerine koydu. Burası onun küllerini temsil edecekti. Aynayı ise genç kadının ellerine tutuşturdu.
“ Onunla karşılaştığında bu sembolü yüzüne tutacaksın. ”
Artık savaşın en anlamlı anına gelmişlerdi. Rahip elinde artık uzun tesbihi vardı. İki kat bileğine sarmış kalanı avuçlarının arasından sarkıyordu.
“Madem bizim dünyamıza musallat oldu, onu geri çevirmeyeceğiz. Madem ayrıldığı bu dünyaya geri dönmek istedi, misafirliğini reddetmeyeceğiz. Yapmamız gereken, onu şu an sahip olduğu varlık alanından çekip çıkartmak. Onunla rüyalarımızda başa çıkamayız. Freddy’nin Kabuslarında en ufak bir şansımız yok. Orada irade biz de değil, onda. Bunu biliyoruz. Öyleyse geriye tek bir şey kalıyor, onu bizim dünyamıza getireceğiz! ”
Soğuğun kamçısı şiddetlendi. Çatısız fabrikadan esen rüzgar, metal borulardan sarkan zincirleri sanki hiç susmayacaklarmış gibi çınlatmaya başladı. Esra’nın yorgunluk, uykusuzlukla yoğrulmuş sessiz gözleri, tavandan sarkan paslı zincirlere çevirmişti.
“Ama Freddy’nin buraya gelmesi için bir şey gerekli değil mi? O sadece kabuslarda ortaya çıkabiliyor. Peki buraya nasıl getirebiliriz ki onu? ”
Rahip, avucundan sarkan tesbihi sıkarak başını eğdi. Söyleyeceği şeyi duymak istemiyor gibiydi. “ Freddy’nin rüyalar aleminden gerçek dünyaya geçmesi için bir kapı lazım ve o kapı birinin zihninden geçiyor. Birimiz kabus görmeli!”
FREDDY ARAMIZDA
Soğuğun ve çınlayan zincirlerin sesine eşlik eden hiçbir şey yoktu. Her seferinde bir adım daha karanlığa yaklaşıyorlardı. Her seferinde biraz daha o bataklığın dibine çekiliyorlardı.
Esra’nın sesi çatallandı.
“ Yani, Freddy’i çağırmamız gerekecek. Peki bunu kim yapacak? ”
Sorular ve cevaplar, cevaplar ve sorular. Dualite ve dualite. Esra’nın sorusu, cevabı belli olan bir tekillikti. İkisinin de buna kalkışması, sadece erken gelecek olan bir başka kayıptı. İkisi, ebeveynlerinin, bu semtin kambur günahlarını sırtlanmış talihsiz bir nesilden fazlası değildi. Her çocuk günahsız doğmaz mıydı ? Rahip ise kanı ve canıyla o melun geceden arta kalan ilk şahitti. Bu da cevabın en başından beri kendisiydi.
Rahip tesbihi tutmayan elini havaya kaldırdı. Çınlamalar devam etti.
“Sizin buradaki rolünüz evlatlarım, talihinizden başka bir şey değil.. Tabi ki benim payıma düşen kısım bu. Siz, beni takip edeceksiniz. Size söyleyeceğim cümleleri o uğursuz varlık karşınızda belirene kadar tekrarlayacaksınız. Umarım gözcü kapıdadır. Kanıt yerde duruyor. Sen kızım uğursuzu, haksızlığını başka bir haksızlıkla örtmeye çalışanı kendisiyle yüzleştireceksin. İnanın evlatlarım, inanın ve söyleyin benimle beraber. ‘’
‘’ AKKA BA ES BA AKKA BAR! ”
Tekrarladılar. Telaffuzu doğru söyleyene kadar rahiple tekrarladılar. Bu yakarış rahibe uykusunda eşlik edecek, o uğursuzu kimin rüyasına musallat olduysa çağırıp ona getirecekti. O melun adamın hizmet ettiklerinin hizmetindeydi bu sözler.
Al Azif’in uzak durulması gereken cümleleri yine dünyada yankılanmaya başlamıştı. O deli Arap’ın yüzyıllar önce oynamaya başladığı bu oyuncak; kaostan beri kurulan dengenin ortasında, en tehlikelilerinden biriydi. Parşömenler, Rahibin kaftanının iç cebinde adeta göğsüne kor bir ateş bırakılmış gibi ısı yayıyordu. Sanki uğursuzu ateşle yıkayanlar, dökülen kelimelere karşılık veriyordu.
Rahip, Serkan ve Esra’nın ilahi bir tona dönüşen sesleri arasında yere, kanıyla yazdığı itirafnamenin yanına uzanırken bir cümle daha savurdu sertçe.
“GAR SHAG DA SISIE AMARDA YA ”
Yattığı yere, melunun dökülen kanının üzerine temiz bir çarşaf seriyordu bu cümle. Işık ve karanlık birbirinden ayrılıyor, dualite iyice belirginleşiyordu. Sizler ve bizler…
Serkan, ağzından çıkan sözlerin yanına kalbinden geçen bir başkasını ekledi.
“Eğer buradaysan seni bekliyoruz...”
Rahip, tesbihi tutan elini göğsünün üzerine koydu. İlahi ton, daha bir coşkulu geliyordu kulağına.
“İnanıyoruz sana Rab..” diye içinden geçirdi yaşlı adam. Kalbi hızlanabildiği kadar hızlanmıştı. Parşömen, atan kalbiyle eş zamanlı bir ısı dalgası yayıyordu bedenine. Tesbihini sıktı ve çıkan gıcırtı genç adam ve kadının coşkulu tonuna eşlik etti. Tekrarladı, tekrarladı ve tekrarladı. Gelen uyku değil ama bir uyku haliydi. Gözleri kapalıydı ama göz kapaklarının ardında fıldır fıldır dönüyordu. Dudaklarının hareketi durdu, yaşlı adamın duası bitti. Bundan sonra duyduğu ses, yalnızca zihninde yankılanan Serkan ve Esra’nın dudaklarından dökülenler olacaktı. O cümleler onun kaybolmamasını sağlayacak, uğursuzu oltasının ucuna taktığı yeme getirecekti.
Serkan ve Esra hipnotize olmuş gibi onlara verilen görevi tekrarlıyordu. Fabrikanın içinde yalnız kalmış gibilerdi ama değillerdi. Bir şeyin parçasıydılar. Geçmişte ebeveynlerinin yaptıklarının olmasa da şimdi; burada başka bir savaşın başka bir anlamın, anlayamadıkları bir mananın ortasındaydılar.
Fabrikanın içinde nefes almak neredeyse imkansız hale geldi. Pas ve çürümüşlüğün kokusu, duvarlardan ve topraktan içeri kusuluyordu sanki. Uğursuza ev sahipliği yapan bu yer, yaşayan bir varlığa dönüşmüş gibi nefes alıyor, o pis soluğunu üzerlerine boca ediyordu. Zincirler daha şiddetli sallanmaya, tuhaf sesler nüksetmeye başladı kulaklarında. Her ne oluyorsa ya can havli yaşıyor ya da bunu engellemeye çalışıyordu. Genç adam bunu bastırmak ister gibi sesini daha da yükseltti. Genç kadın elindeki aynayı daha sıkı tuttu. İnanıyorlardı ama bu inanç daha da güçlenmişti.
Rahibin zihninde cümlelerin yankısı daha da yükseldi. İçinde bulunduğu yer herhangi bir mekana sahip değildi. Işığın dahi aydınlatamayacağı bomboş bir karanlık. Hayat yoktu burada, sadece ölüm vardı. Al Azif’ in suretinin göğsündeki varlığı, zihninde yankılanan o parşömene ait cümleler, yaşlı adamın zırhıydı. Tehlikeli bir zırh. İçinde bulunduğu karanlığa ait bir zırh.
Ateşe kendi ateşiyle karşılık vermekten başka çareleri yoktu. Neyden yapıldıysan en zayıf halkanda yine odur.
Karanlık onu çepeçevre yutmuş gibiydi.. Hareket etmesine izin vermeyen, algıları ve aklını boğan bu na mekanda beliren silüet kızıl bir haleden ibaretti.. Pusa bakan, uzağı görmeyen ve seçemeyen bir gözün bakışı gibiydi görünüş.. Gökyüzünde görünen minicik bir yıldızın belli belirsiz seçilimi gibi..
Rahip ona üşüşmeye gelenin sadece o olabileceğini bildiğinden, karanlık onu yutmadan kalan birazcık iradesiyle tesbih tutan elini göğsündeki parşömenin üzerine koyarak dişlerinin arasından bir yılan gibi tısladı..
“BARRA UUG UDUUG UUGGA..!
Göğsü sıkıştı ama sözleri bırakmadı. Uğursuzu davet ediyordu. Onun bile reddedemeyeceği şeyler vardı. Hizmet ettiklerinden daha büyük şeyler.
Karanlık gözlerini de kapladı. Genç adam ve kadının zihninde yankılanan sözleri artık soluklaştı ve sustu. Şimdi sadece rahibin kendi kendine tekrarladığı cümle vardı. Artık sesi tıslama gibi değil, yüksek ve gürdü. Hala karanlıktı ama yattığı yerden tepesinde duranın gökyüzü olduğunu seçebiliyordu. Yattığı yerden doğruldu, genç adam ve kadınla göz göze geldi. Kararlı ama yine de korku dolu bakışlardı. Rahibinde şimdi duymaya başladığı kahkahalar fabrikanın duvarlarında yankılanıyordu.
Yıldızların aydınlatmak için çabaladığı karanlığın altında Rahip, Serkan ve Esra önlerinde sanki uzamış gibi duran açıklığa bakıyorlardı. Rahipler ve rahibeler Kevork’un avlusunda dualarını değiştirmişler, Al Azif’in cümlelerini okuyorlardı…
Bir kahkaha daha yükseldi. Üçlünün algıları oynaştı ve karanlığın içinden, tam karşılarından, buraya dövülerek getirilen, haykırışları hiçbir anlam ifade etmeden diri diri yakılan Freddy Krueger çıktı.
Yüzündeki yanıklar şimdi daha belirgindi, elindeki bıçaklı eldiveninden buraya zorla çağrılmadan önce rüyasını ziyaret ettiği birinin ya da birilerinin kanı akıyordu. Gözleri, bir yırtıcının avına baktığı gibi parlıyordu.
Dilini, lekeyle kaplı dişlerinin üzerinde gezdirip üçlüye yaklaşmaya devam etti. Bıçaklı elini bir parmağını ileri doğru uzatarak genç adamı işaret etti
“Seni daha öncede gördüm, değil mi?”
Ve devam etti.
“Seni de küçük sürtük. Ve tabi seni de Rahip.” ve tısladı.
“ Ama o zamanlar henüz bir Rahip değildin, değil mi? Burayı hatırladın mı? ”
Rahip Kamer karanlığın içinden çıkarken ona eşlik eden Al Azif’in kelimelerini bu kez daha yüksek ve cesurca söyledi.
“BARRA UUG UDUUG UUGGA!”
Krueger, sanki yüzüne bir şey çarpmış gibi tiksinti ve iğrenmeyle yüzünü yana doğru çevirdi.
“Bilmediğin şeylerle oynamamalısın Rahip Çağırdınız, geldim ama bu bir şeyi değiştirmeyecek. Hepinizi alacağım. En başta da seni alacağım. Seni öldürdükten sonra bile, yaşamaya devam eden o beyninle birkaç dakika daha benim olacaksın, seni iki kere öldüreceğim Rahip. ”
Üçlü, yabanda vahşi bir hayvanla karşı karşıya kalmış gibi tedirgin ve temkinliydi. Bundan sonra olacak olanlara dair, rahip dışında - o da beklediği gibi olursa kimsenin bir fikri yoktu. Rahip eliyle yeri işaret etti.
“İşte. Kanıtın burada, kendi kanımla yazdım, suçsuzsun. O gece olanlar toplu intihardan farksız değildi.”
Freddy’nin yanmış yüzü daha da gerildi. Sesi şimdi daha karanlık ve derinlerden geliyordu.
“ Sence, Rahip. Bunun artık bir önemi olduğunu mu düşünüyorsun ? Ait olduğum yerden sonra, bunun bir değişiklik yaratacağını mı sanıyorsun? ”
“Hayır, evladım. Seni alanlarla yaptığın antlaşma senin öfkenin ve o gece ki haykırışlarının tercihi. Hayır, evladım. Bunun hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini biliyorum. Bu senin için değil, bizim için bir gereklilikti. Artık burada bir hükmün yok. Eli bıçaklı bir katilden, et ve kemikten geriye ne kaldıysa ondan ibaretsin. Daha fazlası değil. ”
Serkan’ın duyduklarından sonra elinin boş olması onu rahatsız etti. Yanındaki çer çöp yığınının arasından demir bir boru kaptı. Esra, tuttuğu aynayı iki yanından sıkı sıkı kavramıştı.
“Geçit tutuldu, gözcü burada. (umarım) ”
Freddy dikkatini bir şey çekmiş gibi boynunun üzerinden dönüp geriye baktı. Üçlüye göre karşılarında duran devasa fabrika duvarıydı. Uğursuz, yaşayan gözlerin göremediği ne görüyordu?
“Hizmet ettiklerinin, hizmet ettikleri var. İnsanoğlu yeryüzünde yürümeden önce, zamanın henüz oluşmadığı, kainatın varoluştan bihaber olduğu kaostan kalanlar. Bazı şeyler efendilerin içinde tehlikeli evladım. Dönüp arkana bakma, geldiğin yerle aranda bir bağ kalmadı. ”
“BARRA UUG UDUUG UUGGA! ”
Özgürleş evladım. Geriye senden ne kaldıysa ”
Freddy, sıkılı dişlerinin arasından bıraktığı nefretiyle döndü. Gözleri şimdi kızıl bir ateşle parlıyordu. Yüzündeki sırıtış, vahşi bir öfkeye dönüşmüştü. Serkan elindeki boruyu daha sıkı kavradı. Uğursuz, parmaklarına bıçak takılı eldivenini bir pençe gibi açtı. Çıkarttığı ses kulak tırmalayan ve duyanın yüzünü ekşiten o tiz sesti.
Rahip, Ak Azif’in kuytularda kalmış bazı kelimelerini yarım ağızla tekrarlıyordu. Esra’nın tuttuğu aynanın yüzeyi bir an karardı. Rahip bir elini arkaya uzatmış, gerisinde kalan çocuğunu kendisine yetişmesi çağıran bir baba gibiydi.
“Şimdi evladım. Şimdi, gel.”
Esra’yı yanına çekti. Serkan da bir adım öne atarak yanlarındaki pozisyonunu korudu. Rahip bir elini genç kadının omuzuna koymuştu. Kara dualar uçuşuyordu kalplerinde. Rahip diğer elin Esra’nın bileğini kavradı ve yukarı doğru kuvvet uyguladı.
“Sıkı tut evladım. Yanındayım korkma…”
Uğursuz’un iplerinin bağlı olduğu o karanlık alem artık onun için de bir rüyadan ibaretti. Kabus görme sırası ondaydı. Dualiteyi ayıran kapı, çok özel bir daveti geri çevirmeyen gözcülerin ev sahibi olmuştu. Kainatın neresinde, kimin elinde, elinde olanların kullanmaya ne kadar cesaret edebileceği; Deli Arap’ın oyuncağından dökülen bu saklı cümlelere, ona vakıf olan ölü ya da yaşayan hiçbir canlının cevap vermemesi imkansızdı.
“BARRA UUG UDUUG UUGGA!
Özgürlüğün burada çocuğum…
Hakkında burada, haksızlığında. İşte bak ve kendin gör. Sen
kendi rüyalarının kabusu olmayı seçtin.”
Freddy’nin gözleri aynadaki aksiyle birleştiğinde duvarlarsan irrite edici fısıltılar yükseldi. Zincirler sinirleri bir yay gibi gerecek kadar birbirine vurarak çınlamaya başladı. Uğursuz’un gözlerindeki alev hepsini kapladı, ağzından çıkan ses artık bir insan suretine ait değildi.
“Beni kovamazsınız. İzin vermezler! ”
Uğursuz’un yanmış bedeninde çatlaklar oluşmaya başladı. İçlerinden koyu siyah dumanlar sızıyordu. Karanlık bir gölge gibi hızla hareket ederek üçlüye doğru ilerledi. Cismaniliği bozluyor, sonra yeniden bütünleşiyordu. Bedeninden çıkan dumanlar yoğunlaşmıştı. Ateşe bulanmış gözleri, şaşırmış gibi sonuna kadar açıktı.
Serkan’da elini Esra’nın omuzuna koydu şimdi. Hatta bir adım arkasına geçmişti.. Tüm bedeniyle, onu bulunduğu satıhta tutmak ister gibi.
Uğursuz’un bedeninde açılan çatlaklardan çıkan yoğun kara duman, bulundukları alanı tümüyle kaplamıştı neredeyse. Freddy’nin bedeni, bir yandan yanıyor gibi görünürken, bir yandan da rüyalardan kopan bir parça gibi çözülüyordu. Karanlığı içinde minik parlaklıklar belirginleşmeye başladı. Daha sonra Serkan bu parlamaların havada asılı kaldığını gördüğüne yemin edecekti. Belirip kaybolmamışlardı, oraya buraya kaçışıyorlardı.
Ayna her şeyi izlemişti. Aynaya bakan aks her şeyi görmüştü. Uğursuz kendisiyle yüzleşmişti.
Bağını kopartmışlar, onu kendi dünyalarına çekmişler ve ötesine geçmesine de izin vermemişlerdi. Onu hapsettikleri dünyaları ile Uğursuz’un arasına yine kendisini koymuşlardı.
Bedeni, döve döve getirilip yakıldığı gece toprağa karışan kanı gibi simsiyah aktı yere. Yılan gibi kıvrılıyordu öbek öbek.
Esra yere doğru çökerken uzun sessizliğini haykırarak bozdu.
“Defol git artık. Defol git!”
Serkan bir hamleyle aynayı genç kadının elinden aldı. Siyah öbekler sanki fabrika duvarlarına çekiliyor gibi toprak tarafından bir kez daha emilerek kayboldu.
Fabrika sessizdi şimdi. Ne zincirlerin çınlaması ne konuşan rüzgarın uğuldaması vardı. Huzurlu bir sessizlik değildi.
Bunu bu bozan Serkan’dı. Elinde tuttuğu aynaya iğrenerek baktıktan sonra tüm hiddetiyle o ufak kırık taş ocağına çarpıp parçalayarak Esra’nın yanına çöküp ona sarıldı…
Fabrika yeniden sessizliğe büründü ve yine huzurlu değildi…
Bir kötülük, başka bir kötülüğün oyuncağıyla alt edilmişti. Ateşe, ateşle karşılık vermekti bu. Oyunu kuralına göre oynamaktı. Tehlikeliydi. Ve onlar bu tehlikeyi deneyimleyenlerden sadece ve sadece bir kaçıydı.
Pas ve çürümüşlüğün kokusu hala silinmemişti fabrikadan. Uğursuz’un ikinci defa öldüğü yerde bu sefer geriye bir hatıra kalmıştı. Onu, onun belki de haklı öfkesini unutturmayacak bir hatıra…
Rahip Kamer şimdi nemlenmiş toprağı ezerek Uğursuz’un bıraktığı hatıranın başına geldi. Cebinden taşıdığı yaşlı işi büyükçe mendilini çıkartarak, hakimiyetini gösterir gibi açık bir şekilde duran parmaklarına bıçak çakılı eldiveni kavradı. Sarıp cebine koyarken; bunu saklamakta bundan sonra benim görevim olsun diye düşündü.
BiR KAÇ AY SONRA…
Serkan ve Esra evlenmeye karar vermişlerdi. İnsanlar evlenirken iyi ve kötü günde diyerek birbirlerine söz verirlerdi ama onların sözleri bundan çok önce başlamıştı. Birlikte verdikleri mücadele onları birbirlerine daha da bağlamış, kimseye anlatamayacakları bu hikaye artık onların kaderi olmuştu. Zaman zaman yaşadıklarının bir rüyamı olduğunu düşünecek, birbirlerinin yüzlerine baktıklarında bunun gerçek olduğunu kendilerine hatırlatacaklar, birbirlerinin emniyet supabı olacaklardı.
Kocamustafapaşa’dan taşınmışlardı. Nereye gittikleri artık bu hikayenin konusu değildi, belki de hala öyleydi. Bilemeyiz.
Giderlerken kimseyle vedalaşmadılar.
Serkan, o geceye dair fabrikadan topladığı kırılmış ayna parçalarından kalanları toplamış, bir yüzük yaptırmıştı. Sanki cam değilmişçesine, elmas gibi parlıyorlardı gelinin parmağında. Bu onların nişanesiydi… Hayatlarının, ebeveynlerinin yaptıkları haksızlıkların ve onların daha iyi birileri olmasına dair…
“Evet” diye haykırmışlar birbirlerinin yüzüne sırayla bakarak. Serkan, heyecanla Esra’nın evlilik defterine imza atışını izlemişti…
Gözleri bir an salondan dışarı kaydığında, başka bir nikahtan kalan ya da onlardan sonrası için sıra bekleyen kalabalığın arasında, göz alıcı beyaz elbiselere bürünmüş çocuklar koşturdu. İmzayı kutlamak için salonu dolduran neşeli müziğin arasına kulak tırmalayan gergin bir melodi karıştı. Görüsü sanki ağlamış gözlerle etrafı izliyormuş gibi ıslak ve buğuluydu.
Onu gerçeklikten kopartmaya çalışan dalgınlığı dağıtmak için sabit bakan gözlerini açarak esnetti ve Esra’nın parmağında ne kadar zarif durduğunu bakarken, yüzüğün parıltıları arasından kırmızı – yeşil bir ışıltı geçti gibi gördü.
Aynı Freddy’nin o leş kazağındaki gibi ölü bir yeşil ve canlı bir kırmızı…